Yaşamın şiiri, varlığın safsatası ve delilerin bilgeliği… Kerouac, Beat Kuşağı’nın kutsal kitapları arasında yer alan Zen Kaçıkları’nda gerçeğin, gerçeklerin peşinde; tayfa toplanmış yine, zihinler hiç olmadığı kadar berrak, keyifler yerinde; insanlığın geçmişi ve geleceği, şimdi ile birlikte tek bir ânın içinde. Dünya keşfedilmeyi bekliyor, tren rayları düşlerin mavi ormanlarına koşuyor ve onlar, coşkunun kucağında dağlara, dostluğa ve dere tepe düz gidilen yollara sığınıyor. San Francisco’nun şiirli şaraplı gecelerinden ıssız mı ıssız zirvelere uzanan, Meksika çılgınlıklarıyla, doğanın duruluğuyla, trenlerde kaçak seyahat ederken yaşanan aydınlanmalarla beslenen bir macera bu ve sevgi başrolde. En arı, en vurucu, en doğal haliyle.
Kerouac, Gary Snyder ile dostluğundan ilhamla yazdığı bu kült romanda zihnin sır perdesini aralıyor. Gerçeğin özü Zen’de ya da bir kuş kanadının havada bıraktığı belli belirsiz izde sadece ve yaşam zor olsa bile, görkemli yine de.
Unutmayın: Tırmanınca o en yüksek dağın tepesine, tırmanmaya devam etmek gerekmekte.
1995
Bir
1955’in Eylül sonlarına doğru, günlerden bir gün, tam öğle vaktinde Los Angeles’tan kalkan marşandize atlayıp üstü açık bir yük vagonuna daldım, yere uzandım, torbamı yastık edip başımı yasladım ve tren kuzeye, Santa Barbara’ya giderken ayak ayak üstüne atarak bulutları seyre daldım. Bu bir posta treni olduğundan o gece Santa Barbara plajında uyurum diyordum, ertesi sabah da San Luis Obispo postasını yakalayacak ya da doğruca San Francisco’ya giden 19.00 ekspresini bekleyecektim. Keçileri kaçıran Charlie Parker’ın dinlenip de sağlığına kavuştuğu Camarillo’nun dışında bir yerlerde cılız, yaşlı bir ipsiz tırmanıverdi bizim vagona, o ara katar, gelen trene yol vermek için yan hatta çekilmişti, herif şaşırdı görünce beni. Vagonun öbür ucuna yerleşti ve kendi sersefil torbacığını başının altına koyup yüzü bana dönük halde tek söz etmeden uzandı. Doğuya yol alan tren ana hatta çıkıp hareket etmeye başlayınca yavaş yavaş ileri işaretini veren düdüğü çaldılar ve hava soğur, denizden esen rüzgâr öbür yanımızdaki vadileri sisle kaplarken trenimiz oradan ayrıldı. Bizim yaşlı ipsizle birlikte, buz kesen çeliğin üzerinde, ince giysilerimiz içinde birbirimize sokularak boşuna ısınmaya çalıştık, sonra kalkıp kendi köşelerimize giderek ileri geri vagonu aşındırmaya, zıplamaya, kollarımızı savurmaya başladık. Az sonra ufak bir istasyonda gene yan hatta girmekteydik, firsat bu fırsattır diyerek, bir koşu büfeden koca bir şişe şarap almaya niyetlendim. Santa Barbara’ya kadar soğukta tepinip durmaktan iyiydi bu. “Ben gidip bir şişe şarap alırken bakar misin şu torbaya?”
“Olur tabii.”
Vagondan atladım ve 101 Numaralı Karayolu’nu aşıp büfeye koştum, şaraptan başka biraz ekmek ve çikolata da aldım. Kalkmasına daha on beş dakika olduğundan, şimdi şimdi ılınmış, güneşli havada bekleyen trenime koştum. Gerçi akşam yaklaşıyordu ve illa ki ayaz çıkacaktı. Bizim cılız ipsiz köşesinde bağdaş kurmuş, önünde ufak bir teneke sardalye ile oturuyordu. Acıdım ona, yanına gidip, “Biraz şarap iç de ısın, ha? Peynir ekmek de var, sardalyenle yersin,” dedim.
