İzlanda Edebiyat Ödülü (gençlik kitapları dalında) • İzlanda Kitapevleri Ödülü• Nordic Council Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Ödülü
“Dünyayı fethettiğini sanıyorsun ama sana söyleyecek bir çift sözüm var: Kimse dünyayı fethedemez, zamanı fethedemediği sürece!”
Yakın bir gelecek… Artık kimse ruhsuz pazartesilere, soğuk şubatlara hatta ekonomik krizlere bile katlanmak zorunda değil. Kötü zamanları Zaman Kutusu®’na girip atlatmak mümkün.
Sigrun’un ailesi, yaklaşan büyük ekonomik krize karşı –diğer herkes gibi– sihirli kara kutularının içine saklanarak birinin gelip tüm sorunları çözmesini beklemeye karar veriyor. Ama Sigrun’un kutusu, olması gerekenden erken açılıyor ve küçük kız kendini şehrin terk edilmiş, vahşi hayata teslim olmuş sokaklarında, bu durumu çözmeye çalışan yaşlı bir kadına yardım eden bir grup çocuğun arasında buluyor.
Dünya en eski lanetlerden birinin etkisi altında ve laneti kaldırmak için çocuklara gereken ipuçları, kızını karanlık ve kasvetli günlerden korumak, sadece güzel günleri görmesini sağlamak için içinden zamanın bile geçemediği bir sandığa kapatan Pangea kralının hikâyesinde!
İzlandalı yazar Andri Snær Magnason’un bol ödüllü kitabı Zaman Sandığı, peri masalıyla distopik bir geleceğin ustaca iç içe geçtiği, bizi hayatı bir an önce avuçlarımızın içine almaya çağıran eşsiz bir hikâye.
“Adeta Chomsky ve Lewis Carroll’ın aşkından doğmuş bir eser.”
–Rebecca Solnit
Ve Zaman küle çevirir
eski kanatlarını,
koparır atar
taşımaya lanetlendiği bağlarını
yükselir alevlerin içinden
uçar mavi ormanlara
ve gelen her yeni baharla
ağaçlar dolup taşar yapraklarla
Jón úr Vör Mjallhvítarkistan
Şubatlar Olmasın Artık
Güneşli bir yaz günüydü; kuşlar şakıyor ama hiç kimse mutlu görünmüyordu. Ülke bir “durumun” pençesine düşmüştü. Sigrun’un ebeveyni başka hiçbir şeyden söz etmiyor, kafalarını gazete ve bilgisayarlarından neredeyse hiç kaldırmıyor; televizyondaki tartışma programlarıysa ekonomist ve politikacılarla dolup taşıyordu. Sigrun artık bu “durumdan” büsbütün bıkıp usanmış, sonunda annesi ve babasını ekranların başından kaldırıp dondurma ve patlamış mısır almak üzere dışarı çıkarmayı başarabilmişti. Böylece evde, hep birlikte oturup komedi programı izleyebileceklerdi.
Markete giderlerken elindeki tabelada şöyle yazan bir adamla karşılaştılar: SONUMUZ YAKIN! “O bir ekonomist mi?” diye sordu Sigrun. “Şşş!” dedi annesi. “Saçma sapan konuşma kızım. Ekonomistler takım elbise giyer.” Sigrun, eve döndüklerinde mısır patlattı ve hep birlikte oturma odasına geçtiler. Kanepenin üstünde birbirlerine sokulup sıcacık bir yumak halinde otururlarken babası, “Ya, ne kadar güzel oldu, değil mi?” dedi.
