Geçmişten gelen bir hikâye bugünle buluşunca neler olur ? Gelecekte de devam edeceğini gösteren tüm işaretlere rağmen, zamanın hâlâ saatlerin içerisine sıkıştığını düşünmeye devam mı etmek gerekir ?
Birkaç çocuk, sonra birkaç delikanlı ve birkaç adamın hikâyesi bu. Yaşadıkları bilmeceyi çözerken kendi hayatlarını da yaşamayı ihmal etmeyen, dostluğu, arkadaşlığı, akraba olmayı anlatan bir kitap.
Zaman Tamircisinin Dükkânı, kurgusuyla, üslubuyla ve içeriğiyle sizleri çok eski dönemlere götürecek.
İzgören Yayınları’nın son kitabı okuyucusuyla buluşmaya hazır.
Keyifli Okumalar…
Saat gece yarısını geçiyordu. Karaca, yazdığı son satırları okurken acıyla gülümsedi. Elindeki kalemi masaya bıraktı. Başını çevirdi. Hayri, hâlâ uyuyordu. Odanın içindeki sarı ışık, dostunun yüzünü aydınlatıyordu. Karaca, Hayri’nin saçlarına düşen beyazlarda, yüzünün çizgilerinde çocukluğunu aradı. Boğazındaki düğüm o anda çözülüverdi. Gözlerini kitaplarına dikti birden. Bacaklarındaki tuhaf titreyişe aldırmadan odada gezindi. Üşüyordu. Elleriyle sardı kollarını. İki büklüm çöküverdi kitaplarının önüne.
“Bırakıp gitmek…” diye mırıldandı.
“Bırakıp gitmek…”
Hayri’ye baktı yeniden. Ürperen elleriyle dokundu ona.
“Hayri!” diye seslendi usulca. Hayri’nin gözleri nazikçe kımıldadı. Karaca, ne söyleyeceğini bilmiyormuş gibi baktı
dostunun yüzüne.
“Gidiyoruz” diyebildi.
Hayri, Karaca’nın ellerini sımsıkı tuttu.
“Gidelim” dedi fısıltıyla.
“Gidelim!”
Karaca, ona dedesinden kalan küçük dükkânında her gün saatleri tamir ederdi. İçi saatlerle dolu bu küçük dükkân, saatlerin tik taklarıyla zamanın ritmini tutardı. Kasabanın bozulan saatleri onun ve Hayri’nin elinden geçerdi. Dokunduğu her saate bir bebeğe bakar gibi hassas davranırdı. Dükkânına gelen saati tamir etmeden önce kulağına götürür, saatle konuşurdu. İlk sorusu da saate adını sormak olurdu. Karaca’nın bu davranışı kimseyi rahatsız etmezdi. Bozulan saatini ondan almaya gelenler, saatine bir isim verildiğini bilirdi. Karaca Ustanın dükkânındaki en yaşlı saatse dedesinden kalan Bengü adlı güneş saatiydi. Karaca, dükkâna geldiğinde Bengü saatin önünde durur, onu başı ile selamlar ve işine öyle başlardı. Karaca, küçük bir çocukken merak salmıştı saatlere. Okuldan sonra koşarak dedesinin yanına gelir, onu hayranlıkla izlerdi. Dedesi Arman Ustaya o kadar saygı duyardı ki o saatleri tamir ederken, gözünü ondan bir an olsun ayırmazdı. Arman Usta, işinden artakalan zamanlarda evine kapanır, yazdığı kitabıyla meşgul olurdu.
