Efsane yazar Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya” serisinin ilk kez Türkçeye çevrilen yeni kitabı Zaman Hırsızı, hem eski dostları tekrardan bir araya getiren hem de nefes kesici heyecanlara kürek çeken bir macera!
Dünya çapında 100 milyonun üzerinde satan külliyatın yirmi altıncı halkası olan kitap, “Ölüm” alt serisinin de beşinci ve son serüveni.
Zamanın doğasını, kıvrak bir üslup ve dahiyane bir kurgu eşliğinde sözcüklere döken Pratchett; insanlığı yok etmek pahasına zamanı durdurmaya ant içen “fani” ölümsüzlerin Ölüm’le imtihanını, su gibi akıp giden bir anlatıya dönüştürüyor.
“Birkaç dakikadan ne olur?” dedi Lobsang. “Fazla bir zaman değil ki!”
Zamandan ne çalabilirsiniz? Hayatı? Ölümü? Ya da bizzat zamanın ta kendisini? Diskdünya’nın kırılgan zaman yapısını dikkatle izleyen Tarih Keşişleri’nin çömezlerinden Lobsang bir işler çeviriyor. Bunun ayırdına varan keşişleri ise acayip bir telaş sarıyor. Tam da bu sırada evrenin başkuralcıları olan Denetçiler, zamanı kontrol altına alabilmek için Ankh-Morpark’un dâhi saatçisinin kapısını tıngırdatıyor. Üstelik bu ziyaretin ucunda emsalsiz bir cam saat var. Peh, hem de ne saat! İşler karışmış olmalı ki Zaman Saklayıcıları telaşla dönmeye başlıyor. Bir şeylerin ters gittiği çok belli. Ve eğer Diskdünya’da bir şeyler dönüyorsa, bunu ilk önce Ölüm fark ediyor…
Ölüm’ün karanlığından doğan apaydınlık satırlarıyla, Diskdünya’yı daha önce hiç ziyaret etmemiş okurları bile kıskıvrak yakalamayı başaran Terry Pratchett, zamanın felsefesini yaptığı bu derinlikli romanında, zaman denen şeyin gerçekte ne denli yalan ve hatta uçucu olduğundan dem vuruyor.
“Koskoca yüzyıllar bile, tek bir kusursuz âna boyun eğer, acı içinde.”
Ve yine de zamanın içinde yitip gider o en kusursuz anlar da, boyunlarını büke büke…
Ebediyen Şaşkın Wen’in İlk Yazması’na göre, Wen, aydınlanmayı yaşadığında mağaradan çıktı ve hayatının geri kalan ilk gününün şafağıyla karşılaştı. Yükselen güneşi bir süre seyretti, çünkü daha önce hiç görmemişti. Orada uyuklayan çömez İbiş’in sandaletini dürtükledi ve konuştu: “Gördüm. Artık anlıyorum.” Sonra durdu ve İbiş’in yanındaki şeye baktı. “Bu hayret verici şey de ne?” dedi. “Şey, ee… bu bir ağaç, usta,” dedi, hâlâ tam olarak uyanamamış olan İbiş. “Hatırladın mı? Dün de oradaydı.” “Dün yoktu.” “Ee… ee… bence vardı usta,” dedi İbiş, zahmetle ayağa kalkarak. “Hatırlamıyor musun? Birlikte buraya geldik, ben yemek pişirdim ve sen istemediğin için senin sklangının kabuğunu da ben yedim?..” “Dünü hatırlıyorum,” dedi Wen, düşünceli düşünceli. “Ama şimdi, anısı kafamın içinde. Dün, gerçek miydi? Yoksa gerçek olan yalnızca anı mı? Esasen, dün ben doğmamıştım.” Anlayamamanın acısıyla İbiş’in yüzü buruştu.
