HATIRALARINDA YAŞAYANLAR, DONARAK ÖLÜRLER
‘‘Beyaz gövdeli zenci köpeklerimiz var. Adları da var. Ama onlar birer heykel. Çağırınca gelmiyorlar artık. Cennetin kapısını bekliyorlar. Karla karışık toprağa gömülebilmek için kulakları dik donuyorlar! Öyle bir cennet ki, paslı demirin bile ak sakalı var. Bizi saran tel örgüler beyaz angoradan örülmüş. Havası havlamayı bırakmış, ısırıyor. Beyaz ağzı etimizle dolu. Bu yüzden sessiz bir ayaz var. Saçaklardan sarkan mızrak dişleri ensemize saplanmış. Gazete kâğıdı gibi buruşmuş derimizde mor diş izleri, bekliyoruz.
Cennetten kovulmayı. Bembeyazız. Soğuk. Donmak. Çözülmek. Tekrar donmak.
Daha fazla hiçbir şeye gerek yok. Fiilleri çekmeye bile. Herkes kalsın yerinde. Bıraksınlar, yaslansın göğsüm sırtlarına, ılıklaşsın enseleri nefesimle. Yavaş yavaş sokayım dilimi derilerine. Aksın içlerine hayatımın zehri. Yirmi adet mermi. Muhteşem! Hepinizi geberteceğim! Ama hepinizi!’’
Daha fazla bakmadı ve gözlerini hayata kapadı. Yaşadığına tek kanıt, burun deliklerinden dökülen dumandı. Soğuğun dumanı. Soğuktan tüten, beyaz bir nefes. Örtmüştü kendini. Kalpağı, paltosu ve gözkapaklarıyla. Geceden kalma karın üzerinde bir kaya parçasıydı. Altına serilmiş kürk parçasına sığmak için dizlerini karnına çekmiş, katlanmıştı.
Yaveri Muzaffer yorgundu ve üşüyordu. Elinde İca Reflex bir fotoğraf makinesi, içindeyse, tuttuğu nefesi taşıyan Etem’e baktı. Oysa fotoğrafçının gözleri, ufku silip atmış beyazlığın içinde, simsiyah bir lekeye dönüşmüş olan yerdeki adama aitti. Ondan başka hiç kimseyi ve hiçbir şeyi görmüyordu. Çektiği fotoğraf, bunun kanıtıydı.
10
“Gazi, Dikmen sırtlarında dinleniyor. 12 şubat 1921.” Gözlerimin hizasına asılmış fotoğrafın altında böyle yazıyordu: Gazi dinleniyor… Ama dinlenmiyordu. Atatürk’ün yüzlerce fotoğrafım görmüştüm. Bu fotoğrafta, dinlenen bir adam yoktu. Böyle bir adam görmüyordum. Ben bu fotoğrafta, bizden bıktığı için gözlerini kapatan birini görüyordum Hepimizden, her şeyden bıktığı için bize bakmaktan vazgeçmiş birini görüyordum. Kurtarmak istediği insanların gerçekte bir sahtekârlar sürüsü olduğunu, onca çabasının hiçbir şeye değmeyeceğini düşünen bir adam görüyordum. Her şeyi bırakmak, her şeyden vazgeçmek, her şeyi siktir etmek isteyen bir adam. Hatta belki de hayatında ilk kez ölmeyi düşünen bir adam. Olup yok olmayı, kara karışmayı Ölerek donmayı ya da donarak ölmeyi bekleyen bir adam görüyordum. Fark etmez, diye düşünen bir adam Hiç fark etmez. Tek bir insan sesi daha duymak istemeyen, tek bir insan yüzüne daha katlanacak gücü olmayan bir adam. Bu yüzden kapalıydı gözleri. Üşüdüğünden değil, duymamak için örtmüştü kulaklarını. Evet. kesinlikle böyle olmalıydı. Gözlerimi ve kulaklarımı kapadım, diyordu. Artık istediğiniz [radar ihanet edebilirsiniz. Sizi görmüyor ve duymuyorum. Umurumda değilsiniz!