O kitapta neler yazdığını kimseler bilmezdi. Kimse o kitaba dokunmaya cesaret edemez, Arman Ustanın çalışma odasına kimse izinsiz giremezdi. Küçük Karaca dışında… Karaca’nın sevdiği bir başka şey de arkadaşlarıyla oyun oynamaktı. Selim ve Ali onun hem okuldan hem de mahalleden arkadaşlarıydı. Üçünün arasından su sızmaz, her yere birlikte giderlerdi. Selim içlerinde en çok gülen çocuktu. Yerli yersiz kahkaha atar, kendi bulduğu yeni yeni oyunları Karaca ve Ali’ye de oynatırdı. Mahallenin tüm çocukları Selim’in oyunlarının bir parçası olmak isterdi. Bu oyunların en büyük sihri de sıkı kuralların olmasıydı. Uymayanları hemen oyundan atar, uzun süre de oyunlarına katmazdı. Bazen onlardan yaşça büyükler bile Selim’in oyunlarına katılırdı. Her çocuğun bildiği, eğlendiği oyunlar Selim’e göre değildi. O, herkesin güldüğü şeylere gülmez, sıradan oyunların bir parçası da olmazdı. Ona göre oyun, kuralları tersten söyleyerek, zekâyla oynanırdı.
Selim, her yeni oyun için kuralları belirler, o konuşurken mahallenin tüm çocukları susardı. Bu oyunlardan bazılarıysa günlerce sürer ve Selim kazananları defterine not ederdi. Yenice’de yaşayan her çocuk, bu deftere adını yazdırmak için âdeta birbiriyle yarışırdı. Büyükler bile bu oyunları konuşur, Selim’in kurduğu oyunları izlemeye gelirdi. Karaca ve Ali, Selim’in en yakın dostları olduğu için değil, oyunu gerçekten iyi oynamayı başardıkları için o deftere defalarca isimlerini yazdırmışlardı. Bu deftere zamanla bir çocuğun adı daha eklendi. Bu çocuk Saatçi Nuri Ustanın yeğeni Hayri’ydi.
Nuri Usta, Karaca’nın dedesi Arman Ustanın dostu, sırdaşıydı. Hayri, Nuri Ustanın yanına geldikten sonra Karaca’yla çok yakın arkadaş olmuştu. Karaca’nın annesi, Hayri’yi çok seviyor, ona kendi oğlu gibi bakıyordu. Karaca, bazı günler Hayri’yle aynı yatakta yatıyor, okula da birlikte gidiyorlardı. Hayri ve Karaca zamanla kardeş gibi bağlanmışlardı birbirlerine. Hayri, çok sakin ve hassas bir çocuktu. Çabuk ağlıyor, her şeyden ürküyordu. Karaca, onunla aynı yaşta olmasına rağmen Hayri’ye ağabeylik yapıyordu. Selim ve Ali de çok sevmişti Hayri’yi. Hayri, başlangıçta Selim’in oyunlarına giremiyor, başarısız olacağını hissettiği oyunlara katılmıyordu. Selim bu zamanlarda onu yanına alıyor, oyunu birlikte yönetiyormuş gibi davranıyordu. Hayri, en yakın arkadaşları Selim, Ali ve Karaca’nın yanında kendini çok iyi hissediyordu. Ali, Yenice’nin en ünlü bakır ustasının tek oğluydu. O da tıpkı Karaca gibi okuldan ve oyundan artakalan zamanlarında babasının dükkânına gider, orada çalışırdı. Ali’nin hafızası çok güçlüydü. Gördüğü şekilleri unutmazdı. Baktığı her şeyin resmini çizmeyi çok severdi ve sesi öylesine güzeldi ki Karaca, Hayri ve Selim onun söylediği türküleri dinlemeye bayılırdı.
Günler geçiyor, zaman dönüyordu. Karaca ve Arman Usta bir gün saatçi dükkânından çıkmışlardı. Arman Usta, torununun elini tutmuş, eve gidiyordu. Yol boyunca hiç konuşmadılar. Arman Ustanın canı bir şeye sıkılmış gibiydi. Karaca, dedesinin yüzüne bakıyor, onunla konuşmak istiyor ama bir türlü nereden başlayacağına karar veremiyordu. O gece Arman Usta yemeğe inmedi. Karaca’nın annesi yemeği Arman Ustanın odasına çıkardı. Karaca’nın da iştahı kesilmişti. Birkaç lokma yedikten sonra, sofradan kalktı. Dedesinin odasına çıktı. Arman Ustanın kapısı aralıktı. Karaca’yı kapının kenarında görünce, elindeki kalemi bıraktı. Gözlüğünü indirdi ve onu yanına çağırdı. “Gel bakalım benim Karacam” dedi sevecen bir sesle. Karaca, koşarak dedesinin yanına gitti. Hiçbir şey söylemeden onun boynuna sarıldı ve bir müddet öyle kaldı. Arman Usta, Karaca’yı dizinin üstüne oturttu ve sanki bir sır veriyormuş gibi kulağına eğildi.