Program başladı ve diğer her şeyi unutup birkaç dakika kahkahalarla güldüler, ta ki program aniden bölünene kadar. “Mali durum yüzünden yayına ara veriyoruz,” dedi sunucu. Ekranda üç ekonomist belirdi. Of olamaz, diye içinden geçirdi Sigrun. Yine mi? Adamlar üç kafalı bir deve benziyorlardı. “Siyam üçüzleri diye bir şey var mı?” diye sordu. “Şşş!” dedi annesi. “Saçmalamayı kes, şunu dinlememiz lazım.” Ekonomistlerden biri, acıklı bir sesle konuşmaya başladı:
“Raporların duyguları olmaz derler, oysa size yemin ederim ki önümüzdeki senenin durumunu hesaplarken, benimki adeta ağladı.” Sigrun’un annesi ve babası, dehşet içinde donup kaldılar. Sigrun bakışlarını patlamış mısır kâsesine dikti; sabrını büsbütün kaybedip uzaktan kumandayı kaptığı gibi kanalı değiştirdi. “HAYIR!” diye bağırdı babası. “Bu çok önemli!” Ama hiçbir şey kaçırmamışlardı. Ekonomistler bir sonraki kanalda da konuşuyorlardı, ondan sonrakinde de. Sigrun kâseyi kaptığı gibi arka bahçeye fırladı. Akşam güneşi parlıyor, kuşlar cıvıldıyordu. Oturup yeni biçilmiş çimlerin kokusunu içine çekti ama bu güzelim havanın tadını kendisinden başka çıkaran kimse yoktu. Tüm komşular, televizyondaki vahim durum karşısında donakalmışlardı.
Sigrun pencereden içeri, odada oturan anne ve babasına baktı. Ne güzel, ailece geçirecekleri hoş bir zaman ayarlamıştı ama bu, her şeyi mahvetmişti. Ekonomistlerin ekrandan kaybolduğunu, reklamların başladığını gördü. Olduğu yerden televizyonu duyamıyordu ama ekranda dans eden üç kara kutuyu görebiliyordu. Altlarında şöyle yazıyordu: Zamanın kontrolü sizde olsun! Sadece bir kere hayata geliyorsunuz! Siz de bir ZamanKutusu® alın! Birden evin kapısı açıldı ve babası hızla koşup arabaya atladı.
“Nereye gidiyorsun?” “Görürsün,” dedi babası. “Durum düzelene kadar beklemeye karar verdik!” Sigrun yandaki evde oturan komşu kadının da arabasına doğru fırladığını, sonra sokağın aşağısında başka bir adamın daha aynı şeyi yaptığını gördü. Çok geçmeden babası kucağında taşıdığı baloncuklu naylona sarılmış kocaman panellerle yeniden göründü. Babası paketi açıp eline alyan anahtarını geçirip salon zemininde üç siyah kutuyu monte etmeye giriştiğinde annesi onu yakından izliyordu. Sigrun ambalajın baloncuklarını patlatarak oyalanırken yan gözle olup biteni izledi. “Krize katlanmayacağız,” diye mırıldandı babası. “Yatla dünyayı gezme planımız biraz daha bekleyecek artık.” Duvarda asılı yat resmine üzüntüyle baktı, annesi huysuzca iç çekti. “Haklısın. Ulusal endekste yarım puanlık düşüş gerçekse hayat yaşamaya hiç değmeyecek,” dedi. “Ne olacak o zaman?” diye sordu Sigrun endişe içinde.
“Ekonomistler dışında sahiden bilen yok,” dedi annesi, “ama korkunç olacağından, büsbütün bir kâbus olacağından emin olabilirsin.” Sigrun’un babası, meslektaşları tarafından çözüm-odaklı ve yaratıcı biri olarak bilinse de tamir konusunda becerikli olduğu pek söylenemezdi. Genelde bütün gün bilgisayarın başında otururdu; dolayısıyla ince uzun buzdolaplarını andıran, cam filmiyle kaplı kara kutuları nihayet vidalayıp salonun ortasına diktiğinde kendiyle epey gurur duydu. Babası kutuları yatak odalarına yerleştirirken annesi evi toplayıp bahçede gevşemiş yerleri sağlamlaştırdı, arabayı geri geri garaja sokup bozulabilecek her şeyi derin dondurucuya kaldırdı. İnternet üzerinden tüm faturaları bir seneliğine otomatik ödemeye aldı ve yeni bir sesli mesaj bıraktı:
Bu mesaj, 22 Margo Court adresinde yaşayan
ailemiz tarafından bırakılmıştır.