Ama ben duyabiliyordum Fotoğraftan çıkan sesi duyuyordum. Ancak belki de duyduğum, gözlerimden çıkıp fotoğrafa çarpan ve bana dönen bir sesti. Kendi sesimdi. Ben… Protagoras’a göre her şeyin ölçüsü insandı. Ama bu herhangi bir insan değildi. Her şeyin Ölçüsü, onu ölçen insandı. Ben de, Gazi’nin yüzüne ve yatış biçimine baktıkça kendimi görüyordum Çünkü dar ranzamın üzerine uzanabildiğim nadir anlarda, sert battaniyenin altında kayboluyor, yok olmak istiyordum Tek bir insan daha görmemek ve duymamak için. Oysa buna olanak yoktu Çünkü zorunlu askerlik hizmeti, tek kişilik bir oyun değil, binlerce insanın bu araya gelip sahnelediği bir gösteriydi Oyuncuların da, izleyicilerin de işler olduğu bir Yanaşık düzen eğitimi bir koreografıydı Marşlar, bir müzikalin parçasıydı Kamuflaj, mili metrik bir kostümdü. Emirler, sorular ve yanıtları, ezberlenmesi gereken repliklerdi. Asla sadık kalınmayan senaryo, yönergelerde yazıyordu. Yönetmene “Komutanım” deniyordu Her şey vardı. Her şey hazırdı. Ancak bütün bunlar çok fazla gürültü çıkarıyordu. Dayanılmayacak kadar çok. Yatağı yarıp içine girmek isteyecek kadar çok. Başımı koyduğum yastığı başımla doldurmak isteyecek kadar çok. Gazi’ye bakıp kendimi görecek kadar çok!
“Nöbetin var.”
Kulağıma saplanan cümleyle gözlerimi hayata açtım. Gece çavuşunun yanından geçip yemekhaneden çıktım. İlk adımımda burnum ıslandı. Kar. Yüzüme çarpıp eridikçe yüzümü donduran kar. Aylardır yağıyordu. Gece, gündüz, sabah, öğlen, önce, sonra. Gömmek için yağıyordu. Herkesi ve her şeyi. Arabaları, çocukları, evleri ve öküzleri. Kayak için gerekli kar seviyesinden söz ediyorlardı, televizyondaki haberlerde. Orospu televizyonun çocuğu haberler! Kar seviyesi mi? Kayak için uygun! Peki, yollan kara batmış köylerin, bir yaşındaki çocuklan böcek gibi ölürken dili kıpırdamayan leşlerinin, yüz bir yaşındaki dedelerini yaşatmak için Fatiha Dağım kızakla aşıp Van yoluna çıkmaları için de uygun mu? Kar seviyesi! Önce ayaklar gömülür, sonra bilekler görünmez olur. Dizler, bacaklar, ahırlar. Kar, diri diri gömer. Önce yumruğunla savaşırsın. Karı geldiği yere göndermek için yumruğuna doldurur, havaya fırlatırsın. Sonra kürek. Yirmi askere bir kürek. Kırk kola bir adet! Belki bir de çekiçlen bozma bir kazma. Küreklersin! Kazmalarsın! Kar yağar. Gömene kadar. Yağmur yağar, boğana kadar. Rüzgâr eser, ayaklarını yerden kesip savurana kadar. Dinlesen dünyayı, duyacaksın: İnsanoğlu insan, siktir git buradan! Ama inat edersin. Yaşayacaksın. Yer çekimi var. Gidecek bir yer yok. Sürekli olarak kovulduğun, seni yutmak için sarsılıp yanlan bu dünyada yaşamaktan başka çaren yok. Mars çok uzak! İnsanın dünya üzerindeki yaşamı bir rodeo. Hortumlar, çığlar, seller, depremler. Elinde kürek, savaşırsın. Burası benim evim, diye bağırırsın. Siktir! Burası bir ev değil! Burası hiçbir şey değil! Dünya, insanın kabuğu değil. Burası bizim yuvamız değil Biz, yer çekimiyle dünyaya zincirlenmişiz. Kim bilir nereden kovulduk? Cennet mi? Hiç sanmıyorum! Hem de hiç!
