Aşk için ne kadar sabredebilirsin?
Küçük yaşta yaşadığı zorluklara rağmen yeteneğine tutunarak zaman içinde başarılı bir sporcu olan Anthony, ailesini kaybeden Dany’de gördüğü ışığın peşinden gider ve onun sorumluluğunu üzerine alır. Duygusuz ve içine kapanık Anthony için bu karar bir dönüm noktasıdır. Çünkü hayatına dahil ettiği bu kız ya onun için bir hayal kırıklığı olacak ya da sert bir kabuğun içine sığınmış bu adamı ödüllerin en büyüğüyle taçlandıracaktır…
Iris Johansen’ın neredeyse aynı kaderi yaşayan ancak birbirinden oldukça farklı karaktere sahip iki insanın hayata aşkla tutunuşlarını anlattığı bu roman, dolu dolu bir romantizm sunuyor.
“Harikulade bir hikâye… Zamanın Rengi Aşktır, güçlüklerin ortasında kalan ve birbirine tamamen zıt iki âşığı önyargıların merkezine alan bir roman.”
-BookPage-
“İnsanların birbirlerini keşfedişleri bu kadar gerçekçi anlatılamazdı. İnsan ilişkileri oldukça karmaşık bir tema ve Iris Johansen, iki âşığın gözünden bu karmaşık temayı başarıyla işliyor.”
-Romantic Times-
“Iris Johansen’ın aşkın büyüleyici dokunuşlarıyla yazdığı bu romanını okurken, romantizme teslim olduğunuzu fark edeceksiniz.”
-Woman’s Day-
***
Sevgili Okur,
Ben her zaman artistik buz pateninin meraklı bir hayranı olmuşumdur. Bu sporun zarafeti ve ritmi bana hep büyülü gelmiştir. Mükemmele ulaşmak için işin içine katılan disiplin sayesinde kendimi bu spordan hiç alamamışımdır.
Peki ya Olimpiyatlar? Yarışmanın heyecanı ve hayatında sadece bir kez altın madalya kazanacak olma fikri? Elimden başka ne gelirdi ki? Tek yapabileceğim Olimpiyatları ve ömrünü altın madalya kazanmaya adamış bir sporcuyu aynı hikâyede birleştirmek olabilirdi. Evet, bu hikâye kesinlikle tutkulu ve romantik bir hikâye… Dany Alexander ve Anthony Malik karakterlerini severek yarattım. Umuyorum sizler de bu sporun tutkusundan ve güzelliğinden nasibinizi alırsınız. Eğer bunu yapabilirsem, amacıma ulaşmışım demektir.
Tadım çıkarın!
Iris Johansen
Birinci Bölüm
Dany elinde tuttuğu güllerin saplarını sımsıkı kavrarken bir yandan da içinden, “Ah, lütfen 5.7 versinler,” diye dualar ediyordu. 6.0 puan almak herkes için neredeyse imkânsız olduğundan Dany en azından ona yakın bir puan alabilmeyi umuyordu. Daha birkaç dakika önce buzun üzerindeki çiçek buketini yerden nazikçe alıp yüzünde minnetini ifade eden kocaman bir tebessümle seyircilere selam vermiş ve sonra da paten alanının etrafından kayarak yerine gelmişti. Bunu yapmayı ona Anthony öğretmişti; tıpkı diğer her şeyi öğrettiği gibi… Anthony yüzündeki o alaycı minik tebessümle, “İzleyicinin gönlünü kazanan bir hareket,” demişti bunun için. “Seyircilerini memnun etmek senin işinin bir parçası Dany.”
Ne var ki bugün Dany’nin memnun etmek istediği kişiler seyircilerden çok, jüri üyeleriydi. Seyircisiyle aralarında zaten her zaman güzel bir etkileşim vardı. Sahneye çıkıp gösterisini sunduğu her an onların o sıcaklığının ve hayranlığının onu sarıp sarmaladığını yürekten hissedebiliyordu. Seyircileri ne olursa olsun her zaman onun yanındaydılar ve Dany bunun için onlara minnettardı. Özellikle de Anthony’nin finallerde yanında olmayacağını öğrendiği bugünde bu desteğe gerçekten ihtiyacı vardı.
