“Ne okuduğu kitaplar ne ev işi onun kalbinde çocuğun insani ve sıcak yerini dolduruyordu. Günde iki defa Kürt Zeyno’yu arıyor, onunla dertleşiyordu. Fakat Kürt Zeyno, Bayram Ağa ismini alarak bir gün evvel gelen meçhul adamın kim olabileceğini düşünüyor, sıkılıyor, bunun Ramazan olması ihtimali onu bir kâbus gibi korkutuyordu.”
Zeyno’nun Oğlu, Türk edebiyatının kadın yazarlarından Halide Edib Adıvar’ın en özgün romanlarından biri. Kalp Ağrısı’nın devamı niteliğindeki bu roman, Doğu Anadolu’ya görevli giden Türk subayları ve eşlerinin gözlemlerini aktarıyor. Bölgede içten içe gelişen bir Kürt isyanının öncesinde geçen olayların ana kahramanı, Haso Çocuk. Zeyno’nun Oğlu, bir yanıyla Doğu Anadolu’daki feodal düzenin kökenlerine de işaret eden önemli bir roman.
İÇİNDEKİLER
Kısaltmalar ……………………………………………………………… 8
Sunuş ……………………………………………………………………… 9
1. Başlangıç……………………………………………………………….. 11
2. Kumandanın Karısı……………………………………………….. 22
3. Kaymakam Mazlum Bey’in Ailesi…………………………. 31
4. Gözün Kör Ola Haso!…………………………………………….. 55
5. K… Köyü’nde…………………………………………………………. 66
6. Şaban Amca…………………………………………………………… 99
7. Şeyh M…………………………………………………………………. 121
8. Diyarbakır’da İstanbullular …………………………………. 146
9. Zeyno’nun Oğlu ve Hasan Bey……………………………. 188
10. Zeyno’dan Asım Bey’e…………………………………………. 225
11. Fırtınadan Evvel………………………………………………….. 253
12. Sergüzeşt……………………………………………………………… 308
13. Fırtınadan Sonra………………………………………………….. 329
14. Arife Günüydü …………………………………………………….. 337
Başvurulan Kaynaklar ………………………………………… 343
SUNUŞ
Elinizdeki roman, yazarın Kalp Ağrısı adlı romanının devamı niteliğindedir. 1926 ve 1927 yıllarında Vakit gazetisinde tefrika edilen roman ilk olarak 1928’de kitap olarak yayımlanmıştır. Romanın mekânı Diyarbakır’dır. Halide Edib, bir Kürt isyanın hazırlığı dönemindeki Doğu Anadolu’yu ve oraya İstanbul’dan giden asker ve memurların yaşayışını bazan ironik, bazan hüzünlü, bazan idealist bir üslupla yansıtır.
Hazırladığımız karşılaştırmalı metne esas olarak, yazar hayatta iken yapılan son yayını, 1943 baskısını esas aldık. Halide Edib, bu baskı için bazı küçük değişiklikler ve pek çok sadeleştirme yapmıştır. Ancak, 1943 baskısı teknik hatalarla, eksiklikler ve atlamalarla dolu olduğundan (ki bunlar daha sonra yapılan bütün yayınlarda aynen devam ettirilmiştir) metni 1928 baskısı ile kontrol ettik.
Zeyno’nun Oğlu’nun bu karşılaştırmalı metnini hazırlarken, her zaman olduğu gibi yazarın diline ve üslubuna hiç müdahale edilmemiştir. Çok gerekli görerek eklediğimiz kelimeleri de köşeli parantezler içinde verdik. Halide Edib Adıvar’ın Bütün Eserleri serisinde bir imlâ birliği sağlamak üzere Türk Dil Kurumu’nun yayımladığı İmlâ Kılavuzu ve Türkçe Sözlük esas alınmıştır.
Mehmet Kalpaklı
1
BAŞLANGIÇ
… inci Fırka Hücum Taburu Kumandanı Hasan Bey’e,
Hareket gününüzü zevcemle
beraber tespit ve yolda
kendisine yardım etmenizi rica ederim.