Konuşuyordum. Dudaklarıma bastırdığım eldivenlerime anlatıyordum bütün bunları. Delik ve yeşil eldivenlerime Bir lira. Çift kat. Ucuz olan nadir mallardan biri: Eldivenler. Elektrik sobasıyla ısınmaya çalışırken yanıp sararan eldivenler. Donmuş tüfeğin namlusuna yapıştığı için kurtarmak isterken yırtılan eldivenler. Onlara anlatıyordum aklımı ezip geçenleri. Söylediklerim, ellerime kadar geliyordu. Çünkü soğukla beraber, eldivenlerim ses de geçiriyordu
İçleri buzlanmış suyla dolu, sahibini bilmediğim ayak izlerine basarak yürüyordum. Beyaz çamurun içinde ilerlemeye çalışıyordum. Beyaz bataklığa saplana saplana. Silahlığa vardığımda, ayak parmaklarımın sayısı çoktan bire düşmüştü. Her birini ayrı ayrı his s e demeyeceği m kadar soğuktu, postallarımın içi. Bot, deniyordu burada. Postala bot, bir zamanlar yaşadığım hayata sivil deniyordu. Daha bir sürü şeye, başka bir şey deniyordu. Askerlere ait bir dil vardı. Orduca. Konuşmaya gerek yoktu, anlamak yeterliydi. Hatta hiçbir dilde konuşmaya gerek yoktu. Çünkü biz konuşmayan bir rütbedeydik. Rütbesizlik rütbesi. Teoriye göre askerliğin temeli disiplindir. Teoriyi sırtından bıçaklayan pratiğe göreyse askerliğin temeli erlerdir. Temel, zemin, ne denirse densin, ordu üzerimizde duruyordu. Her şey ve herkes üstümüzdeydi. Karın bile altındaydık. Biz, dev bir tankın paletleriydik. On beş yıllık başçavuşların inatla parke dediği parkalarımızın sol üst cebinde taşımak zorunda olduğumuz “Erbaş ve Erin El Kitabı” adındaki, karmaşık bir makinenin karmaşık prospektüsüne benzeyen kitapçıkta yazdığı gibi, ihtiyaçları devlet tarafından karşılanan rütbeni? askerlerdik. Muhteşem erler! Eğitimde fırsat er olmak için elimizden gelen çabayı gösterip herhangi bir üniversiteden mezun olmamış herhangi bir meslekte uzmanlaştığımız: kanıtlayan bir diploma almamıştık Bu fedakârlığımızla gurur duyuyorduk Çünkü biliyorduk. Zorunlu askerlik hizmetine ilişkin kanun ve yönetmeliklerde bir yanlışlık yapıldığını biliyorduk. Er olmak için en fazla lise ya da yüksekokul mezunu olmak gerekiyordu. Her erkeğin üniversite mezunu olduğu bir ülkede erlik yapacak kimse kalmayacaktı. Ordunun kaidesi ayaklarının altından kayıp gidecekti. Buna göz yumamazdık. Kanun koyucunun gözünden kaçan, bizden kurtulamamış ve herhangi bir üniversiteden diploma almamaya yemin etmiştik. Bazılarımız, orduyu ersiz bırakma korkusundan okumayı bile öğrenmemişti. Ne cesaret! Ne büyük fedakârlık! Şehit ya da gazi olmamıza gerek yoktu. Biz zaten kahramandık. Vatanseverliğinin bedelini hayat boyu cehaletle ödeyen kahramanlar! Ayrıca cahil kalmamızda da bir sorun yoktu. Ceza kanunlarının tümünü herkesten daha iyi kavramıştık. Çocuğunu okula göndermemenin cezası sadece para ödemekken, askerlik hizmetini yerine getirmemenin karşılığı hapisti. Ne demek İstendiğini anlayabiliyorduk. Kulaklarımız duyuyordu. Kanun satırlarına gizlenmiş o muhteşem mesajı almıştık. Buna, kanun yoluyla teşvik deniyordu. Eğitimini tamamlamamak büyütülecek bir şey değildi. Ama askere gelmemek korkunçtu! Cehalet öldürmezdi ama asker kaçaklığı sürün dururdu. Bunu kanunlar söylüyordu. Okulu siktir et ama askerliğini mutlaka yap, diyorlardı. Benim açımdan cahil kalmanda sorun yok, yeter ki asker ol. Çünkü kusura bakma ama, cehaletin umurumda bile değil! Peki, demiştik biz de. Sen nasıl istersen!… Devletin gösterdiği yoldan gitmek büyük keyifti! Belki dışımız değil, ama içimiz çok rahattı.
