Hem edebiyata hem de felsefeye büyük katkılar sağlayan, başta Cesur Yeni Dünya, Algı Kapıları, Ada ve Loudun Şeytanları olmak üzere yazdığı elli kadar kitapla yalnızca çağını değil, çağdaşlarını da derinden etkileyen, döneminin en ünlü entelektüellerinden İngiliz yazar Aldous Huxley, yedi kez de Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterildi. Yazarın mistisizme de değindiği, 1944 yılında yayımlanan sekizinci romanı Zaman Artık Durmalı ise fikir ve hikâyeyi en iyi harmanladığını düşündüğü eseri.
On yedi yaşındaki Sebastian Barnack, yaz tatili için Floransa’ya gider ve asıl eğitimi burada başlar. Sosyalist babasıyla geçinemeyen Sebastian, İtalya’dayken iki farklı kişiden etkilenecektir. Bir yanda manevi dünyaya dair anlattıklarıyla, azizden farksız kitapçı Bruno Rontini, öte yanda onu hayatın hazlarıyla tanıştıran ateist amcası Eustace.
Aldous Huxley’nin başlığını Shakespeare’in IV. Henry’sinden aldığı romanı Zaman Artık Durmalı hedonizm ile idealizmin sonsuz kavgasını irdeleyen bir eser.
“Heyecan verici bir kitap çünkü yetenekli birinin eseri… ilgi çekici bir üstün başarı.” –Thomas Mann
“Küçük insanlar hayata dair sıradışı sorular sorduklarında elâlemin ne diyeceğinden korkarlar. Aldous ise mütemadiyen sorguluyordu ve elâlemi dert etmek aklının ucundan bile geçmemişti.” –Christopher Isherwood
*
Düşünce dediğin yaşamın kölesi ve yaşam da zamanın soytarısı,
Ve dünyayı arşınlayan,
Zaman artık durmalı.
–William Shakespeare, IV. Henry
BİRİNCİ BÖLÜM
Sebastian Barnack halk kütüphanesinin okuma odasından geldi, paspal paltosunu giyinmek için holde durdu. Onu gören Bayan Ockham yüreğine kılıç saplanmış gibi hissetti. Bu küçük ve hassas canlı, melek yüzü ve kıvrım kıvrım saçlarıyla âdeta onun birtanesinin, hayatını kaybetmiş, yitip gitmiş biricik oğlunun suretindeydi.
Delikanlının paltosuyla cebelleşirken dudaklarının kıpırdadığını fark etti. Sevgili Frankie’si de böyle kendi kendine konuşurdu. Delikanlı döndü ve kadının oturduğu bankın önünden geçip kapıya doğru yürüdü.
Bayan Ockham, bu ete kemiğe bürünmüş, canlı hayaleti yolundan alıkoymak ve yaralı yüreğindeki keskin hatırayı bastırmak için yüksek sesle, “Hava soğuk bu akşam,” dedi.
Zihnini meşgul eden düşüncelerinden bir anda sıyrılıp irkilen Sebastian duraladı, döndü ve bir ya da iki saniyeliğine, n dendiğini anlamaksızın kadına baktı. Sonra bu özlem dolu anaç gülümsemenin ayırdına vardı. Bakışları katılaştı. Daha önce de böyle bir şey olmuştu. Kadın ona bebek arabasında başı okşanan şu tatlı bebeklerden biri gibi davranıyordu. Yaşlı orospuya gününü gösterecekti! Ama çoğu zaman olduğu gibi gereken cesareti bulamayıp zihnini toparlayamadı. Sonunda hafifçe gülümsedi ve
akşamı kastederek, Evet, öyleydi, dedi.
O sıra Bayan Ockham çantasını açıp içinden beyaz bir karton kutu çıkarmıştı.
“Bir tane ister misin?”
Kutuyu uzattı. Sevgili Frankie’sinin ve kendisinin de en sevdiği Fransız çikolatalarındandı. Bayan Ockham’ın tatlıya karşı düşkünlüğü vardı.
