Ödüllü yazar Kaouther Adimi’nin imzasını taşıyan Zenginliklerimiz, Edmond Charlot adında Cezayirli bir kitapçının genç yaşta giriştiği muazzam yayıncılık ve editörlük serüveninin izlerini süren, sürükleyici bir roman.
Albert Camus ve Antoine de Saint-Exupéry dahil pek çok ünlü yazarın kariyerine yön veren Edmond Charlot’nun hayatına odaklanan eser, devletlerin büyük tarihlerine karşı üreten insanların küçük öykülerine kulak vermenin önemini vurguluyor.
Zenginliklerimiz kitabıyla “yirminci yüzyılın kaotik siyasi atmosferinde yaşam ve kültürel üretim” üzerine düşünmeyi de tetikleyen Adimi, yirminci yüzyıl Cezayir tarihini sömürgeci bakıştan uzak, hakiki ve çarpıcı bir dille okurlarına aktarmayı başarıyor.
Edmond Charlot, 1936 yılında Cezayir’de “Zenginliklerimiz” adında bir kitapçı açar. Bu kitapçı aynı zamanda genç yazarları teşvik eden bir yayınevi, edebiyatı ve Akdeniz kültürünü sevenler için bir buluşma yeri, kitap satın alacak parası olmayan halk ve öğrenciler için bir kütüphane, üretken bir sanat galerisi, kısacası bir kültür merkezi hâlini alır. Yıllara meydan okuyarak dünya edebiyatına yön verecek usta kalemlerin yetişmesine önayak olan bu kültür sanat yuvası zamana yenik mi düşecektir?
Okura, geçmiş ve şimdi olmak üzere iki farklı zamansal düzlemden seslenen Zenginliklerimiz, Edmond Charlot hakkındaki tarihsel arşivlerden yola çıkarak Cezayir kültürüne, tarihine ve edebiyatına madunun gözünden bakmamızı sağlıyor.
“Zenginliklerimiz çağlar arasındaki tek bağlantı olan edebiyat sevgisinin görkemli bir beyanı gibi.”
Olivia de Lamberterie, ELLE
“Gün gelecek, taşlar bile bu ülkenin insanlarına
yapılan adaletsizliğe gözyaşı dökecek…”
Jean Sénac
Lettre d’un jeune poète algérien à tous ses frères
(Cezayirli Genç Bir Şairin Kardeşlerine Mektubu)
Hamani Sokağı’ndakilere
Başkent Cezayir, 2017
Başkent Cezayir’e varır varmaz eğimli yollara girmeniz gerekecek; yokuşları çıkacak, sonra ineceksiniz. İntihar edenlerle âşıkların paylaştığı köprüden birkaç adım ötede, yüzlerce hikâyenin ve onlar gibi sayısız küçük sokağın katettiği Didouche-Mourad Caddesi’ne çıkacaksınız. Biraz daha aşağıya doğru yürüyün; kafelerden ve bistrolardan, giysi mağazalarından, sebze pazarlarından uzaklaşın, hızlı hızlı devam edin, durmayın, sola dönün, yaşlı çiçekçiye gülümseyin, bir an için sırtınızı asırlık palmiyeye dayayın, bunun yasak olduğunu iddia eden polis memuruna aldanmayın, çocuklarla bir saka kuşunun peşinden koşun ve Emir Abdülkadir Meydanı’na ulaşın. Kısa süre önce yenilenen ön cephedeki yazılar gün ışığında pek net görünmediğinden, Milk Bar’ı1 gözden kaçırmanız olası: Gökyüzünün beyaza çalan mavisi ve insanın gözünü kamaştıran güneş, harflerin birbirlerine girmesine neden oluyor.