Sımsıkı kavradığı gülleri bir elinden diğer eline geçirip terleyen avuçlarını gerginlikle, gümüş rengi ince tülden yapılmış buz pateni kostümüne sildi. Bunu yaparken gözlerini jüriden bir an olsun ayırmıyor ve kendi kendine, “Neden biraz acele etmiyorlar ki sanki?” diye mırıldanıyordu.
Yanında duran Beau Lantry yüzündeki gergin ifadeyle, “Sonuçlar birazdan açıklanır, tatlım,” diyerek onu teskin etmeye çalışıyordu. “Şu üçüncü jüri üyesi bütün akşam puanlarını en son veren kişi oldu.” Elini, onu desteklercesine Dany’nin omzuna attı. “Bunun bir ölüm kalım meselesi olmadığını biliyorsun.” Onun o tembel, ağır, güneyli konuşma tarzı Dany’nin iyiden iyiye gerilen sinirlerine çok iyi gelmişti. “Bir yarışmanın seni altüst etmesine izin veremezsin Dany.”
Dany ifadesiz bir yüzle, “Gel de bunu Anthony’ye anlat,” dedi. Sakinleşmek istercesine derin bir nefes aldı. “Başarısızlık kelimesini bir türlü anlamıyor. Özellikle de Birleşik Devletler Şampiyonası gibi önemli yarışmalarda.”
“Doğru.” Beau’nun dudakları tuhaf bir biçimde kıvrılmıştı. “Ama yine de muhtemelen sana değil, bana kızacaktır. Senin hocan benim. Bu yüzden de boynu vurulacak biri varsa bu kesinlikle ben olacağım. Birlikte çalıştığımız onca sene boyunca onun sana bir kez olsun bile bağırdığını duymadım.”
“Buna hiç gerek olmadı ki.” Gerçekten de Anthony’nin tek yapması gereken istediğinde bir Norveç buzulu kadar soğuk bakabildiği gümüş yeşili gözlerini sessizce Dany’nin üzerine dikmekti. İşte o zaman Dany bu keskin mükemmellik karşısında kendini tıpkı bir çocuk gibi savunmasız hissediyordu. Daha doğrusu, kendini her zamankinden daha da savunmasız hissediyordu. Çocukken Anthony ona karşı daha nazikti. Evet, belki o zamanlarda da çok sıcak değildi ama Dany’nin Çocuk Şampiyonası’nı kazandığı zamandan beri dönüştüğü insafsız hocadan çok daha anlayışlı biriydi.
Dany tam da böyle hissederken tabelada teknik puanların belirmeye başlamasıyla kalabalıktan hoşnutsuzluk belirtileri olan homurtular yükseldiğini duydu. Gergin bir biçimde puanları kafasında sıralayıp dudağını ısırdı. Bu notlar onu zirveye taşımaya yetmiyordu.
“Endişelenme,” dedi Beau. “Artistik puanlarda yukarı çıkacaksındır. Hep öyle oluyor.”
Dany kendi kendine, “Belki,” diye mırıldandı.
Sonra da tabelada bu kez ikinci puanlamalar ardı ardına belirmeye başladı. Bu puanlar ilk puanlardan da düşüktü. Muhtemelen karma puan 5.6’yı geçmeyecek, diye düşündü Dany. Oysaki onun 5.7’ye ihtiyacı vardı. Bu da ikincilik demekti. Şampiyonayı kazanamamıştı. Ah, Tanrım, Anthony bu işe ne diyecekti acaba?
Beau aceleyle Dany’yi kendine doğru çevirdi, bu şekilde Dany sırtını seyircilere dönmüştü. Beau yakışıklı yüzüne kararlı bir tebessüm ve ela gözlerine de anlayışla parıldayan bir sıcaklık yerleştirmişti. Sakince, “Bir süreliğine sadece bana bak tatlım,” dedi. “Bir dakika içinde yeniden kendine gelmiş olursun ancak televizyon kameralarının kaybedenleri zumlamayı ne kadar da sevdiklerini bilirsin. Ne kadar üzgün olduğunu bilmelerini istemezsin, öyle değil mi?