Sebastian farkında olmadan kadının dediğini yaptı. Kadının aksanında sorun yoktu ve biçimsiz, kaba yünlü kumaşına rağmen kıyafeti de belli ki pahalı ve iyi kaliteydi. Ama şişman ve yaşlıydı – tahminen kırk yaşlarında. İnsanı canından bezdiren yaratığa haddini bildirmekle, bu duygudan hiç de aşağı kalır yanı olmayan, şu leziz langues de chat’lardan* birinden tatmak arzusu arasında kararsız kaldı. Kadının sevimsiz, yumuşak yüzüne bakarken, Pug köpeğine benziyor, diye geçirdi içinden. Kötü görünümlü, pembe suratlı, yoluk saçlı bir pug. Böyle düşünmekle, artık çikolataları, minnet hissetmeden alabileceği duygusuna erişti.
“Sağ olun,” deyip kadına, orta yaşlı kadınların büsbütün karşı konulmaz bulduğu, şu büyüleyici gülüşlerden biriyle karşılık verdi.
On yedi yaş, yani hem yaştan bağımsız bir olgunlukta hissedip hem de on üç yaşında bir Della Robbia’nın meleksi görünüşünde olmak, saçma ve insanı utandıran bir yazgıydı. Ama geçen Noel Nietzsche okumuştu ve o günden beri yazgısını sevmesi gerektiğini biliyordu. Yazgısını sevmek. Amor Fati – ama sağlıklı bir sinizm ile yoğunlaşmış hâlini. Madem insanlar birisine, yaşından daha küçük görünüyor diye ödeme yapmaya hazırlar, neden onlara istediklerini vermesin ki?
“Ne güzelmiş!”
Kenarlarına çikolata kahverengisinin bulaştığı ağzıyla kadına yeniden gülümsedi. Bayan Ockham’ın yüreğindeki kılıç bir kez daha acıyla burkuldu.
“Tüm paketi al,” dedi. Sesi titriyor, ıslak gözleri parlıyordu.
“Hayır, hayır, alamam…”
“Al,” diye ısrar etti, “hadi al.” Ve eline – Frankie’nin eline tutuşturuverdi.
“Ah, sağ olun…” Bu tam da Sebastian’ın umduğu hatta beklediği tepkiydi. Bu ihtiyar Dodolarla daha önce de bazı deneyimleri olmuştu.
Bayan Ockham üzgün bir tınıyla, “Bir zamanlar bir oğlum vardı,” diye sürdürdü. “Tıpkı sana benzerdi. Aynı saç, aynı göz rengi…” Gözyaşları yanağından süzüldü. Gözlüğünü çıkarıp gözyaşlarını sildi, sonra burnunu çeke çeke ayaklandı ve aceleyle okuma odasının yolunu tuttu.
Sebastian, gözden yitene dek kadının ardından baktı. O an korkunç suçlu ve sefil hissetti. Elindeki pakete baktı. Şu langues de chat’ı şimdi elinde tutuyor olabilecek bir oğlan ölmüş gitmişti:
Ve kendi annesi hayatta olsa, hemen hemen o zavallı, gözlüklü kadının yaşlarında olacaktı. Ve Sebastian hayatını kaybetmiş olsa, o da tıpkı böyle mutsuz ve duygusal olurdu. Birden çikolataları fırlatıp atacak gibi elini kaldırdı; sonra kendini tuttu. Hayır, bu düpedüz aptallık ve saçma bir davranış olurdu. Paketi cebine soktu ve puslu alacakaranlığa doğru yürümeye koyuldu. “Milyonlarcası,” diye fısıldadı kendi kendine; ve kötücüllüğün büyüklüğü, sözcüğü tekrar ettikçe büyüyormuş gibi geldi. Dünyanın her bir yanında milyonlarca kadın ve erkek acı içinde kıvranıyordu; tam da şu anda milyonlarcası ölmekteydi; şu zavallı moruğunkini andıran acıyla büzülmüş suratlarıyla milyonlarcası yas tutuyor, yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Milyonlarcası aç, korku dolu, hasta ve kaygılıydı. Milyonlarcası kötü yürekli başka milyonlar tarafından lanetleniyor, tekmeleniyor ve dövülüyordu. Ve her yanı çer çöp, kusmuk ve kirli bedenler kaplamış, aptallık ve çirkinlik belası her yana sızmıştı. Dehşet her yanda, birisi iyi ve mutlu hissettiği anda bile kol geziyordu – köşeyi döner dönmez, hemen kapının ardında, hep orada bir yerlerdeydi.
Haverstock’tan yokuş aşağı yürürken Sebastian, kendinden kaynaklanmayan bir mutsuzluğun ruhunu ele geçirdiğini hissetti. Artık ölüm ve acı dışında başka hiçbir şey yokmuş gibi geliyordu. Sonra Keats’in “Dünyayı sarmış dev acı!” dizesini anımsadı. Dev acı. Diğer dizeleri anımsayabilmek için zihnini zorladı. “Bunca yükseğe kimse el koyamaz…” Gerisi nasıldı?