“Sevgili aptal İbiş, ben her şeyi öğrendim,” dedi Wen. “Avucunun içinde geçmiş yoktur, gelecek yoktur. Yalnızca şimdi vardır. Şu andan başka zaman yoktur. Hadi, yapacak çok işimiz var.” İbiş duraksadı. Ustasında farklı bir hâl vardı. Adamın gözleri parlıyordu ve hareket ettiğinde, tıpkı sıvı aynalardaki yansımalar gibi, havada tuhaf gümüş-mavi ışıklar oynaşıyordu. “Hanımefendi bana her şeyi açıkladı,” diye devam etti Wen. “İnsanın zaman için değil, zamanın insan için yaratıldığını biliyorum artık. Onu şekillendirmeyi, bükmeyi öğrendim.
Bir ânın sonsuza dek sürmesini sağlayabiliyorum, çünkü bir an zaten sonsuz. Ve ben bu becerileri sana bile öğretebilirim İbiş. Evrenin kalp atışlarını işittim. Pek çok sorunun yanıtını biliyorum. Sor.” Çömez ona uykulu gözlerle baktı. Sabahın o kadar erken bir saatiydi ki henüz sabahın erken saati bile sayılmazdı. Şu anda kesin olarak bildiği tek şey buydu. “Şey… ustam kahvaltı için ne ister?” dedi. Wen kamp kurdukları alandan aşağıya; karla kaplı çayırlara, mor dağlara, dünyayı yaratan altın ışıklara baktı ve insanın belli özellikleri hakkında düşündü. “Ah,” dedi. “Zor sorulardan biri bu.” Bir şeyin, var olması için, gözlemlenmesi gerekir. Bir şeyin var olması için, zaman ve uzamda yer kaplıyor olması gerekir. Evrenin kütlesinin onda dokuzu bu yüzden bulunamamaktadır. Evrenin onda dokuzu, geriye kalan onda birindeki her şeyin yerine ve yönüne dair bilgiden ibarettir. Her atomun kendi biyografisi, her yıldızın kendi dosyası vardır ve her kimyasal değiş tokuş, elinde not defteriyle gelen müfettişin dengidir: Bulunamamaktadır, çünkü geri kalan her şeyi takip etmekle meşguldür ve insan kendi kafasının arkasını göremez.* Yani aslında, evrenin onda dokuzu evrak işidir.
Ve hikâye istiyorsanız, hikâyelerin ip gibi serilmediğini hatırlamalısınız. Hikâyeler ilmek ilmek dokunur. Farklı zamanlarda farklı yerlerde başlayan olaylar uzay-zamanda belli, minicik bir noktada buluşur ve o nokta, kusursuz andır. Diyelim ki bir imparator için yeni bir elbise dikilmiştir ve bu elbisenin kumaşı o kadar incedir ki sıradan gözlere görünmez. Ve diyelim ki küçük bir çocuk, yüksek bir sesle bu gerçeği ilan eder… Bu, İmparatorun Yeni Giysileri masalı olur. Ama olaya dair daha fazla şey bilseniz, Kral’ın Huzurunda Münasebetsizlik Ettiği İçin Hak Ettiği Dayağı Babasından Yiyen ve Hapsedilen Çocuk masalı da olabilir. Ya da, Muhafızların Tüm Kalabalığı Toparlaması ve “Bu Olay Hiç Yaşanmadı, Tamam mı? İtirazı Olan?” Diye Sorması masalı. Veya… Koskoca Bir Krallığın, Aniden “Yeni Giysilerin” Faydalarını Görmesi, Canlandırıcı ve Dinçleştirici Bir Havada Sağlıklı Sporlar Yapma Akımı Başlatması;