Daha iyi zamanlar gelene kadar beklemeye karar verdik.
Lütfen daha sonra arayınız.
“‘Tekrar görüşeceğiz seninle, artık bahar ne zaman yeniden gelirse,’” diye bir şarkı tutturdu. “Kutulardan çıktığımız zaman mı?” diye sordu Sigrun. “Kutuları ‘endeksleme’ oranına göre ayarladık. Borsa düzeldiğinde otomatik olarak açılacaklar.” Sigrun etrafına bakındı. Sanki uzun bir seyahate çıkılıyormuşçasına her şey özenle düzenlenmişti. Annesi, babası ve Sigrun, kara kutularının içine bir bir girdiler.
Sigrun, kendi kutusuna girdiğinde büsbütün merak içindeydi; saydam camlı kabinin kapıları kapanınca kulakları çınladı ve mavi bir ışık yandı. Bir an her şey karardı ama derken kutu yeniden açıldı. Sigrun, dikkatli adımlarla koridora çıktı. Zeminin ne kadar ıslak olduğunu fark edince tüyleri ürperdi; salona gitti, içeride uçuşan karabaş martılarını görünce irkildi. Kanepenin üzerine uzanmış bir geyik yavrusu, aniden sıçrayıp pencereden dışarı atladı. Odanın tam ortasında, parkelerin arasından görkemli bir ladin ağacı fırlamıştı; köşedeki bir eğreltiotu, tüm zemini istila etmişti. Derken karganın teki gakladı. Sigrun başını kaldırıp tavana baktı ve çatıdaki delikten mavi gökyüzünü gördü. Karga, gagasında kocaman bir örümcekle uçtu gitti.
Sigrun, mutfaktaki lavaboya çöreklenmiş sincabı görünce bu sefer istifini bozmadı. Hayvan hemen kırık camdan dışarı fırladı. Evin arkasında kalan ağaçlar duvara kadar uzanmış, dallardan biri pencereyi kırıp içeri girmişti. Dolaplar açıktı ve kırlangıcın teki, en sevdiği kâsenin içine yuva yapmıştı. Iyy, ekonomistler haklıymış, durum sahiden berbatmış, diye düşündü Sigrun dolapta cıvıldayan minik yavruları rahatsız etmemeye çalışırken.
Kutusu arıza yapmış olmalıydı. Sigrun hızlı hareket etmeye çalıştı çünkü kriz bitene kadar kutulardan çıkmamaları gerekiyordu. Sarmaşıkları eliyle temizlerken duvardaki aile fotoğraflarının solmuş olduklarını gördü. Ebeveyninin yatak odasının kapısı önünde büyümüş eğreltiotu örtüsünün arasından zar zor geçti ve var gücüyle iterek kapıyı açtı. Sigrun’un gözleri yarı karanlığa alışınca anne ve babasının kutularında öylece durduklarını gördü. Mavimsi ışığın altında solgun halleriyle hayaletleri andırıyorlardı. Babası sanki bir şey söylemek üzereydi, annesinin gözleriyse kötü çıkmış fotoğraflardaki gibi yarı kapalıydı. Sigrun annesine, kutusunun nedenini bilmediği bir şekilde açıldığını söylemek istiyordu; kapının koluna asıldı ve ayağıyla itti. Hiçbir şey olmadı. Camı tıklattı. Anne babasının yüz ifadeleri hâlâ kaskatıydı. Elinden geldiğince sert bir şekilde cama vurdu. Hiçbir tepki yoktu.