Emir Abdülkadir heykelinin kaidesine tırmanıp, fotoğraflarını çeker çekmez sosyal medyada paylaşacak olan ebeveynlerine otuz iki dişini göstererek poz veren çocukları göreceksiniz. Bir adam, kapı önünde gazetesini okurken sigarasını tüttürecek. Ona selam verip hâl hatır sorduktan sonra yeniden yola koyulacaksınız, tabii yan tarafa bir bakış atmayı unutmadan: parıldayan gümüşi deniz, martı çığlıkları ve yine mavi, neredeyse beyaz… Kentin üstünde uzanan beton sırık Aéro-habitat’ın2 yanından geçmeniz, Haussman tarzı binaları unutmanız, gökyüzünü takip etmeniz gerekecek. Yalnız olacaksınız, çünkü kaybolmak ve her şeyi görebilmek için yalnız olmak gerekir. Eşlikçilerin insana külfet olduğu şehirler vardır; bu şehir de onlardan biri. Bu şehirde bir aylak gibi gezilir; eller cepte, iç sıkıntısıyla. Sokakları tırmanacaksınız; hiçbir zaman kilitlenmeyen ağır, ahşap kapıları iterek açacak, sendikacıları, sanatçıları, askerleri, öğretim görevlilerini, isimsizleri, çocukları yok eden kurşunların duvarlarda bıraktığı izlere dokunacaksınız. Güneş yüzyıllardır başkent Cezayir’in teraslarına doğuyor ve bizler, yüzyıllardır aynı teraslar üzerinde cinayetler işliyoruz. Zaman ayırıp Kasbah’ın3 basamaklarından birine oturun.
Genç müzisyenlerin banjo çalışlarına kulak verin, kapalı pencerelerin ardındaki yaşlı kadınları hayal edin, kuyruğu kesik bir kediyle oynayan çocukları ve bir de başınızın üzerinde, ayaklarınızın altında uzanan maviliği, sonsuzluğa uzanan laciverte dalış yapan gök mavisini izleyin. Gökyüzünün ve denizin pembeye, sarıya, siyaha bürünmeye hazır bir renk paleti olduğuna bizi ikna etmek isteyen şairlere rağmen artık görmediğimiz maviyi. Yolların ala boyandığını, bu kızıllığın hiç yıkanmadığını ve her gün, adımlarımızla, ona biraz daha battığımızı unutun. Seher vakti, arabalar henüz kentin anacaddelerini işgal etmemişken, uzakta patlayan bombaların seslerini duyabiliriz. Fakat siz, yüzünü güneşe dönen sokaklara gireceksiniz, değil mi? Sonunda, eski adı Charras Sokağı olan Hamani Sokağı’na varacaksınız. 2 bis4 numaralı kapıyı bulmaya çalışacaksınız, ama zorlanacaksınız, çünkü bazı numaralar artık yok. Vitrindeki yazı karşılayacak sizi: Okuyan bir insan, iki insan eder. Dünyayı sarsan büyük Tarih’in, ama aynı zamanda da bir insanın, 1936 yılında, henüz yirmi bir yaşındayken Vraies Richesses5 kitabevini açan Edmond Charlot’nun küçük tarihinin karşısında duracaksınız.
1
Son günün sabahı. Tedirgin; gece çekilmiş. Hava daha ağır, güneş daha gri, şehir daha çirkin. Gökyüzü koca koca bulutlarla kaplı. Sokak kedileri kulaklarını havaya dikmiş, dinlemede. Son günün sabahı, bir utanç günü gibi. En cesaretsizlerimiz adımlarını hızlandırıyor, anlamazlıktan geliyor. Ebeveynler merakla duralayan yavrularını kollarından çekiştiriyor. Hamani Sokağı’nda yani eski Charras Sokağı’nda, önce büyük bir sessizlik oldu. Başkent Cezayir gibi daima hareketli ve gürültülü, sürekli devinen, söylenen, homurdanan bir şehirde, böyle bir sakinlik nadir olur. Sonra, adamlar Vraies Richesses Kitabevi’nin vitrinine kepengi indirdiğinde sessizlik parçalandı. Ah, gerçi Cezayir Devleti 1990’larda burayı eski mülk sahibinin yengesi Madam Charlot’dan devraldığından beri burası artık bir kitabevi değil. Cezayir Ulusal Kütüphanesi’ne ait basit bir ek bina. Yoldan geçenlerin, önünde nadiren durduğu isimsiz bir yer. Biz yine de ona Vraies Richesses Kitabevi demeye devam ediyoruz, tıpkı uzun süre Hamani Sokağı yerine Charras Sokağı demeye devam ettiğimiz gibi. Bizler bu şehrin sakinleriyiz ve hafızamız hikâyelerimizin toplamından ibaret.