Bu Akımın Her Sene Yeni Takipçiler Çekmesi ve Geleneksel Giyim Sektörünü Çökerterek Ekonomik Daralmaya Yol Açması masalı. Hatta ’09 Senesi Büyük Zatürre Salgını masalı bile olabilir. Her şey, ne kadar bilgiye sahip olduğunuza bağlıdır. Diyelim, yağan karın binlerce sene boyunca yavaş yavaş birikmesini, derin bir kaya tabakasını kaplayıp yayılmasını izliyorsunuz ve bu şekilde oluşan buzul, zamanla buzdağları yavrulayıp onları denize salıyor ve bu buzdağlarından biri soğuk sularda süzülerek uzaklaşıyor ve siz onun üzerinde yaşayan mutlu kutup ayılarını ve fokları görüyorsunuz ve onların da hepsi, başka bir yarıküredeki denizin üzerinde yüzen buz parçalarının çıtır penguenlerle dolu olduğu cesur yeni hayata başlamayı dört gözle beklerken, bir anda… bam! Trajedi, durup dururken karşılarına çıkan tonlarca demir ve heyecan verici bir film müziği biçiminde üstlerine çöküyor…
Hikâyenin tamamını bilmek istersiniz. Şimdi anlatacağımız hikâye ise çalışma masalarıyla başlıyor. Bu bir profesyonelin çalışma masası. Bu profesyonelin, tüm hayatını işine adadığı açık. Bazı… insani dokunuşlar var elbette ama bunlar, görev ile rutinin soğuk ve katı dünyasının zar zor izin verdiği, küçük insani dokunuşlar. Bu kurşuni-siyah tablodaki tek hakiki renk, bir kahve kupasının üzerinde. Bir yerlerde biri neşeli bir kupa yapmak istemiş. Kupada, hiç de ikna edici olmayan bir oyuncak ayı resmi var ve altına da “Dünyanın En Harika Dedesi” yazılmış. “Dedesi” sözcüğünün harfleri diğer harflerden biraz farklı ve bu, kupanın buna benzer yüzlerce kupa satan bir tezgâhtan geldiğini anlatıyor; üstünde “Dünyanın En Harika Dedesi/Babası/Annesi/Ninesi/Amcası/ Dayısı/Teyzesi/Halası/Boşluk” yazan kupalar. Normalde böyle dandik bir şeyin üzerine titremek için, hayatınızın bomboş olması gerekir… Şu anda kupada çay vardı ve içine bir dilim limon atılmıştı. Kasvetli çalışma masasının üzerinde tırpan şeklinde bir mektup açacağı ve birkaç kum saati de duruyordu.
Ölüm, iskelet eliyle kupayı kaldırdı… …bir yudum aldı, daha önce yüzlerce kez okuduğu yazıyı bir kez daha okudu ve sonra kupayı masaya bıraktı. PEKÂLÂ, dedi, cenaze çanları gibi çınlayan tok bir sesle. GÖSTER BAKALIM. Masadaki son nesne, mekanik bir zımbırtıydı. “Zımbırtı”, nesneyi tarif etmek için en doğru sözcüktü. Daha ziyade iki adet diskten oluşmuştu. Bunlardan biri yataydı ve üzerinde, halka hâlinde dizilmiş çok küçük kareler vardı. Bu karelerin minik halılar olduğu anlaşılacaktı. Diğer disk ise dikey olarak yerleştirilmişti ve bir sürü kolu vardı. Bu kollardan her biri çok küçük birer dilim ekmek tutuyordu. Ekmek dilimleri kızartılmış, üstlerine tereyağı sürülmüştü. Çarkın dönüşü mekanik kolu halı halkasına yaklaştırırken dilimler serbestçe hareket edebiliyordu. SANIRIM MAKİNENİN AMACINI KAVRAMAYA BAŞLADIM, dedi Ölüm. Makinenin yanındaki küçük şekil şık bir selam çaktı ve ancak bir fare kafatasının sırıtabileceği gibi sırıttı.