… inci Fırka Kumandanı
Miralay
Muhsin
…………………………………………….
Erenköyü’nde, Suadiye’de Miralay Muhsin Bey’in refikası Hanımefendi’ye,
Muhterem Hanımefendi,
Muhsin Beyefendi’nin telgrafını ilişik olarak takdim ediyorum, nihayet on beş gün içinde hareket etmek mecburiyetindeyim. Emrinize intizar ediyorum, Efendim.
Binbaşı
Hasan
…………………………………………….
Zeyno, balkonun kapısını açtı; bir eli kapının tokmağında, gözleri mavi Marmara’nın ortasında, güneşten uzanan altın tellerle pırıl pırıl yanan Adalar’a baktı. Islak topraklardan renksiz dumanlarla beraber keskin bir toprak kokusu yükseliyor, siyah, çıplak dallarda henüz kuruyamayan su damlaları şeffaf, mavi birer boncuk gibi parlıyordu. Bir haftadan fazla devam eden yağmurlardan, rutubetten içinde paslı, kapanık ve sıkıntılı bir his hasıl olmuştu.2 Kocasına son hafta yazdığı mektubu, içinden, biraz gülerek hatırladı ve tekrar etti. İstanbul’da, nadiren bu kadar uzayan sislerden, soğuklardan o kadar sıkılmıştı ki, ne zaman balkonun kapısını açsa burnunu kaplayan rutubet ve küf kokusunu mektubun ta başına yazmıştı. Edebiyat sınıfına vazife hazırlayan genç bir mektepli kız gibi, âdetâ bahara dair şairane tahassürlere3 dökülmüş, “Diyarbakır’da şeftali ağaçları çiçek açtı mı? Erik ağaçları beyaz birer alev gibi parlayan tomurcuklarına büründü mü? Güneş insanın beynini eritecek kadar sıcak ve ateşli mi? Ah, bir defa cenuba4 gelebilsem, yazın açıkta uyuduğunuzu söylediğin yerlerde kafamdaki bu kalın duman dağılıncaya kadar, beynim kafatasımda eriyip bitinceye kadar, vücudumun derisi güneşten soyuluncaya kadar boylu boyuna yatacağım,” demişti.
Nihayet bugün İstanbul’da güneş çıkmıştı. Adalar’a, denize, yarı mavi, yarı kurşunî ovaya olanca saltanatıyla altın kanatlarını germişti; fakat hâlâ onun kalbinde toplanan kesif1 duman olduğu gibi duruyor, gökleri, toprakları yakan güneşin sıcaklığı derisinin arkasındaki râtıb,2 karanlık benliğine nüfûz edemiyordu.
Muhsin Bey gideli üç ay olmuştu. Bu sekiz aylık izdivaç, beş ay, gece-gündüz baş başa geçen bir hayat, Muhsin Bey’in ifadesine göre, “ezelî balayı”ndan sonra ilk defa ayrılmışlardı. Her gün kendi hareketini tespit edecek telgrafı bekliyordu.
Yavaş yavaş kuru menekşe güllerinin dallarından kayıp kapının aralığından odaya dalan ve bir altın leke gibi yeşil halının üstüne yayılan güneşli noktaya çömeldi. Başı ellerinin içinde düşünmeye çalıştı.