Kara kaplı defterine, Seksen yıldır direniyordu! yazıyor, mekâna gönderilmiş, azimli bir gazeteci. Sansar suratlı, diye düşünüyoruz ve bu bize güven vermiyor. Bu kitabevi, resmen zıpçıktının teki olan bu çocuktan daha iyisini hak ediyor. Defterine az kişi, hüzünlü gökyüzü, hüzünlü kent, kitapların üzerine kapanan hüzünlü demir kepenk diye ekledikten sonra hüzünlü kentin üstünü çiziyor. Düşünüyor ve yüzü neredeyse acıyla buruşuyor. Mesleğe yeni başlıyor. Büyük bir plastik şirketinin sahibi olan babası, yazı işleri müdürüyle bir anlaşma yapmış: Ek ilan vermesi karşılığında oğlunu işe aldırmış. Az biraz beceriksiz bu gazeteciyi pencerelerimizden izliyoruz. Ünlü yazarların uğrak noktası, eski Vraies Richesses Kitabevi, bir pizzacıyla bakkalın arasında sıkışıp kalmış. Kalemini kemiriyor, kâğıdın kenarındaki boşluğa bir şeyler çiziktiriyor. (Camus vardı, ya kitabevinin içinde raptiyeyle tutturulmuş fotoğraflardaki diğer insanlar kim? Edmond Charlot, Jean Sénac, Jules Roy, Jean Amrouche, Himoud Brahimi, Max-Pol Fouchet, Sauveur Galliéro, Emmanuel Roblès… Hiç bilmiyorum. Araştır.) Dışarıda, genç Albert Camus’nün el yazmalarını düzeltmek için oturduğu basamakta bir bitki duruyor. Onu oradan kaldırmak kimsenin aklına gelmiyor. Hayatta kalan son şey (belki de son şahit?). Bu kitabevine/kütüphaneye çok iyi bakılmış: camlı, güzel ön cephesi parıl parıl parlıyor (parıl parıl parlamak basmakalıp bir deyim mi diye bak). Nokta koyup satır başına geçiyor. Kültür Bakanlığı sorularımıza yanıt vermeyi reddetti. Yerel bir kütüphane neden özel girişime devrediliyor? Artık okuyamamamız, bilgi edinemememiz kimsenin umurunda değil mi? Okuyan bir insan iki insan eder. Kitabevinin camekânında Fransızca ve Arapça olarak böyle yazıyor, okumayan insansa hiçbir işe yaramaz. Son cümlenin üstünü çiziyor ve devam ediyor: Bunun gibi ekonomik kriz dönemlerinde devlet, böyle yerleri en yüksek teklifi verene satmayı iyi bir şey sanıyor. Devlet, yıllardır petrolden gelen parayı har vurup harman savurdu; şimdiyse bakanlar, “Kriz var!”, “Yapacak hiçbir şeyimiz yok,” “Bunlar mesele değil; halkın kitaba değil, ekmeğe ihtiyacı var, kütüphaneleri, kitapçıları satalım,” diye çığırıyorlar. Devlet, her köşe başına cami dikmek için kültürü üç kuruşa elden çıkarıyor! Bir zamanlar kitaplar öyle değerliydi ki, onlara saygıyla bakar, çocuklara kitap sözü verir, sevdiklerimize kitap armağan ederdik!