Göz çukurlarının üzerine koruyucu bir gözlük çekti, cübbesini topladı ve makinenin içine tırmandı. Ölüm, Sıçanların Ölümü’nün bağımsız bir varlık olmasına neden izin verdiğini hiç bilmiyordu. Ne de olsa Ölüm olmak demek her şeyin Ölümü olmak demekti ve buna her tür kemirgen de dâhildi. Ama kimbilir… belki de mecazi olarak yağmurda çıplak koşabilecek,* düşünülemez düşünceler düşünecek, köşede saklanıp dünyayı gözetleyecek ve yasak ama zevkli şeyler yapacak minik bir parçası olmasını herkes istiyordu… Sıçanların Ölümü pedalları yavaşça itti. Çarklar dönmeye başladı. “Heyecan verici, değil mi?” dedi boğuk bir ses, Ölüm’ün kulağının dibinde. Ses, Dedi Ki Kuzgun’a aitti. Kuzgun, Sıçanların Ölümü’nün şahsi bineği ve suç ortağı olarak katılmıştı haneye. Sırf gözler için orada olduğunu söylüyordu. Halılar dönmeye başladı. Küçük kızarmış ekmekler, bazen tereyağımsı bir vırçk sesi eşliğinde bazen de kuru bir sesle, halı parçalarına gelişigüzel çarptı. Kuzgun, gözlerin karışması ihtimaline karşı süreci dikkatle izliyordu. Ölüm, dönerken her dilime yeniden tereyağı sürecek bir mekanizma eklemek için zaman ve emek harcanmış olduğunu da gördü. Ve elbette, daha karmaşık bir mekanizma marifetiyle, kaç dilimin halıya tereyağlı kısmı denk gelecek şekilde düştüğü de sayılıyordu.
Birkaç turdan sonra, tereyağı bulaşmış halı oranını gösteren ibre yüzde 60’a ulaşmıştı. Sonunda çarklar durdu. EE? dedi Ölüm. BİR DAHA ÇALIŞTIRSAN, PEKÂLÂ… Sıçanların Ölümü bir vites kolunu itti ve yine pedal çevirmeye başladı. CİYK! diye emretti. Ölüm itaatle eğilerek daha yakından izledi. İbre bu sefer yalnızca 40’a kadar yükseldi. Ölüm daha da yaklaştı. Bu sefer, tereyağı bulaşan sekiz halı, bir önceki turda ekmeklerin tereyağlı kısmı denk gelmemiş olan halılardı. Makinede örümceksi dişliler döndü. Yaylar üzerinde sallanan bir tabela, “boing” sözcüğünün görsel dengi gibi, mekanizmadan fırladı. HABİSLİK, yazıyordu tabelanın iki yüzünde de. Ölüm başını salladı. Tıpkı tahmin ettiği gibiydi. Sıçanların Ölümü’nün peşine takılarak çalışma odasını aştı ve bir boy aynasına ulaştı. Ayna bir kuyunun dibi kadar karanlıktı ve görüntüyü kurtarmak adına çerçevesi kafatasları ve kemiklerle süslenmişti. Gerçi melek çocuklar ve güllerle süslenmiş bile olsa Ölüm aynada kendi kafatasına bakamazdı. Sıçanların Ölümü pençeleriyle tırmalayarak çerçeveye tırmandı ve en tepeye tüneyip beklentiyle Ölüm’e baktı. Kuzgun uçarak geldi ve bir denemeye değeceği prensibiyle, aynadaki yansımasını gagaladı. GÖSTER, dedi Ölüm.
BANA… BANA KENDİ DÜŞÜNCELERİMİ GÖSTER. Bir satranç tahtası belirdi. Ama üçgen şeklindeydi ve o kadar büyüktü ki yalnızca en yakındaki sivri ucu görünüyordu. Tam bu noktada kaplumbağası, filleri ve etrafında dönen küçük Güneş’iyle Diskdünya vardı; yalnızca mutlak imkânsızlığın hemen berisinde var olan ve dolayısıyla tam sınırda olan bir dünya. Sınır diyarında bazen sınırlar geçilir ve evrene, aklında çocuklarına daha iyi bir yaşam sağlamak ve meyve toplayıcılığı veya ev hizmetçiliği sektöründe kariyer yapmaktan daha fazlası olan şeyler süzülür. Sonsuzluğa dek uzanan satranç tahtasının siyah veya beyaz üçgenlerinde küçük, gri şekiller duruyordu: içleri boş, başlıklı pelerinlere çok benzeyen şekiller. Ah, neden şimdi? diye düşündü Ölüm. Onları tanıyordu. Yaşam biçimi değildi onlar.