“Olur tabii.” Ta derinlerde bir yerden gelen, ürkek ya da kendini belli etmek istemezmiş gibi bir sesi vardı. Peyniri üç gün önce Mexico City’de almıştım, El Paso sınırına dek Zacatecas, Durango ve Chihuahua üzerinden yaptığım berbat, uzun otobüs yolculuğundan önce. Bizimki peynirle ekmeği, şarabı zevkle, minnet içinde gövdeye indirdi. Keyiflendim. Hemen aklıma Elmas Sutra’daki şu satırlar geldi; “İyilik yaparken iyilik yapma düşüncesinden uzak tutun zihninizi, iyilik bir sözcükten başka nedir ki!” O günlerde pek sofuydum ve dinsel buyrukları kılı kılina uygulamaya çabalıyordum. O zamandan bu zamana, o sahte bağlılığım konusunda az buçuk iki yüzlü olup çıktım, yoruldum artık, benden geçti. Eh, yaşlandım, çektim elimi eteğimi… O sıralar yardımseverliğin de, iyi yürekliliğin de, alçakgönüllülüğün de, coşkunluğun da, yapmacıksız durgunluğun da, bilgeliğin de, esrimenin de gerçekliğine sahiden inanıyordum; çağdaş giysilere bürünmüş, Gerçek Anlam ya da Dharma çarkını çeviren bir ahir zaman Buda’sı (Uyandırıcısı), ahir zamanın Cennetlik Kahramanı payesini kazanmak için dünyayı (genellikle New York’tan, Mexico City’den, San Francisco’dan kurulu bir dev üçgen üzerinde) gezip tozan bir eski zaman bhikku’su olduğumu sanıyordum. Daha tanışmamıştım Japhy Ryder’la; bir hafta sonra olacaktı bu karşılaşma; o aralar benden âlâ Dharma Serserisi zor bulunmasına ve kendimi gezgin bir derviş gibi görmeme karşın, “Dharma Serserileri” diye bir şey duymuş işitmiş değildim. Vagondaki cılız serseri şarapla ısınıp da konuşmaya başlayınca, hele hele Azize Teresa’nın, ölümünden sonra yeryüzüne dönerek cennetten devşirdiği gülleri sonsuza dek tüm canlıların üzerine saçacağını bildiren duasını içeren ufak kâğıt parçasını da fora edince tüm inançlarım pekişiverdi.
“Nerden buldun bunu?” diye sordum.
“Ah! Birkaç yıl önce Los Angeles’taki bir kütüphanedeki dergiden yırtmıştım. Hep yanımda taşırım.”
“Ve vagonlarda böyle çömelip duanı okursun, öyle mi?” “Hemen her gün.” Başkaca bir laf çıkmadı ağzından, Azize Teresa konusunu falan eşelemedi, dininde de alçakgönüllüydü mübarek, kişisel yaşamından hiç söz etmedi. Birak anacaddeleri, en fakir mahallelerde bile kimsenin iplemediği silik, süklüm püklüm serseriler olur ya, bu da onlardan biriydi. Bir aynasız itelese bunu hemen toz olurdu; koskoca istasyonların çevresinde hat bekçilerine çaktırmadan otların arasında tam siper, gölgeden gölgeye zıplardı bu herif, tam tren çekmiş gidiyor, hop içeri, kimse onu göremezdi. Ertesi gece Zipper Ekspresi’ne atlayacağımı söyledim fakire. “Oo!” dedi, “Yani Gece Yarısı Hayaleti’ne.” “Zipper’a öyle mi deniyor?”
“O hatta çalıştın galiba sen.”
“Çalıştım ya. Güney Pasifik hattında frenciydik.”
“Biz serseri takımı Geceyarısı Hayaleti deriz ona. Los Angeles’ta binersin, sabaha San Francisco’ya varırsın, kimse görmez seni. Öyle hızlı gider.”
“Saatte yüz yirmi kilometre, dosdoğru.”
“Tamam da, Gavioty’nin kuzeyinde sahilden giderken, hele de geceleri Surf’ü geçerken esaslı soğuk yapar.”
“Surf ya, öyledir orası. Bir de Margarita’nın güneyine inerken dağlarda.”
“Margarity ya! Ama öyle çok bindim ki o Hayalet’e, sayısıni unuttum.”
“Memlekete gitmeyeli ne kadar oldu?”
“Epey oldu. Kaç yıl unuttum, tahmin bile edemem. Ohio’dur bizim memleket.”
Sonra tren kalkıverdi, rüzgâr yine ayaza kesti, sis indi ve donmayalım diye, dişlerimiz daha fazla çatırdamasın diye sonraki bir buçuk saat boyunca var gücümüzle, irademizle didindik. Ardından ben, bir köşeye kıvrılıp, soğuğu kesmek için sıcaklık üzerine, bilfiil Tanrı’nın sıcaklığını soğurmak için meditasyon yapmayı denedim. Olmadı. Ayağa fırladım ve kol bacak sallayarak, şarkı söyleyerek devindim. Bizim ufak tefek serseri benden daha sabırlıydı fakat, yattığı yerde, yapayalnız, uzaklara dalıp acı acı düşündü. Dişlerim takırdadı, dudaklarım mosmor oldu. Karanlık bastığında, şükür, Santa Barbara’nın dağlaΠ rı göründü, yani az sonra duracak, rayların üzerinde, yıldızların altında ısınacaktık.