“Bu ne biliyor musun Karacam? Bu benim yazdığım kitap. Tam on üç yıldır yazıyorum, hâlâ bitmedi. Bu kitabı yazmaya ben başladım fakat bitirecek…” Arman Usta birden sustu. Karaca, şaşkınlıkla önündeki deftere bakıyordu. Dedesinin el yazısını dikkatle inceledi. Arman Usta, sayfaları hızla çevirdi. İçini çekerek mırıldandı. “Bengü saatin öyküsünü biliyor musun?” diye sordu. Karaca, kalbinin çarptığını hissediyordu. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Elini dedesinin elinin üstüne koydu ve başını “hayır” der gibi salladı. Arman Usta, yeniden gözlüğünü taktı. Karaca’nın başına bir öpücük kondurduktan sonra, tok bir sesle kitabı okumaya başladı.
O vakitler saatin tik takları henüz keşfedilmemişti. İnsanlar zamanı kollarında ve duvarlarında değil; kalbinde ve zihninde taşırdı. Güneşin ışıkları zamanın akrebi, gecenin rüzgârı da yelkovanıydı sanki. Büyük, küçük hiç kimse zamanı şimdiki gibi isimlendirmezdi. Güneş, bir vakitler insanların saatiydi. Güneşin doğuşu ve batışı tıpkı insanın yaşamı gibiydi. Doğan, yaşayan ve ölen insan, güneşin doğuşu ve batışı ile aynı kaderi yaşıyordu aslında. Bu dengeyi keşfeden insanlar böylece güneş saatini icat etti. Düz ve sert bir zeminin tam ortasına yerleştirilen metal çubuk, gölgesi ve yönüyle zamanın haritasını çiziyordu her gün. Güneş saati gece kullanılamıyor, bu yüzden asla ayarlanmıyor ve bozulmuyordu. Bir zamanlar, zamanın tamircisi sadece insanın kalbi ve zihniydi. Zaman, aydınlığın ve karanlığın içinde süzülüyordu sadece. Milyonlarca yıl evvel doğan güneş, milyonlarca yıl evvel yapılan saat… Bugün hâlâ doğruyu söylüyor bize. Oysa duvarımızda, evimizde, hayatın her yerinde olan saatler şimdilerde nasıl da yalancı. Herkes zamanın su gibi geçtiğini söylüyor. Yirmi dörde bölünen zaman yetmiyor insana. Dünya hep aynı hızda dönüyor, güneş aynı hızda ilerliyor ama zamanı paramparça eden şimdikilere saatin tik takları bile yetişemiyor.