Bunca yükseğe kimse el koyamaz, o gölgeye dönüşemez,
Ama kim ki dünyanın sefaletini
Kendinde bilir, artık huzur bulamaz…
Nasıl da doğru sözler! Bu dizeler belki de Keats’in aklına, şu an kendisinin yaptığı gibi, Hampstead’den yokuş aşağı yürüdüğü soğuk bir bahar akşamı gelmişti. Aşağı yürüyüp arada bir ciğerlerine takılmış balgamı sökmek için öksürmek üzere duruyor, muhtemelen başkalarının ölümü gibi kendi ölümünü düşünüyordu. Sebastian yeniden, kendi duyacağı şekilde fısıldamaya koyuldu.
Bunca yükseğe kimse el koyamaz, o gölgeye dönüşemez,
Ama kim ki…
Aman Tanrım, sesli söyleyince kulağa nasıl da dehşetli geliyor! Bunca yükseğe konamayan o gölge, ama kim ki… Yüreğinden geçen böyle bir şeyi nasıl söze dökmüş? Ama tabii, ihtiyar Keats kimi zaman da epey dikkatsiz biriydi. Dâhi olması bile onu, zaman zaman kötü zevkin berbat boşluğuna düşmekten alıkoyamıyordu. Endymion’da insanın tüylerini ürpertecek şeyler vardı. Ve birisi kalkıp Yunan olsa gerek diye dile getirse… Sebastian kendinden hoşnut bir alaycılıkla gülümsedi. Günün birinde Yunan mitolojisiyle neler yapılabileceğini gösterecekti.
Aynı anda zihni yeniden, kütüphanede Tarn’ın Yunan uygarlığı hakkındaki kitabını okurken zihnine düşen deyişlere gitti. “Şu kuru incirleri boş ver gitsin!” diye başlamalıydı. “Kuru incirleri boş ver…” Ama kuru incirler belki de iyidir. Kölelere mahsulün artığı ve çürüğü dışında bir şey düşmezdi. Madem öyle, “Bayat incirleri boş ver.” Hem nasıl yankılandığına bakınca “bayat” ses uyumu açısından daha güzel oturuyordu.
Bayat incirleri boş ver, ekin kurdunu ve kırbacı da,
Ölümden korkan ihtiyarlar…
Ama böyle çok yavan oluyordu. Şu kötü Wordsworth dizelerindekine benzer şekilde, çakılları silindirle takır tukur ezer gibi. Peki ya “kuruyup buruşmaktan korkmak” desek?
Kurumaktan ödü patlayan adamlar ve kadınlar…
Gynaeceumun ot gibi sıkıcı geçen hayatını nasıl bağlayacağına kafa yorarken tereddüde düştü. Sonra kafatasının hemen arkasındaki gizemli ışık ve enerji kaynağından mükemmel dize dökülüverdi: “…kafesteki kadınlar.”
Sebastian şu kısacık imgenin vuruculuğuna gülümsedi – azgın ve evcimenlikle ilgisi olmayan kızlarla dolu koca bir hayvanat bahçesi, zengin dullarla dolu bir kuşhane. Ama bunları bir başka şiire saklayacaktı – kadın cinsiyetinin tümünden öç alacağı bir şiir. Şu an derdi Helenlerleydi – Yunanistan denen şu tarihi sefaletle ve hayali zaferle. Tüm insanları düşününce elbette hayali ama bir birey, hem de bir şair tarafından gerçekleştirilebilir. Günün birinde, bir şekilde, bir yerlerde o zaferi tutup sıkı sıkı kavrayacaktı; Sebastian emindi bundan. Ama şu an önemli olan milleti kendine güldürmemekti. Nostaljisinin tutkusu ironiyle, kaç zamandır ideale duyulan hasret de bir tutam absürdle dengelenmeliydi ifadede. Ölmüş oğlanı ve dünyanın dev acısını unutmasına yardımcı olsun diye cebindeki dükkândan bir langue de chat kaptı ve ağzı tıka basa doluyken, bir şiir yaratmanın sarhoş ediciliğine geri döndü.