Gazeteci, kara kaplı defteri elinde, tükenmez kalemi cebinde, haber taslağından memnun, uzaklaşıyor; söz konusu kitabevi Vraies Richesses’in ödünç verme görevlisi Abdallah’a bakmıyor bile. Adam, Charras Sokağı’ndaki kaldırımda tek başına. Boyu neredeyse iki metre ve ahşap bir bastona yaslanmasına rağmen heybetini koruyor. Üzerinde mavi bir gömlek, gri bir pantolon. Omuzlarında, kalın Mısır pamuğundan yapılma beyaz bir örtü duruyor, biraz sararmış olsa da temiz. Adamın yüzü kırışmış, teni solgun, dudakları belirgin. Ağzını bıçak açmıyor. Kocaman, delici siyah bakışlarıyla büyük vitrine bakmakla yetiniyor. Abdallah sessiz bir tip; insanların duygularından bahsetmediği bir yerde ve zamanda, Kabiliye’de büyümüş gururlu bir zat. Oysa gazeteci vaktinin birazını ona soru sormaya ayırsa, yaşlı adam belki de huzur veren pes sesiyle bu mekânın onun için ne ifade ettiğini ve kalbinin bugün neden böylesine kırık olduğunu anlatırdı. Ha, “kalbi kırılmak” deyimini kullanmazdı, başka sözcükler seçerdi. Üzerinden hiç çıkarmadığı beyaz örtüyü sıkı sıkı tutarak öfkeyle yoğurulmuş duygulara öncelik verirdi. Fakat gazeteci çoktan uzaklaşmış. Ofisinde oturmuş, hafif bir ıslık tutturmuş, parmakları klavyenin üzerinde, çılgınlar gibi yazıyor. Islığının, birbirlerine sıkkın bakışlar atan meslektaşlarını rahatsız ettiğinin farkına bile varmıyor.
Eskiden Charras Sokağı olan Hamani Sokağı’nda kış güneşinin gri ışığı sokağı güçbela aydınlatıyor. Esnaf yavaş yavaş dükkânlarını açıyor, hiç aceleleri yok. İç çamaşırcı, bakkal, lokanta, kasap, kuaför, pizzacı, kahvehane… Başımızla bir işaret çakarak ya da koluna hafifçe dokunarak Abdallah’ı selamlıyoruz. Ne hissettiğini biliyoruz. Aramızda kim, son bir gün yaşamamıştır ki burada? Çocuklar yeni boyanmış yaya geçidine uymadan, büyük Fransız, Alman, Japon arabalarının –uluslararası bir geçit töreni– klakson çalan şoförlerini pek umursamadan karşıya geçiyor. Liseliler, üstlerine arkadaşlarının isimleri karalanmış sırt çantalarını taşıyor, sigara içip flört ediyorlar. Küçük oğlanlar, düğmeleri boğazlarına kadar iliklenmiş mavi gömlekler giymiş; kız çocuklarının önlükleri ise pembe.
Bağırıyorlar, birbirlerine sesleniyorlar, gülüyorlar, fısıldaşıyorlar. Okullu bir çocuk Abdallah’a çarpıyor, bu upuzun adamla göz göze gelebilmek için başını iyice havaya kaldırıp özür cümleleri geveliyor ve tokadı yemek istemiyorsa acele etmesi gerektiğini söyleyerek bağıran ablasına doğru koşuyor. Saçlarını ensesinde gelişigüzel toplamış koca kafalı bir kadın, “Pis sümüklüler!” diye haykırıyor. Kimyasal kokan gri suyla dolu kovası ve süpürgesiyle kaldırımı fırçalıyor. Çocuklardan biri kadına el hareketi yapıyor. Kadın, “Gösteririm ben sana!” diye cevap veriyor ve hop, pis su dolu kovayı çocuğa fırlatıyor. Çocuk kaçmaya çalışıyor, ama su bej rengi bez pantolonunun paçalarına sıçrıyor. Tehdit edercesine bağırıyor, “Anneme söyleyeceğim!” ve okula doğru koşarak uzaklaşıyor. Sokak yeniden sakinleşiyor, etrafa tuhaf bir karanlık hâkim. “Zor bir kış olacak, fukarayı da peşinden sürükleyecek,” diyor Moussa, Vraies Richesses’in yanındaki komşu pizzacının işletmecisi. Yüzündeki Afrika kıtası şeklindeki doğum lekesi ve cömertliğiyle bütün mahallede tanınıyor.
Abdallah bastonuna yaslanmış, Moussa’nın yirmi yıldır ilk kez bu sabah, kapkara bir kahveyle yanına uğrayamayacağını düşünüyor. Abdallah, kitapların lekeleneceği korkusuyla Vraies Richesses’e içecekle girilmesine asla izin vermemiş. Akşamüstü, bu haftaki kitaplarını ödünç almak için küçük bir kızın annesiyle birlikte geleceğini biliyor. Pembe etekli, beyaz hırkalı, deri ayakkabılı, saçları yandan toplu. Kız bir bakacak ki, kapı kapalı. Önceleri Abdallah’ı pırıl pırıl vitrininin diğer yanında, kırmızı karıncalarla mücadele eder, uğraşıp dururken görürdük. Bazen mahallenin ergenleri kitap aşırmak için Abdallah’ın arkasını dönmesini bekler, kitapların düzenini yerle bir ederlerdi. Abdallah onlara müsaade ederdi, omuz silkerek Moussa’ya, “Eh, çocukların okumasına vesile olacaksa…” derdi. Arkadaşı, gençlerin kitapları yakındaki bir pazarda sattığını biliyordu, ama Abdallah’a söylemeye dili varmıyordu.