“ANNE! ANNE!” diye haykırdı. Gözlerinde yaşlar birikti ama kendini tutup mantıklı düşünmeye çalıştı. Alyan anahtarı! Bana alyan anahtarı lazım! diye düşündü ve salona geri döndü. “Burada bir yerde olmalı,” dedi yüksek sesle, bir yandan garaja açılan kapıyı açmak için debeleniyordu. Birden arkasından tiz bir çığlık duydu: “Sakın oraya girme! İçerisi arı kaynıyor.” Arkasına döndü ve bahçede duran bir oğlan gördü. Çocuğun üstünde eski moda, koyu kahverengi, yün bir kazak, altındaysa tek dizi delik mavi bir eşofman vardı. “Sen kimsin?” “Marcus,” dedi çocuk. “Benimle gelmen gerek.” Sigrun çocuğa baktı. “Sende alyan anahtarı var mı?” diye sordu. “Ne?” “Alyan anahtarı bulmam lazım. Var ya hani, bir ucu altıgen olan eğik metal parçası.”
“Hayır,” dedi çocuk. “Alyan anahtarı hiçbir şeyi düzeltemez. Haydi, çabuk ol. Ön kapı sıkışmış, pencereden çıkman gerekecek. Yanına mont ve ayakkabı al.”
İki farklı yükseklikteki platformlardan oluşan oturma odasının alçak kısmı, yarısına kadar suyla doluydu. İyiden iyiye göle dönüşmüş su birikintisinin içinde yüzen sehpanın üzerine kurbağanın teki oturmuştu. “Uzanamıyorum,” dedi Sigrun. “Sehpanın üstünde kurbağa var.” “Bir şeylerin üstüne basıp geç işte.” Sigrun, sandalyeleri atlama taşı gibi kullanıp odanın içinde kendine yön çizmeyi başardı ve kırık pencereden dışarı tırmandı. Arka bahçe, sararıp kurumuş upuzun otlarla kaplanmıştı. “Durum hâlâ devam ediyor mu?” diye sordu çevresine bakınırken. Mahalle tanınacak halde değildi; sanki orman tüm mahalleyi yutmuştu. “Çok daha kötü,” dedi oğlan. Birlikte caddeden yürüdüler; işin doğrusu artık buna cadde demesi biraz zordu çünkü yolun tam ortasında kocaman kavak ağaçları büyümüştü. Şehir sanki bir lanet altındaydı. Evler grileşmiş, eskimiş, boyaları dökülüp gitmiş, duvarlarını sarmaşıklar sarmıştı. Sanki insanların hepsi yok olmuş, dünya terk edilmişti. Posta kutularının, kapıların üstünde tuhaf görünümlü tabelalar asılıydı:
SEFİL PAZARTESİ!
Kavşağın oradaki döner tabelada şöyle bir slogan yazıyordu:
BUGÜN BAŞARILI GEÇTİ Mİ?
BOŞA HARCANMIŞ BİR GÜN,
BİR DAHA ASLA GERİ GELMEZ!
ZamanKutusu®
Yolun iki tarafı da kocaman, yosun tutmuş çimen topaklarıyla kaplıydı.
“Şunlar araba mı? Kirpilere benzemişler! Ne oldu?
Tüm insanlar nerede?”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıZaman Sandığı
- Sayfa Sayısı328
- YazarAndri Snaer Magnason
- ISBN9786051980799
- Boyutlar, Kapak14 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDomingo Yayınevi / 2019
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kroyçer Sonat ~ Lev Nikolayeviç Tolstoy
Kroyçer Sonat
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Kroyçer Sonat, büyük ümitlerle kurulan, fakat maddi ihtiyaçları karşılanırken sevgi ve ilgi tarafı ihmal edilen bir evliliğin romanı. Pek çok aile çatısı altında yaşanan...
- Sır ~ Julie Garwood
Sır
Julie Garwood
New York Times çok satanlar yazarı Julie Garwood nefes kesici bir aşk hikâyesiyle sizleri bir kez daha büyüleyecek. Tüm zamanların en sevilen romanlarından birini...
- Yaşam ve Ölüm Yorgunu ~ Mo Yan
Yaşam ve Ölüm Yorgunu
Mo Yan
Mo Yan’ın epik romanı Yaşam ve Ölüm Yorgunu, Mao Zedong’un toprak reformu hareketiyle Çin kırsalının geleneksel düzenini altüst etmesinden yaklaşık iki yıl sonra, 1...