Bundan çok uzun yıllar önceydi. Kutan, Akdağ’ın hakanıydı. Karısı Ayçıl’ın çocuğu olmuyordu. Kutan, her gün Akdağ’ın tepesine çıkıyor ve Tanrı’ya bir erkek çocuk vermesi için yalvarıyordu. Kutan, bir gün Akdağ’ın tepesine çıktı. Güneş batmak üzereydi. Ormanın güney tarafına doğru koştu. Uzakta tek ve yalnız bir ağaç gördü. Akdağ’ı çok iyi bilen Kutan, daha evvel bu ağacı görmemiş olmasına şaşırdı. Hızlı adımlarla ağaca yaklaştı. Ağaç düşündüğünden daha büyük ve heybetliydi. Gecenin karanlığı ormanı yavaş yavaş kaplıyordu. Kutan, başını nazikçe kaldırıp ağacın tepesine baktı. Ağaçta ne bir yaprak ne de bir meyve vardı. Usulca eğildi ve sırtını ağacın büyük gövdesine dayadı. O kadar yorgun düşmüştü ki gözleri kendiliğinden kapandı. Uykuya dalmadan önce söylediği son söz “Bir erkek çocuk…” oldu. İri bir damla o anda Kutan’ın gözünden yüzüne yuvarlandı ve ağacın kökleri ile buluştu. Kutan, o gece hayatı boyunca unutamayacağı bir rüya gördü. Rüyasında sırtını yasladığı ağacın dallarında erkek çocuk kıyafetleri asılıydı. Karısı Ayçıl, beyazlar içindeydi. Kucağında bir erkek çocuk vardı. Kutan, çocuğa dokunmak istiyor fakat bir türlü başaramıyordu. En sonunda karısı çocuğun üzerindeki beyaz örtüyü ağacın dalına sımsıkı bağladı. Üzerinden örtüsü alınan çocuk bir anda Kutan’ın kucağında oluverdi. Kutan, bu defa da karısına yetişmeye çalıştı ama Ayçıl birdenbire ağacın üzerinden gökyüzüne süzüldü. Kutan, karısının arkasından gökyüzüne baktığında, bulutların “Orhun” yazdığını gördü. Kutan, o anda “Orhun!” diyerek uykusundan uyandı. Sabahın ilk ışıkları Kutan’ın yüzüne vuruyordu. Kutan, şaşkınlıkla etrafına baktı. Hâlâ az evvel gördüğü rüyanın etkisindeydi. Boynuna dokundu. Ter içinde kalmıştı. Karısı Ayçıl’ın ona evlenmeden evvel verdiği beyaz boyun bağını boynundan çözdü. Ardından ayağa kalkıp, ağaca hayranlıkla baktı. Elindeki beyaz örtüyü hiç düşünmeden ağacın dallarına astı. Asarken de “Ulu ağaç, Tanrı’ya söyle. Bana bir erkek çocuk versin” dedi. Kutan, o gün obasına dönerken içinde tuhaf bir ferahlık olduğunu hissetti. Daha bir gün önce kalbini daraltan her şey sanki silinmişti. Obaya döner dönmez karısının yanına gitti. Güzel Ayçıl, her şeyden habersiz ocağı yakıyordu.
Kutan, o gece gördüğü rüyayı hiç unutamıyordu. Obanın en yaşlı ve bilge kişisi rüyayı yorumladı. Rüyaya göre; Tanrı Kutan’a bir erkek çocuk verecekti ama karşılığında da karısı Ayçıl’ı alacaktı. Gerçekten de rüya doğru çıktı. Rüyadan aylar sonra Tanrı Kutan’a bir erkek çocuk verdi fakat karısı doğumdan sonra hastalandı ve kırk gün içinde öldü. Kutan, karısını o büyük ve heybetli ağacın altına gömdü ve oğluna tıpkı rüyasında gördüğü gibi Orhun adını verdi. Yıllar hızla geçiyordu. Kutan, oğlunu çok seviyor, onu yanından hiç ayırmıyordu. Onunla ava çıkıyor, ona usta ve mert bir savaşçı olmanın tüm inceliklerini anlatıyordu. Orhun, çok akıllı, güçlü ve mert bir çocuktu. Obasında herkes tarafından seviliyor, saygı duyuluyordu. Obadaki herkes Kutan’dan sonra başa geçecek kağanın Orhun olacağından emindi. Orhun on beş yaşına geldiğinde artık usta bir binici ve çok iyi bir avcıydı. Babası ile ava gidiyor, atların dilinden çok iyi anlıyordu. Meraklı, çevik ve dürüsttü. Kutan iyice yaşlanmıştı. Bir gün oğlunu yanına çağırıp ona ava yalnız çıkacağı günün geldiğini söyledi. Orhun bu habere çok sevindi. Babasına sarılıp, atını Akdağ’a sürdü. O gün Kutan’ın içine bir sıkıntı düştü. Durduğu yerde duramıyor, sürekli Orhun’un obanın girişinden gelişini hayal ediyordu. Oğlunu akşama kadar bekledi. Obayı derin bir sessizlik sardı. Herkes birbirine bakıyor, kimse Kutan’ın yanına gitmeye cesaret edemiyordu. Kuzey yıldızı çıktığında Kutan atına atladı. Arkasından yedi mert adamı onunla birlikte obadan ayrıldı. O gece büyük küçük herkes, Orhun’un geri dönmesi için Tanrı’ya dua etti ama olmadı. Orhun ne o gece ne de ondan sonraki gecelerde döndü obaya.