Dany sersem bir ifadeyle, “Hayır, istemem,” dedi. Anthony ona ne olursa olsun yüzüne her zaman kocaman bir gülümseme yerleştirmeyi öğretmişti. Eğer şimdi herkesin önünde dağılacak olursa hiç şüphesiz daha çok sinirlenecekti. Dany içinde hayal kırıklığını ve üzüntüsünü bastıran bir öfke hissetti. Eğer Anthony ondan kusursuz olmasını istiyorsa ne diye ona yardımcı olmak için yanında değildi ki? Kendi kendine bunu sorup duruyordu. Neden Anthony burada değildi? Dany yine de tüm hislerini bir maskenin ardına gizleyip Be- au’nun tebessümüne her zamanki kocaman anlamsız tebessümlerinden biriyle karşılık verdi. Usulca “Şimdi daha iyiyim,” dedi. “Beni toparladığın için teşekkür ederim. Yüzünü kameralara döndü ve yüzündeki rahat ifadeyle kürsüye çıkıp ikincilik madalyasını alarak birinci olduğu için Margie’yi tebrik etmek üzere beklemeye başladı. Ah Tanrım, tüm bunlar neden hemen şimdi olmak zorundaydı? Bütün sene boyunca görünürdeki tüm birincilikleri kazanmışken Olimpiyatlardan tam da bir ay önce birinciliği Margie Brandon’a kaptırmıştı. Calgary’deki Olimpiyatlara spor dünyasındaki herkesin acaba kariyerinde düşüş mü yaşayacak endişesi ile gidecekti.
Beau onu hafifçe itekleyerek usulca, “Sıra sende,” dedi. “Biraz daha dayan, sonra içeri gidip tüm kapılarını kapatabilirsin. Koridorda bekleyen bir televizyon spikeri olacak ama ben seni birkaç dakika içinde ondan da kurtaracağım.
“Teşekkürler, Beau. Bunu yapacağını biliyorum.” Bu kez Dany’nin yüzündeki tebessüm, sevgi dolu gerçek bir tebessümdü. Böyle zamanlarda Beau’nun düşünceliliği olmasa ne yapacağını bilemiyordu. Buzun üzerinde kayarak kürsüye doğru ilerledi. Bir zamanlar onu şampiyon yapan ince, kırılgan bedeniyle, ipek gibi ışıldayan kestane rengi saçlarıyla taçlanmış başını yılmaz bir gururla dimdik tutarak kürsüye doğru kaydı.
Yirmi dakika sonra, koridorda odasının hemen önünde bekleyen spikerin sorularını savuşturmaya çalışırken, Beau’nun onu bu durumdan kurtarabileceğine olan inancı kırılmaya başlamıştı. Dany pek çok spor spikerini sempatik bulmasına rağmen, Jay Monteith’i hem çok ısrarcı hem de bir sansar kadar yabani buluyordu. Beau’nun onu spikerin pençelerinden kurtarma çabaları sonuçsuz kalmıştı.
Monteith, “Bayan Alexander, son iki yıldır Birleşik Devletler Şampiyonası’nı siz kazanıyordunuz,” dedi. “Olimpiyatlara bu kadar kısa bir süre kalmışken tahtınızdan edilmiş olmanız sizi bir hayli üzmüş olsa gerek. Bu durum antrenman planlarınızda bir değişikliğe neden olacak mı?” diye sordu. Elindeki mikrofonu tıpkı bir silah gibi ona doğrultmuştu.
Dany elinden geldiğince ifadesiz bir ses tonuyla, “Aslında, bu durumun beni mutlu ettiğini pek söyleyemem,” dedi. “Ama bu durum antrenman planlarımı hiçbir şekilde değiştirmeyecek. Ben her nasıl olsa bu ay sıkı bir şekilde çalışacaktım.”
Monteith kara gözlerini kısıp, Dany’nin suratında meydana gelecek en ufak bir ifade değişikliğinin avcılığına soyundu ve, “Anthony Malik bu yenilginize nasıl tepki verecek sizce?” diye sordu. “Görüyorum ki kendisi bugün burada değil. Kraliçenin değiştiğinden haberdar mı acaba?”
Dany soğukkanlılıkla, “Hiçbir fikrim yok,” dedi. Ne kadar da sinir bozucu bir güdük bu böyle, diye düşündü. Hiç şüphe yok ki gazeteciliği Howard Cosell’dan öğrenmişti. “Henüz Bay Malik ile görüşmedim. Bu sebeple haberdar olduğunu sanmıyorum. Ama eminim ki, duysa da her zamanki desteğini esirgemeyecektir.”