Onlar… yaşamsız biçimlerdi. Evrenin işleyişini gözlemleyenler; evrenin memurları, evrenin Denetçileri. Dönmesi gereken şeylerin dönmeye, taşlarınsa düşmeye devam ettiğinden emin olanlar. Ve onlar, bir şeyin var olması için, zaman ve uzamda bir konumu olması gerektiğine inanıyordu. İnsanlık onlar için büyük şok olmuştu o yüzden; zira insanlık esasen, zamanda ve uzamda bir konumu olmayan şeyler demekti: hayal gücü, merhamet, umut, tarih ve inanç gibi şeyler. İnsanlardan bunları alırsanız, geriye ağaçtan düşüp duran maymunlar kalırdı. Dolayısıyla, zeki yaşam bir anomaliydi. Dosyalama işlerini darmadağın ediyordu. Denetçiler o tür şeylerden nefret ederlerdi ve zaman zaman ortalığı derleyip toparlamaya çalışırlardı.
Önceki sene, Diskdünya’nın dört bir köşesindeki astronomlar, dünya kaplumbağası uzayda yuvarlanırken, gökyüzünde yavaşça kayan yıldızları izlemişlerdi şaşkınlıkla. Dünyanın kalınlığı yüzünden nedenini görememişlerdi ama Büyük A’Tuin, kadim kafasını eğmiş, hızla yaklaşan bir asteroidi ağzıyla yakalamıştı. Asteroid dünyaya çarpsa kimsenin bir daha ajanda satın alması gerekmeyecekti. Yani dünya, bu gibi aşikâr tehditlerle bile başa çıkabiliyordu. Bu yüzden gri cübbeliler, öngöremedikleri hiçbir şeyin gerçekleşmediği bir evrene duydukları sonsuz arzuyla, daha incelikli, daha korkakça çarpışmalar deniyordu artık. Tereyağlı ekmek-halı deneyinin sonucu, küçük ama anlamlı bir göstergeydi.
Aktivitenin arttığını kanıtlıyordu. Pes edin, diyordu ebedî mesaj. Okyanusta yumrular olmaya geri dönün. Yumruları idare etmek kolaydır. Fakat büyük oyun pek çok farklı düzeyde oynanıyordu. Ölüm bunu iyi biliyordu. Kimlerin oynadığını bilmek ise zordu. HER SEBEBİN BİR SONUCU VAR, dedi Ölüm, kendi kendine. DEMEK Kİ HER SONUCUN DA BİR SEBEBİ OLMALI. Sıçanların Ölümü’ne başını salladı. GÖSTER BANA, dedi yine. BANA… BANA BİR BAŞLANGIÇ GÖSTER.
Tik Acı bir kış gecesiydi. Adam arka kapıyı yumrukladıkça çatıdaki kar tabakası kayarak düşüyordu. Aynada hayran hayran yeni şapkasına bakmakta olan genç kız, kapıyı çalan kişinin erkek olması ihtimaliyle heyecanlanarak, elbisesinin zaten açık olan yakasını çekiştirip biraz daha açtı ve sonra da gidip kapıyı açtı. Soğuk yıldız ışıklarının önünde bir silüet vardı. Kar taneleri adamın pelerininde birikmeye başlamıştı bile. “Bayan Ogg? Ebe kadın?” dedi adam.