Geçitte yere atladık ve bizim Azize Teresa ipsiziyle vedalaştık. Ben doğruca battaniyelerime sarınıp uyumak için kumsala, ta ötelere, aynasızların beni görüp de götüremeyecekleri sarp bir kayalığın dibine gittim. Topladığım dallarla büyük bir ateş yaktım, yonttuğum çubuklara geçirdiğim sosisleri bir güzel közledim, ateş çukurundaki kızgın külün üzerinde bir teneke kuru fasulye ile bir teneke de peynirli makarna kaynattım ve yeni aldığım şarabımı yudumladım, yaşamımın en keyifli gecelerinden biriydi bu; coştum. Kıyıya gidip sığlıkta yürüdüm; bir iki kez de suya dalıverdim. Ve dikilip ayağa, nur saçan yıldızlara baktım, Avalokitesvara’nın karanlıklardan ve pırlantalardan örülü on-tansıklı evrenine. “Haydi oğlum, Ray,” diye bağınyordum sevinçle, “üç beş kilometre kaldı sadece. Gene başardın işte.” Mutluydum. Üzerimde mayom, yalınayak, saçlar dağınık, ateşin kızartısında şarkı söylüyor, kafayı çekiyor, sağa sola tükürüyor, zıplıyor, koşuyordum; yaşamak buydu işte. Yumuşacık kumlarında plajın, tek başıma, özgür; iç çekiyor deniz, bakire rahmi gibi ipilik yansıyor yıldızlar suyun karnına karnına. Öğüt: Konserve tenekeleriniz kızgın diye elle tutamıyorsanız, hemen pırtık trenci eldivenlerinize müracaat edin, kâfi. Teneke ilinadursun, biraz şarap içip düşüncelere daldım. Kumda bağdaş kurup yaşamımı düşündüm. Haydi canım, ne fark ederdi ki? “Neler var kısmetimde acaba?” Sonra şarap iyice acıktırdı beni, sosislere yumuldum, çubuğu ağzıma dayadığım gibi şapır şupur, izci kaşığımla iki tenekeye atıldım, sıcak etli fasulyeleri, soslu makarnaları, eh birazcık da kumları çalakaşık mideye indirdim. “Kaç kum tanesi var bu plajda acaba?” diye düşündüm. “Gökteki yıldızlar kadar kum tanesi olmalı.” (şapır şupur) “Pekâlâ, kaç kişi geçmiştir bu dünyadan, yani başlangıçsız zamandan da daha önceden bu yana kaç kişi yaşamıştır? Ne bileyim yahu, herhalde bu plajdaki kumların sayısını on binlerce bucaksız fingirmingir-kozmosun yıldız sayısıyla çarpmak filan mı desem ki, IBM’le Burroughs ortaklaşa çıkaramazlar belki bile, ne bileyim ben kaç kişi…” (bir firt daha) “Tam olarak bilemem ama, tatlı Azize Teresa’yla o iyi ruhlu ihtiyarın şu dakika başıma boca ettiği gül zambak sağanağı altında birkaç trilyon sekstrilyon kare hıyarloti çiğneyip durmuş olmalı bu dünyayı.”
Ve yemek bitince kırmızı bandanamla ağzımı sildim, tuzlu deniz suyuyla bulaşıkları yıkadım, bir iki kum öbeğini tekmeledim, dolaştım, kuruladım, kaldırdım, emektar kaşığı torbama yerleştirdim, sarınıp battaniyeme yattım deliksiz bir uyku çekmeye-sırf uyku. Gece uyanıvermişim. “Vay be! Nerdeyim ben, kızlar koşuşuyor mazimde, sonsuz bir basketbol oyunu mu ne bu? Evim mi yanıyor ne!” Sıra sıra dalgalar ta battaniyeme ulaşmaktaydı kabaran denizden, oydu sadece. “Denizminaresi gibi semsert ve yaşlıyım ben,” derken yine uyudum ve üç dilim de…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıZen Kaçıkları
- Sayfa Sayısı256
- YazarJack Kerouac
- ISBN9786055903695
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviSiren Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Altın ~ Chris Cleave
Altın
Chris Cleave
Genellikle tam burada, size bu kitabın konusunu anlatırız, ama söz konusu Chris Cleave olunca işler biraz değişiyor. Çünkü eğer KÜÇÜK ARI’yı ya da KUNDAKÇI’yı...
- Sadece Seninim ~ Susan Andersen
Sadece Seninim
Susan Andersen
Catherine MacPherson’ın beklediği son şey, kaba bir ödül avcısının gözetiminde, kız kardeşinin minicik kıyafetlerinden oluşan bir bavulla, Greyhound otobüs şirketine ait bir otobüste yolculuk...
- Lost / Yaşam Belirtileri ~ Frank Thompson
Lost / Yaşam Belirtileri
Frank Thompson
Sydney’den Los Angeles’a uçan Oceanic Havayolları’nın 815 sefer sayılı uçağının düşmesiyle, kazadan sonra hayatta kalan 48 yolcu kendilerini, ıssız, tropik ve gizemlerle dolu bir...