Bayat incirleri boş ver gitsin, ekin kurdunu ve kırbacı da
Ölümden ödü patlayan adamlar ve kafeslerde kadınlar
Bu kadar tarih iş görür. Şimdi hayallere seslenmeli.
Mütemadi bir haziranda…
Kafasını salladı. “Mütemadi,” gerzek coğrafya dersine giren müdürün Ekvador’un ikliminden bahsetmesini andırıyordu. Aklına, “Müzmin” seçeneği geldi. Vârisli damarlar ile Cockney hizmetçi kadınların argosunu aynı anda çağrıştıran sözcük çok hoşuna gitti.
Müzmin bir haziran günü, hani Alkibiadis
Platon sakalıyla çepeçevre!
Rezalet! Gerçek isimlerin burada ne işi var. Kaslı, heybetli falan dese belki? Sonra “Ağır sıklet” sözü muştu gibi zihninde beliriverdi. Evet, evet; “hani aydın ve ağır sıklet.” Bir kahkaha patlattı. Plato’nun yerine de “bilgelik” koydun mu al sana:
Müzmin bir haziran günü, hani aydın ve ağır sıklet
Bilgeliğin sakalıyla çepeçevre!
Sebastian sözcükleri keyifle iki üç kez yineledi. Şimdi diğer cinsiyete gelelim.
Duy bak yaklaşanı,
Tıngırtılar ve flüt sesleri!
Kendi kendine kaş çatarak yürümeyi sürdürdü. Şu şahlanan Bakkhalar, şu Praksiteles misali memeler ve kalçalar, saksılardaki dansçılar – onları anlamlandırmak cehennem azabı gibi! Sıkıştır ve anıştır. Tüm şehvetli imgeleri bir yığında yoğunlaştır ve sonra onlardan, sözcüklerden oluşan kadeh dolusu, bir seferde kafayı bulduran, sert ve ferah, mayhoş ve afrodizyak bir içki damıt. Söylemesi kolay tabii. Sonunda dudakları kıpırdadı.
“Duy bak,” diye fısıldadı yeniden.
Duy bak yaklaşanı,
Yanımda yöremde tıngırtılar ve flüt sesleri,
Dön dolaş, nasıl da göz kamaştıran,
Son peçe gevşedi, uydularını kopar yörüngesinden!
İç çekip kafasını salladı. Henüz tam oturmadı ama yine de şimdilik iş görür. Bu arada köşeye gelmişti. Eve mi gitseydi yoksa Bantry Place’a doğru yürüyüp Susan’ı alsa ve ona yeni şiirini mi okusaydı? Sebastian bir an tereddüt etti ve sonra ikinci seçeneğe karar verip sağa döndü. Birinin kendisini dinleyip alkışlamasını istiyordu.
…göz kamaştıran,
Son peçe de gevşedi, uydularını kopar yörüngesinden!
Belki de çok kısa olmuştu. Şu göz kamaştırma ile mor Bengal maytaplarının patladığı sonun arasına birkaç dize daha serpiştirmeliydi. Örneğin Parthenon hakkında bir şeyler. Belki de Akhilleus hakkında bir şey olsa daha eğlenceli olur.
Kıyı koşarlarda hüzün, takati kesik haykırışlar
İşkence görmüş bir ağızdan…
Aman Tanrım! İşte hançeresinde Bengal maytapları karşı konulamaz biçimde ışıldıyordu.
Ve sümbül rengi denizde her daim
Baş döndüren binlerce ada,
O yaban arzular…
Hayır, hayır. Çok başıboş, ete kemiğe bürünmemiş bir soyutluk!
Boğalar, evlatlar, çılgın kuğular ve dimdik meme uçları,
Tavında dövülen kızıl demir misali alazlı şehvet
Ateşin içinde parladıkça parlayan alev…
Ama “parlayan” uyaklı olmuyor, kendinden öte bir anlamı da yok. Aradığı öyle bir kelimeydi ki büyüyen ateşin yoğunluğunu tarif etmekle birlikte kendi tutkulu, sevgi dolu inancını da aktarsın – şiirsel, cinsel hatta dini (böyle şeyler arıyorsan şayet) tüm coşkuların eşdeğeri ve bunların sıradana, sıkıcı vasatlıklara üstünlüğünü anlatsın. Engeli aşmasına yardımcı olacak dürtüyü yaratması umuduyla en başa döndü.