Gerçi Zeyno, tahakkuk eden her büyük emelin, tatmin edilen her ihtirasın insanın bütün varlığında bıraktığı bıkkınlık ve tokluğun başladığını anlayacak kadar kendi kendini henüz tahlil etmemişti. Bununla beraber hislerinde bir körlük, umumiyetle hayata karşı içinde lâkayt bir sükûn4 vardı; ve Zeyno bundan şikâyetçi idi. Ayrılalı üç ay olduğu halde o kadar sevdiği kocasını düşünmek bile artık fazla heyecan vermediğini fark ediyordu. Halbuki, sekiz ay evvel Muhsin Bey’in paltosunun biraz sert kumaşının temasından, mavi gözlerini sabit ve tatlı bir tatlılıkla kendisine çevirmesinden, kitap okurken, düşünürken kaşlarını hususî bir şekilde çatışına kadar, teker teker her vaziyetini, her şahsî eşyasını lezzetli bir titreyiş ve hayretle hissediyordu. Bir sene geçmeden, o kadar sevdiği bu adam bile vaktiyle büyük bir zevkle ezberlediği bir kitaba benziyordu. Hâlâ çok seviyordu; fakat cümlelerin, hatta kelimelerin birbirlerini nasıl takip ettiğini bildiği için, artık okurken heyecan duymadığı, fakat ilk mânasına vasıl olduğu zamanki kendinden geçişin, sâadetin hatırasıyla muhafaza etmek istediği bir cilt eski şiir gibi telâkki ediyordu.
Demek en büyük hislerin ve bağlantıların tabiatın mevsimleri gibi devreleri ve bu devrelere mahsus şekilleri vardı. Zeyno, güneşin altında bu çapraşık ve sıkıntılı felsefeyi yaparken, kendi kendine ifade edemeyeceği kadar müphem1 ve tatmin edilmemiş bir emelin üzüntüsünü duyduğunu da itiraf ediyordu. Bu güneşli günde, çıplak ağaçlarda çiçek ve tomurcuk, kurşunî topraklarda yeşillik biterken bu gizli emelinin ne olduğunu seziyordu. Bunu sezerken gayri ihtiyarî başında bir sıcaklık, yanaklarında iki ateş dalgası peyda oluyordu. Demek, evlenmekten her iptidaî kadın gibi, hatta dişi hayvan gibi bir çocuk beklemişti. Sekiz ay evvel o kadar coşkun ve heyecanlı geçen muhabbet,2 farkına varmadan istediği çocuğu vermediği için ona kısır ve beyhûde görünüyordu. Halbuki, genç kızken ne çocuklara fazla bağlı, ne de ayrıca marazî3 bir hassasiyeti vardı.
İradeli ve mütefekkir4 mizacının aynı zamanda coşkun iptilalara5 kabiliyeti olduğunu bilirse de, ana olmak ihtirası gibi kadınların gündelik hislerinden kendini şimdiye kadar uzak telâkki etmişti.
Düşüncesi bu noktaya gelince birdenbire Azize’nin küçük kızını hatırladı. Acaba Viyana’dan gelmişler miydi? Acaba Hasan, kendisini ziyarete gelecek miydi? Çocuğuna karşı Hasan ne vaziyet almıştı? Seviyor muydu? Bu tahayyüller,6 Hasan’la müşterek olan geçmiş heyecanların bazılarını hafızasında parlattı, söndürdü. Hasan’la macerası belki Muhsin Bey’in tesiriyle, belki Azize’nin acı akıbetiyle mâziye ait hatıralar yığınına karışmıştı.
Çömelmekten uğuşan dizlerini elleriyle ovarak kendi kendine:
— Bu güneşli günde ben de neler düşünüyorum, dedi. Güneş siyah mürekkeple çizilmiş gibi keskin ve karanlık çizgilerle mavi sularda yükselen Adalar’ın arkasına erguvanî bir alev gibi düşüyordu. Hem güneşin çekilmesi, hem düşüncelerinin hararetsizliği onu birdenbire titretecek kadar üşüttü. Kapıya dayanarak kalktı. Başını çevirince Pervin’in, elinde bir zarfla geldiğini gördü. Zarfın üstündeki yazıyı derhal tanıdı. Hava, daha fazla soğumuş gibi âdetâ çenelerini müşkülâtla1 yerinde tutuyordu.
— Hemen gel, odamdaki sobayı yak, Pervin; öyle bir üşüyorum ki… dedi.
…………………………………………….