Monteith yumuşacık bir sesle, “Demek yine de destek olur diyorsunuz,” dedi. “Bay Malik’in çocukluğunuzdan beri bu noktaya gelebilmeniz ve eğitiminiz için iki yüz bin dolar harcadığını biliyorum. Şimdi oyunun tam da bu aşamasında elindeki yatırımın bir kaybeden olmasından hoşlanacağını hiç sanmıyorum. Sizin yaşınızdayken Olimpiyatlarda altın madalya da dahil olmak üzere her türlü artistik buz pateni madalyasını silip süpürürdü. Sizin için böylesi bir kariyere ulaşmanın zor olacağını düşünüyor musunuz?”
Dany çıkışarak, “Hayır, neden öyle düşüneyim?” dedi. “Buzun üzerindeyken yalnızca kendimle yarışırım, başkasıyla değil, Bu işi başkalarıyla kıyaslanmak için de yapmıyorum. Anthony Malik artistik buz pateninde bir efsanedir. Ondan önce sahnede onun gibi biri yoktu; bıraktıktan sonra da hiç olmadı. Bu benim spor dünyasına kendi imzamı atamayacağımı göstermez.”
Monteith ısrarcıydı. “Malik neden yarışmaya gelmedi?” Anthony neden burada yoktu ki, kahretsin? Bugün ona ihtiyaç duyacağını bilmiyor muydu? Dany, “Dynathe Holdingi’ni devraldığından bu yana meşgul,” dedi duraksayarak. “Eğer gelebilecek durumda olsaydı burada olacağından eminim.”
Beau araya girip, Dany’nin odasının kapısını açtı ve onu içeri doğru iteklerken, “Bayan Alexander’ı mazur görseniz iyi olur,” dedi. “Çok yorucu bir gün geçirdi ve yetişmesi gereken bir uçak var.” Bileğindeki altın saate bir bakış fırlattı. “Hem de iki saat içinde.” Yüzündeki nezaket dolu tebessümle kendisi de geriye doğru bir adım atarak içeri girdi. “Eminim ki sizler buna anlayış gösterirsiniz.” Elinden geldiğince nazik bir biçimde kapıyı kapattı.
Marta Paulsen tıknaz, kare vücuduyla aceleyle onlara doğru bir hamle yaptı. Dany’yi hızla bir sandalyeye itip, patenlerini çıkarmak için eğilirken, “Ne diye onu daha önceden kurtarmadın ki?” diye soruyordu. “Neredeyse artık dayanamayıp kapıyı açacak ve onu içeri çekecektim. Şu Monteith denen adam kendini ne sanıyor böyle? Eğer Anthony burada olsaydı, bu pisliğin yaptığını yanına bırakmazdı.” Kocaman güçlü elleri patenlerin bağcıklarıyla boğuşurken gözlerini Dany’ye dikti. “Haksızlık ettiler. Brandon denen o kız buzun üzerinde tıpkı bir inek gibi görünüyordu.”
Dany başını iki yana salladı. “Gayet iyiydi. Geçen seneden bu yana çok yol kat etti. Eğilip Marta’nın kıvır kıvır sarışın başını hafifçe vurarak okşadı. “Bana hep haksızlık edildiğini söylüyorsun. Sen de biliyorsun ki bugün günümde değildim.” Bakışlarını kasıtlı olarak odanın diğer köşesindeki bir sandalyeye çöken Beau’ya çevirdi. “Sen de öyle Beau.” Beau üzerine tüvit kumaştan bir pantolon geçirdiği bacaklarını öne doğru uzattı. “Daha iyi olduğun zamanları görmüştüm,” diyerek kabullendi. “Sona doğru biraz da ruhsuzdun. Ama yine de tekniğin iyiydi.”
Marta sanki bu lafa içerlemiş gibi, “Ruhsuz,” diye söylendi. “Dany’nin kayışı hiçbir zaman ruhsuz olmamıştır.” Dany bitkin bir halde, “Bugüne kadar öyleydi,” dedi. “Hadi artık şu gerçekle yüzleşelim ki, bugünkü tekniğim de, artistik anlamdaki görünüşüm de vasattı.”