Arman Usta, bu cümleyi okuduktan sonra kitabı kapattı. Gözlüğü masanın üzerine bıraktı. Karaca şaşkınlıkla dedesine bakıyordu. Göz göze geldiler. Karaca, dedesinin elini tutup konuşmaya başladı. “Sonra… Sonra ne oldu dede? Neden kapattın kitabı? Hadi, aç! Hemen Bengü saati okuyalım!” Arman Usta gülümsedi. Titreyen elleri ile torunun başını okşadı. “Bu gece bu kadar Karacam, hikâyenin devamı sonra… Bu gece biraz düşün okuduklarımı.” Karaca, “tamam” der gibi başını salladı. Yüzü gevşedi. Dedesini öptü. Kapıdan çıkarken bir kez daha dedesine baktı. Arman Usta, yeniden gözlüğünü takmış, Saatçi Nuri Ustanın yazdığı kitabını okuyordu. Karaca, o gece yatağa yatarken Nuri Ustanın dükkânındaki büyük güneş saatini düşündü. Dedesinin dükkânındaki güneş saatine çok benzeyen bu saat, ona şimdi daha da güzel geliyordu. Dedesi de Nuri Usta da bu güneş saatlerine “Bengü saat” diyor; dükkâna girerken ve çıkarken bu saati selamlıyorlardı. Bu alışkanlık bir süre sonra Karaca’ya da geçmişti. Karaca o gece uzun süre uykuya dalamadı. Gözlerini kapattığında Orhun’u Akdağ’da düşünüyor, büyük ağacı hayal ediyordu. Karaca, ertesi gün ve sonraki günlerde hep bu hikâyeyi düşündü. Orhun’u arkadaşlarına da anlattı. Selim, Hayri ve Ali de bu hikâyenin sonunu çok merak ediyordu.
Her gün Karaca’ya Orhun’un hikâyesini soruyorlar, dedesinin yarım bıraktığı bu hikâyeyi tamamlamasını bekliyorlardı. Karaca, o günlerde koşa koşa Arman Ustanın dükkânına gidiyor, türlü bahanelerle geceleri onun odasına giriyor ama bir türlü dedesine kitabı okumak istediğini söyleyemiyordu. Karaca, bir müddet sonra oyunlardan da keyif almaz olmuştu. Üzgün görünüyor, aklından bir türlü Orhun’u çıkaramıyordu. Artık eskisi gibi gülmüyor, giderek içine kapanıyor ve sürekli kitap okuyordu. Hayri ve Ali, bu durumun geçici olduğunu düşünse de Selim’e göre Karaca’nın durumu iyi değildi. Selim, her fırsatta türlü bahanelerle Karaca’nın evine gidiyor, onu eğlendirmeye çalışıyordu. Karaca ise bir müddet Selim’i dinliyor, sonra başını elindeki kitaba çeviriyordu. Selim bir sabah arkadaşlarını toplayıp, yeni bir oyun bulduğunu söyledi. Hayri ve Ali heyecanla bu yeni oyunu oynamak istiyordu. Karaca’ysa daha oyunu dinlemeden “Ben oynamayacağım” dedi. Selim, buna hiç aldırmadan Karaca’nın da oyunda olduğunu söyledi. Karaca, Selim’i öyle çok seviyordu ki içindeki tuhaf daralmaya rağmen bu oyunu oynamayı kabul etti. Yalnız bir şartı vardı Karaca’nın. Bu son oyun olacaktı. Ali ve Hayri karşı çıksa da Selim Karaca’nın teklifini hemen kabul etti ve oyunu anlatmaya başladı. Bu oyun sadece dördü tarafından oynanacak ve kimseye söylenmeyecekti. Oyunun başlama zamanını herkes kendi belirleyecekti. Selim, her birine içlerinden birinin adını söyleyecek; kimse kulağına söylenen bu ismi bir başkasına söylemeyecekti. Kurallara göre kendisine söylenen ismi başkasına söyleyen, kardeşlikten çıkacaktı. Selim “Şimdi herkes el ele tutuşsun” dedikten sonra oyunun en önemli aşamasını vurguladı. “İsmini söylediğim kişi için çok önemli bir şey yapacaksınız ama çok önemli!”