Aynı günde Hasan, Bebek rıhtımının üstünde kızının arabasının başında duruyordu. Eski kalelerin tepelerinde yağmurdan sonra çıkıveren güneş bir altın ağ gibi Boğaziçi’nin şeffaf, beyaz sislerini sarmış, yeşil yamaçlarda, muhayyel mavi bir koridor gibi süzülen sularda, rıhtımın ötesinde berisindeki birikintilerde oynuyordu; fakat Hasan, Boğaziçi’ne değil, kızına bakıyordu.
Beyaz bir gül yaprağı gibi ince, ipek derili küçük yüzün henüz bir şey ifade etmeyen yüz âzâsının2 arasında bakışlarının istikameti belirsiz iki mavi çocuk gözü, Azize’nin çocuk dakikalarını hatırlatan parlaklıkla iki renkli su damlası gibi pırıldıyordu. Bu iki canlı nokta, onun oldukça sert ve maddî kalbinde Azize’nin hayalini yaşatıyordu. Karısı öldükten sonra, onun genç hayatında, sebebiyet verdiği ıstıraptan dolayı hissettiği pişmanlıktan fazla olarak bir de ne kadar rikkat3 ve düşkünlük ile ona bağlı olduğunu anlamıştı. Bu anlayış, onu o kadar sarsmış, o kadar içten bir insan yapmıştı ki, ilk defa olarak Azize’nin ölümüne kadar içini kavuran gizli ihtiras ve aşkı şimdi yeri dağlanmış, kuvvetli bir uyuşturucu ile acısı dindirilmiş, eski bir yara gibi hissediyordu.
Viyana’dan döneli bir ay olmuştu ve mezuniyet4 üç hafta sonra bitiyordu. Bütün bu müddeti Azize’nin yalısının yanındaki kendi küçük evinde, neferiyle1 beraber inziva içinde geçiriyordu. Zamanının büyük bir kısmı da kızının beşiği yanında, Azize’nin ölümünden sonra tamamen bağlandığı ihtiyar kaynanasının odasında geçiyordu. Yemeklerini onunla yiyor, ikisi de kalplerinde dolaşan Azize’nin binbir hayalini birbirlerine söylemeye cesaret edemeyerek, fakat garip bir hassasiyetle müşterek ıstıraplarını düşünerek, ekserî yabancı mevzûlar konuşarak, karşı karşıya saatlerce oturuyorlardı.
Hasan yalnız evine döndüğü zaman, minderin üstüne oturuyor, elektrikleri söndürüyor, karanlıkta çağlayan sularla beraber uzun uzun düşünüyordu; ve ancak bu saatlerde Zeyno’ya ait hatıralar uyanıyordu; fakat bu hatıralar ona şimdi başkasının imiş gibi geliyordu. Zeyno’ya karşı kalbindeki ateş tamamen sönmüş müydü? Yoksa iradesinin büyük bir azmiyle bir zaman için örtülmüş müydü? Bunu tahlile hiç kalkışmamıştı. Hatta, İstanbul’a döndüğü zaman Muhsin Bey’in gittiğini öğrenmiş, Zeyno’nun da gidip gitmediğini tahkik için Erenköyü’ne telefon bile etmemişti. kendi evlenmesinden, Azize’nin mevcudiyetinden daha fazla Muhsin Bey, onu Zeyno’dan uzaklaştırmıştı. Kendisinin Azize ile evlenişi için ısrar eden Zeyno’da şimdi, sırf bir arkadaş vefası ve fedakârlığından başka istekler, maksatlar olduğuna kani oluyordu.
Bütün büyük acıların buhran devrinden sonra gelen ve kısa süren manevî kırıklık ve bezginlik zaman zaman ortadan kalktıkça, hayat arzusuyla beraber Zeyno’nun kudreti de uyandığını büyük bir isyanla duyduğu anlar oluyordu. Herhalde kalbinin Zeyno’ya dönüşü ihtimalinden kendini korumak için her şeyi yapmaya razıydı. Hayatında, bundan sonra, kadın olması ihtimalini düşünse bile, mutlak onu geçici ve mânasız bir eğlence diye tahayyül eylemek istiyordu. Diyarbakır’a dönüşü için hazırlanırken orada Zeyno’ya karşı vaziyetini de kararlaştırıyordu: hürmet ettiği bir kumandanın karısı!