“Ebe kız, aslında,” dedi kız gururla. “Aynı zamanda cadıyım elbette.” Yepyeni, siyah, sivri tepeli şapkasını gösterdi. Onu evin içinde bile takma aşamasındaydı hâlâ. “Hemen gelmelisin,” dedi adam. “Durum çok acil.” Kız aniden paniğe kapıldı. “Bayan Dokumacı mı yoksa? Ama doğuma daha iki hafta…” “Uzak yoldan geldim,” dedi adam. “Senin, dünyadaki en iyi ebe olduğunu söylüyorlar.” “Ne? Ben mi? Ben yalnızca bir doğum yaptırdım!” dedi Bayan Ogg, ürkek bir tavırla. “Görücü Karı benden çok daha deneyimli. İhtiyar Minnie Patavatsız da öyle. Bayan Dokumacı ilk solo işim olacaktı, çünkü kadın kapı gibi ve…” “Affedersin. Daha fazla zamanını almayacağım o zaman.” Yabancı, kar taneleriyle bezenmiş gölgelere çekildi. “Hey?” dedi Bayan Ogg. “Nereye gittin?” Ama ayak izlerinden başka bir şey yoktu ve onlar da karla kaplı patikanın yarısında kesiliyordu…
Tak Kapı yumruklandı. Bayan Ogg, dizinde oturan çocuğu yere indirdi ve gidip çengeli kaldırdı. Sıcak yaz akşamında, gökyüzünün önünde karanlık bir şeklin silüetini gördü. Şeklin omuzlarında bir tuhaflık vardı. “Bayan Ogg? Evlendin mi artık?”
“Evet. İki kez,” dedi Bayan Ogg neşeyle. “Söyle bakalım, senin için ne yapa…” “Hemen gelmelisin. Durum çok acil.” “Bugünlerde hamile olan kimse…” “Uzak yoldan geldim,” dedi şekil. Bayan Ogg duraksadı. Adamın “uzak” deyişinde bir şey vardı. Pelerinindeki beyazlığın, hızla eriyen kar olduğunu şimdi görebiliyordu. Hatıralar uyandı. “Bak sen şu işe…” dedi, çünkü son yirmi sene içinde çok şey öğrenmişti. “Uzak yoldan gelmiş olabilirsin ve ben de elimden geleni ardıma komam, kime sorsan söyler. Ama en iyisi olduğumu da iddia edemem. Hâlâ, sürekli, yeni şeyler öğreniyorum.” “Ah. O zaman ben daha uygun bir… zamanda geleyim.” “Neden omuzlarında kar…” Ama yabancı, gözden kaybolma zahmetine girmemiş olsa da artık orada değildi.
Tik
Kapı yumruklandı. Ogg Ana, yatmadan önce her zaman yudumladığı brendiyi dikkatle kenara koydu ve bir anlığına duvara baktı. Hudut cadısı olarak geçen koca bir ömür, çoğu kişinin sahip olduğunu bile bilmediği duyularını bilemişti; o yüzden kafasının içinde bir şey tık! diye yerine oturdu. Sıcak su şişesini doldurmak için ocağa koyduğu çaydanlık kaynamak üzereydi.
Piposunu bıraktı, kalktı ve kapıyı gece yarısına, bir bahar havasına açtı. “Uzak yoldan geldin herhâlde,” dedi, karanlık şekli görünce hiç şaşırmadan.
“Evet Bayan Ogg.”
“Herkes Ogg Ana der bana.”
Pelerinden damlayan erimiş kara baktı. Bir aydır kar yağmıyordu buralarda.
“Herhâlde durum da acildir?” dedi, aklına doluşan anılarla.
“Evet, öyle.”
“Ve şimdi, ‘Hemen gelmelisin,’ diyeceksin.”
“Hemen gelmelisin.”