Selim, daha sonra her birini çağırıp, kulağına bir isim fısıldadı ve oyun böylece başladı. Bu olaydan birkaç gün sonra Selim’in hayatında çok önemli bir olay oldu. Selim, annesini kaybetti. Bu acı olaydan sonra oyunlar unutuldu. Selim, günlerce yataktan çıkmadı. Karaca, Ali ve Hayri onun başında günlerce bekledi. Selim, annesine öylesine bağlıydı ki bu olayı bir türlü kabullenemedi. Bir gece, Selim’in babası Arman Ustanın kapısını çaldı. Kapıda bir şeyler konuştular. Arman Usta telaşla evden ayrıldı. Ertesi gün Selim’i şehre götürdüler. Selim, haftalarca hastanede kaldı. Karaca, Hayri ve Ali günlerce Selim’in yolunu bekledi. Artık Yenice’nin oyunları bitmiş, dostlarının üzüntüden rengi solmuştu. Karaca, Orhun’u unutmuş, sadece Selim’i düşünür olmuştu. Bir sabah Selim’in geldiği haberi duyuldu. Karaca, Ali ve Hayri koşarak onun evine gitti. Selim, yatağın içinde onlara acıyla bakıyordu. Koşup birbirlerine sarıldılar. Selim o anda hem ağlıyor hem de kahkaha atıyordu ve zaman böylece akıp gitti. Hayri, Selim, Ali ve Karaca büyüyordu.
Aralık ayı gelmiş, havalar iyiden iyiye soğumuştu. Karaca, ayın on beşinci gününde on yaşına girecekti. Artık büyüdüğünü hissediyor, daha çok okuyor, dedesinin konuşmalarını daha iyi anladığını düşünüyordu. Aralık ayının on beşi gelmişti. Karaca, yerinde duramıyor, içinde tuhaf bir heyecan hissediyordu. O gün dedesinin dükkânına geldiğinde daha önce hiç karşılaşmadığı bir şey gördü. Mavi boyalı ahşap kapı kilitliydi. Karaca’nın az evvel soğuktan kızaran kulakları şimdi kalbinin atışından alev alev yanıyor gibiydi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Öykü
- Kitap AdıZaman Tamircisinin Dükkânı
- Sayfa Sayısı118
- YazarBerna Uslu Kaya
- ISBN9786056573910
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- Yayıneviİzgören Yayınları /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Karakalem Resimler ~ Ayşe Sarısayın
Karakalem Resimler
Ayşe Sarısayın
“Ayşe Sarısayın, Karakalem Resimler’de bir bakıma hep ‘yaşanmamış hayatlar’ kaleme getiriyor. Neredeyse bir roman havası estirerek. Bana öyle geliyor ki öyküde, romanda, hatta eleştirel...
- Issız Kadınlar Sokağı ~ Canan Tan
Issız Kadınlar Sokağı
Canan Tan
Taciz, tecavüz, şiddet mağduru 20 kadının hikâyesi… Erkek dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde Bizim nazarımızda, kadın erkek farkı yok...
- On İkiye Bir Var ~ Haldun Taner
On İkiye Bir Var
Haldun Taner
Türk edebiyatının ve tiyatrosunun büyük ustası Haldun Taner’in bu ay bir kitabı daha YKY raflarında yerini alıyor. Haldun Taner, hayata bakışındaki derin ve keskin...