Mahallece bu yalnız adamı severiz. Onun hakkında neler mi biliyoruz? Yaşını bilmeyiz. Kendisi de bilmez. Tarihi belirsiz. Abdallah doğduğunda babası Fransa’nın kuzeyindeki fabrikalardan birinde işçi olarak çalışıyormuş. Kimse doğumunu beyan etmeye gitmemiş. Kitapçı, o günden beri doğum tarihi yerine “tarihi belirsiz” yazan bir evrak taşır. Yaşı ancak bastonundan, eskisine kıyasla daha fazla titreyen ellerinden, dinlerken kulağını uzatmasından, konuşurken yükselen sesinden kestirilir. Karısı, Abdallah’ın Hamani Sokağı’na gelişinden hemen önce, kara on yıl 6 sırasında ölmüş. Hangi tarihte? Nerede? Bu sorulara kimsenin bir cevabı yok. Burada bir adama, ister hayatta olsun ister ölü, ister güzel olsun ister çirkin, ister sevilen biri olsun ister nefret kaynağı, ister başörtülü olsun ister olmasın karısıyla ilgili soru sormak âdet değildir.
Bildiğimiz kadarıyla tek çocuğu var; Kabiliye’de, evli bir kız. Abdallah, Vraies Richesses’te çalışmaya başladığında onun için kitapçının ölçülerini almıştık: Eni yedi metreydi, boyu dört. Kollarını açıp neredeyse duvara değeceğini söyleyerek eğlenirdi. Dik bir merdivenle çıkılan üst kata derme çatma bir şilteyle iki sıcak battaniye atmıştı, en başından beri mekânın ısıtması yoktu. Ayrıca elektrikli bir ocak, küçücük bir buzdolabı ve bir başucu lambası da aldı. Abdest almak ve giysilerini yıkamak için kitabevinin tuvaletini kullanırdı. Daha önce belediyenin ek binalarından birinde çalışır, kâğıtlara damga basarmış. Bütün gün damgalaması gereken bin türlü belge gelirmiş. Neyse ki insanlar onu severmiş ve vakit ayırıp onunla sohbet edermiş. Karısının ölümünden sonra, 1997 yılında kendi talebi üzerine tayini bu kitabevine çıkmış ve ona, emekli olana dek oradan ayrılmayacağına dair bir belge vermişler. Sonunda emeklilik vakti gelip çatmış. Ama onu unutmuşlar.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıZenginliklerimiz
- Sayfa Sayısı194
- YazarKaouther Adimi
- ISBN9786257314794
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Haykırış ~ Lu Xun
Haykırış
Lu Xun
Haykırış, modern Çin’in en önemli edebiyatçılarından Lu Xun’un kaleminden çıkan ve dönemin acılarını, değişim arzusunu ve devrimci fikirlerini güçlü bir şekilde yansıtan kısa hikâyelerden...
- Canavarın Çağrısı ~ Patrick Ness
Canavarın Çağrısı
Patrick Ness
Eleştirmenler tarafından büyük övgüyle karşılanan ve pek çok ülkenin çoksatanlar listesine girmeyi başaran “Kaos Yürüyüşü” üçlemesinin iki Carnegie Madalyalı İngiliz yazarı Patrick Ness’ten okurların ruhunda fırtınalar koparacak sarsıcı bir...
- Deniz Kurdu ~ Jack London
Deniz Kurdu
Jack London
Jack London’ın roman kişileri, insan ile doğa arasında bir zanıanlarki birlikteliği arar, onun izlerini bulur, içlerindeki doğaya çarpar, onu yüzeye çıkartabildikleri ölçüde vahşileşir, insanlıklarından...