Ve sümbül rengi denizde bu arada
Baş döndüren binlerce ada,
Boğalar, evlatlar, çılgın kuğular ve dimdik meme uçları,
Tavında dövülen kızıl demir misali alazlı şehvet
Ateşten… ateşten…
Duraladı; ve sonra sözler dökülüverdi.
Ateşten saf ateşe, Nurun ta kendisi –
Tanrıların akkor çiftleşmesi.
Ama işte Bantry Place sapağına gelmişti hatta beş numaranın perdesi örtük penceresinden piyano dersindeki Susan’ın tüm kış boyu çalıştığı şu Scarlatti bestesini çaldığını duyabiliyordu. Kulağına çalınan müziğin tarzında, şampanyanın şişesinden ritmik zerreler hâlinde fışkırması, yüzeye ulaştığındaysa dipteki şarabın sek ve keskin sesine dönüşmesini andıran bir şeyler vardı. Bu benzetme Sebastian’ın öyle hoşuna gitti ki daha önce hiç şampanya tatmadığı aklına bile gelmedi; ve zile basarken aklındaki son şey, çalınan müzik aletinin, ihtiyar Pfeiffer’ın ışıltılı Blüthner’i değil de bir klavsen olması durumunda müziğin daha da keskin ve sek hâle dönüşebileceğiydi.
Sebastian müzik odasından içeri girdiğinde Susan, piyanonun üstünden onu gördü – şu adamın güzel aralıklı dudakları ve okşayıp parmaklarını arasında gezdirmeyi özlediği (ama bunu yapmasına hiç izin vermezdi) rüzgârın tatlı coşkun bukleler hâlinde uçurup dağıttığı yumuşacık saçları işte oradaydı. Yolunu değiştirip ona uğraması ne hoştu! Hemen gururlu bir gülümsemeyle baktı ona ve aynı anda, Sebastian’ın saçındaki küçücük, lahana yapraklarına düşen çiyleri andıran damlaları fark etti, yalnız bu damlalar daha küçük, ipek kozası boncukları misaliydi ve biri kalkıp onlara dokunsa buz misali soğuyacaklarmış gibiydiler. Bunu düşünmek bile Susan’ı, sol elini adamın saçında gezdirme fikrinden alıkoymaya yetti.
Kafese tıkılmış hayvan gibi odada volta atan ihtiyar Dr. Pfeiffer –pantolona tıkıştırılmış, deniz aygırı bıyıklı, küçük, obur bir ayıyı andırıyordu– ağzının köşesindeki bolca çiğnenmiş puroyu alıp Almanca bağırdı:
“Musik, musik!”
Susan aklından ipeksi çiy taneleri fikrini savuşturmak için çabaladı ve bocalayan sonatın peşine düşüp çalmayı sürdürdü. Utandığı için yüzü kıpkırmızı kesilmişti.
Al al yanakları neredeyse kestane rengi saçlarıyla aynı kızıllıktaydı. Kırmızı pancarlar ve havuçlar, diye geçirdi içinden Sebastian hiç yüz vermeden; ve Susan’ın gülümseyince ortaya dökülen dişetlerini de hesaba katarsak – pozitif anlamda anatomik bir görüntüydü.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıZaman Artık Durmalı
- Sayfa Sayısı328
- YazarAldous Huxley
- ISBN9786052652213
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Son Fedakarlık / Vampir Akademisi- 6 ~ Richelle Mead
Son Fedakarlık / Vampir Akademisi- 6
Richelle Mead
CİNAYET. AŞK. KISKANÇLIK. VE SON BİR SEÇİM. ÖLÜM MÜ, AŞK MI? Rose Hathaway oyunu her zaman kendi kurallarıyla oynamıştı. En yakın arkadaşı ve yaşayan...
- Risk Mevsimi Etik Vampir Serisi – 3 ~ Susan Hubbard
Risk Mevsimi Etik Vampir Serisi – 3
Susan Hubbard
Salman Rushdie’nin bu sürükleyici romanı, kendini, “Ana rahmine düştüğüm andan itibaren, başka bir boyuttan, zaman tünelinden gelen bir ziyaretçi gibi dünyadan ve üzerindeki her...
- Benim Gibi Makineler ~ Ian McEwan
Benim Gibi Makineler
Ian McEwan
“Benim Gibi Makineler” Hiroşima ve Nagasaki’nin atom bombalarıyla yerle bir edilmediği, yaşamına savaş kahramanı olarak devam eden Alan Turing’in yapay zekâ alanında çığır açtığı...