Marta mavi gözlerindeki hüzünle, “O Brandon ineğinin de çok iyi olduğu söylenemezdi ama,” diyerek homurdandı. Dany’nin ayağından ikinci patenini de çıkarıp ayak taraklarına güçlü, hünerli elleriyle masaj yapmaya başladı. “Kaskatı kesilmişsin. Soyun da duştan önce seni biraz gevşeteyim.” Dany sandalyeye sırtını yaslayıp, gözlerini kapattı. Bu kulağa çok hoş geliyordu. Marta bir masöz olarak tam anlamıyla işinin ehliydi. Gerilmiş, sertleşmiş kaslar üzerinde gezinen parmakları birer sihirbaz gibilerdi. Hem anaç bir tavrı vardı, hem de kolları ve omuzları çok güçlüydü. “Birkaç dakikaya kalmaz. Kendini bana bırak.”
Beau araya girerek, “Üzgünüm Dany, buna vaktin yok,” dedi. “Ne masaja ne de dinlenmeye. İki saat sonra kalkacak olan uçak Denver’dan Salt Lake City’ye bugün giden son uçak. Anthony senden Parke’daki Inn oteline bu gece giriş yapmanı ve orada dinlenmeni istiyor.”
Dany gözlerini açtı. Yüzündeki buruk tebessümle, “O halde patronumuz ve efendimiz ne diyorsa onu yapacağız,” dedi. “Kafamıza göre hareket edip mükemmel adamımızın canını sıkmak istemeyiz.”
Beau usulca doğrularak dalgın bir ifadeyle ellerini, modaya uygun biçimde kesilmiş bakır rengi saçlarının arasından geçirdi. “Hayır, bunu hiç istemeyiz.” İçinde altın rengi beneklerin olduğu ela gözleri oldukça ciddiydi. “Hepimiz Anthony’ye çok şey borçluyuz. Ve bize verdiklerinin karşısında bizden çok dia fazla şey bekliyor sayılmaz.”
Dany suratını ekşiterek, “Evet, sadece günde yirmi dört saat; yılda da üç yüz altmış beş gün itaat ve hizmet bekliyor,” diye çıkıştı. Dany neden şimdi böyle konuşuyordu? Her şeyini Anthony’ye borçlu olduğunu o da çok iyi biliyordu. Ama sanki ona bu sözleri söyleten, içini acıtan bir şeyler vardı. Beau ve Marta gözlerini şaşkınlıkla ona dikmişlerdi ama bu bakışlar sadece Dany’nin hiç alışıldık olmadıkları asiliğini daha da körükler gibiydi. “Neden bana öyle bakıyorsunuz? Yoksa her şeye gücü yeten liderimize hainlik mi ediyorum? Tanrı aşkına, neden herkes ondan bu kadar korkuyor?”…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıZamanın Rengi Aşktır
- Sayfa Sayısı240
- YazarIris Johansen
- ÇevirmenBahar Yaldız Çelik
- ISBN9786053482031
- Boyutlar, Kapak14 x 21 cm , Karton Kapak
- YayıneviMartı Yayınevi / 2013-12
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bütün Günlerin Akşamı ~ Jenny Erpenbeck
Bütün Günlerin Akşamı
Jenny Erpenbeck
İnsan kaç kere ölebilir? Ölüm ânı gelip çattığında kimdir?Bütün Günlerin Akşamı bir yolculuk: Küçük tesadüflerle başka zamanlara, başka mekânlara sürüklenen, bir yanıyla hep aynı...
- Otto ~ Lisa St Aubin de Teran
Otto
Lisa St Aubin de Teran
“1934 yılında San Cristobal de Torondoy yakınlarında kayıp bir küçük köyde ağabeyimden on bir ay sonra doğdum. Ağabeyim ne kadar yakışıklıydıysa, ben de o...
- Dördüncü Kanat ~ Rebecca Yarros
Dördüncü Kanat
Rebecca Yarros
New YorkTimes çoksatan yazarı Rebecca Yarros’un kaleminden ejderha binicilerine özel savaş akademisinin seçkin ve acımasız dünyasına hoş geldiniz! Kitaplar ve tarih arasında sakin bir...