“Bak sen şu işe…” dedi Ogg Ana. “Evet, övünmek gibi olsun ama oldukça iyi bir ebeyimdir. Yüzlerce bebeğin dünyaya gelmesine yardımcı oldum. Trol bebekleri bile doğurttum, ki deneyimsiz birinin altından kalkabileceği iş değildir. Düz doğum, ters doğum hatta lanet olsun, neredeyse yan doğum gördüm. Ama yeni bir şeyler öğrenmeye de her zaman hazırım.” Tevazuyla başını eğdi. “Ve en iyisi olduğumu söyleyemesem de,” diye ekledi, “benden iyisinin aklıma gelmediğini belirtmem lazım.” “Hemen şu anda benimle gelmek zorundasın.”
“Ah… zorundayım, öyle mi?” dedi Ogg Ana. “Evet!” Bir hudut cadısı hızlı düşünür, çünkü hudutlar çok çabuk değişebilir. Böyle bir cadı, bir mitolojinin gelişmekte olduğunu hissedebilir ve yapabileceği en iyi şeyin, onun yolundan çekilmek ve koşarak ona ayak uydurmak olduğunu bilir. “O zaman ben gidip…” “Zaman yok.” “Ama öylece kapıdan çıkıp gele…”
“Hemen.” Ogg Ana kapının arkasına uzandı ve böyle zamanlar için orada sakladığı doğum çantasını aldı. Çantada, ihtiyaç duyacağını bildiği malzemeler ile ihtiyaç duymamak için dua ettiği birkaç şey vardı. “Tamam,” dedi. Çıktı.
Tak Ogg Ana mutfağa geri döndüğünde çaydanlık kaynamak üzereydi. Bir an ona baktı ve sonra çaydanlığı ateşten kaldırdı. Sandalyesinin yanında bıraktığı bardakta hâlâ biraz brendi vardı.
Onu kafasına dikti, sonra şişeyi alıp bardağı ağzına dek doldurdu. Piposunu eline aldı. Piponun çanağı hâlâ ılıktı. Ogg Ana piposunu çekiştirdi. Tütünler çıtırdadı. Sonra, epey boşalmış olan çantasından bir şey çıkardı ve elinde brendi bardağıyla oturup, çıkardığı şeye baktı. “Eh,” dedi sonunda. “Bu, çok… sıradışıydı…”
Tik
Ölüm bu son görüntüyü de izledi. Aynadan dışarı savrulmuş birkaç kar tanesi yerde erimişti bile ama havada hâlâ pipo dumanı kokusu vardı. AH, ANLIYORUM, dedi. TUHAF KOŞULLARDA BİR DOĞUM. AMA BU SORUN MUYDU, YOKSA ÇÖZÜM MÜ OLACAK? CİYK, dedi Sıçanların Ölümü.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin Roman (Yabancı)
- Kitap AdıZaman Hırsızı
- Sayfa Sayısı400
- YazarTerry Pratchett
- ISBN9786257314572
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Baraka “Trajedinin Sonsuzlukta Buluştuğu Yer” ~ William P. Young
Baraka “Trajedinin Sonsuzlukta Buluştuğu Yer”
William P. Young
Bir yazarın hayal gücü ile bir ilahiyatçının tutkusu birleştiğinde ortaya Baraka gibi bir kitap çıkar. John Bunyan’ın Hac Yolunda kitabı kendi kuşağı içerisinde nasıl...
- 22:04 ~ Ben Lerner
22:04
Ben Lerner
22:04’ün kahramanı, New York’ta yaşayan, ilk romanı ses getirmiş bir yazar ve şair. Yayıncıların büyük avanslar ödemeye hazır olduğu ikinci romanına başlamanın eşiğindeyken bazı...
- Sona Kalan ~ Tess Gerritsen
Sona Kalan
Tess Gerritsen
Herkesin yarası vardır, ama bazılarınınki daha belirgindir… Bambaşka hayatlara ait Claire, Will ve Teddy adında üç masum çocuğun yolları bir anda, hiç beklenmedik bir...