Hücum yeleğimi sırtıma geçirdiğimde bir hafiflik hissettim. Ceplerinde dört dolu, bir boş şarjör olması gerekiyordu. Altını karakol komutanının ve benim imzaladığımız teslim tesellüm belgesinde böyle yazıyordu. Bir zamanlar adıma zimmetlenmiş olan şarjör adedi beşti. Dolayısıyla gerektiğinde ordu bunu kanıtlayabilir ancak sağ böbreğime denk düşen cebin neden boş olduğunu açıklayamazdı. 7,62 mm çapında yirmi adet mermi taşıyan bir şarjörüm yok olmuştu. Benzer durumlar üst rütbelere iletildiğinde alınan yanıtın ne olduğunu hatırlıyordum:
“Malına sahip çıksaydın. Nereden bulursan bul! Yersin tutanağı, çıkarsın mahkemeye!”
Eksik olan şarjörümü çok uzaklarda aramam gerekmiyordu. Silahlıktaydım. Silahların ve şarjör dolu hücum yeleklerinin yuvasında. Mühimmatı eksildiği için askeri mahkemeye çıkacak kişi ben olmayacaktım. Sahibini çok iyi tanıdığım bir hücum yeleğinden çektiğim şarjörü cebime koyup silahımı omzuma astım. Pişmanlık mı? Kesinlikle umurumda değildi! Evet, belki hepimiz aynı ordudaydık ama aynı askerliği yapmıyorduk. Herkesin askerliği farklıydı. Her metrekarede farklı bir askerlik vardı. Sadece ambalajlarımız benziyordu….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıZiyan
- Sayfa Sayısı352
- YazarHakan Günday
- ISBN6051113302
- Boyutlar, Kapak 13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2009
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bir Cihan Kafes ~ İclal Aydın
Bir Cihan Kafes
İclal Aydın
Zorba, itaatkârın üzüntüsüyle beslenir… “Sevgin direğimiz, üzerimize saldığın korku çatımız olmuş meğer. Mutsuzluğumuzdan örülü bir devlet yaratmışsın hepimize. Sen en çok beni severdin ya....
- Teo ~ Nermin Bezmen
Teo
Nermin Bezmen
Aşkla doğar Teo, mavinin yeşille buluştuğu, güneşin dalgalarla öpüştüğü bir sahil şehrinde. O dört yaşındayken amansız hastalığa tutulduğunda, anne babası ve kız kardeşleri korkuya...
- İnsan Kendine De İyi Gelir ~ Ahmet Büke
İnsan Kendine De İyi Gelir
Ahmet Büke
“Gece, Hatçam Teyze’yi eve bırakırken omuzuma dokundu. “Evlatçım, mesarif dediydim ama benim param buğdaylara yetti,” dedi. “Biliyorum Hatçam Teyze,” dedim. “Canın sağ olsun.” Ertesi sabah yine gün...