Gerçi Zeyno’nun, Azize ile dostluğunu, evvelden tanıştıklarını inkâr etmek belki kabil değildi; fakat Zeyno’nun en çok bir dost, teselli eden bir kadın sıfatıyla kalbine tekrar nüfûz etmesinden korkuyordu. Istırap günleri, onda teselli ve hissî iştiraklerle kendisine yaklaşan insanlara karşı bir zaaf uyandırmıştı. Yanaklarında gözyaşları izlerini muhafaza eden beyaz saçlı ihtiyar halasına ihtiyacı o kadar büyüktü ki, ondan uzaklaşınca Azize’nin ölümüne kendi gibi yanan bir kadın kalbine karşı istemeyerek temayül edecektir.
Hem o kadın kalbi Zeyno olursa, mukavemet ne kadar müşkül olacaktı. O halde… O halde, Zeyno’ya kendisinin Azize için tuttuğu matemi göstermeyecekti. Sert, çabuk unutan, lâkayt bir asker vaziyeti alacaktı.
…………………………………………….
— Ne var Mehmet?
— Telgraf, Efendim!
Kaynanasına bermutat1 gibi akşam yemeğine gidiyordu. Telgrafı aldı. Cebine koydu. Okuyabilmek için kapıdaki ışık kâfi değildi, sonra açacaktı. Fakat kaynanasını küçük Muazzez’le o kadar tatlı bir surette meşgul buldu ki, kendi dahi telgrafı unutarak onların muhabbetli oyunlarına iştirak etti. Küçüğü dizlerinin üstüne yatırıyor, çenesinin altını yavaşça gıdıklıyor, onun bebek kahkahasını büyük bir zevkle dinliyordu.
— A, Hasan, çocuk gıdıklanmaz, ne yapıyorsun?
— Halacığım, çapkın öyle bir zevkleniyor ki…
— Öyle ama, yavru katılır, ciğerleri onun su gibi bir şey. Sen yine anahtarlarını çıkar, salla, eğlendir.
Hasan cebinden anahtarlarını çıkarırken telgraf da tesadüfen yere düştü ve çocuğu büyükannesine verdikten sonra, köşedeki elektrik ziyası2 altına gitti, telgrafı açtı. İhtiyar kadın, Hasan’ın arkası dönük, gözleri telgrafın üstünde uzun müddet kalmasını merak bile etmedi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıZeyno'nun Oğlu
- Sayfa Sayısı344
- YazarHalide Edib Adıvar
- ISBN9789750739347
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Buhara Yanıyor ~ Yavuz Bahadıroğlu
Buhara Yanıyor
Yavuz Bahadıroğlu
Binlerce alemin yaşadığı bir islam beldesi Buhara’da,Cengiz Han’ın hücumuna nasıl maruz kaldığının romanı… BİRİNCİ BÖLÜM Kara kum Çölünün eteklerine kadar uzanan geniş orman derin...
- İns-ü Cin Krallığı – Kehanet Bekçileri ~ Murat Aydın
İns-ü Cin Krallığı – Kehanet Bekçileri
Murat Aydın
Aslında her şey bir soruyla başlamıştı. “Tekrar Süleyman gibi birisi gelecek miydi dünyaya? Cinler, Zülkarneyn ve Süleyman’dan sonra yeniden insanın emrinde olacaklar mıydı?” Merak...
- Sultanı Öldürmek ~ Ahmet Ümit
Sultanı Öldürmek
Ahmet Ümit
Şah damarından da yakında bir katil. Amerika’da yaşayan başarılı tarih profesörü Nüzhet, Fatih döneminde işlendiğini düşündüğü, tarihe bakışı değiştirebilecek büyük bir siyasi cinayeti aydınlatma...