Sonuçta öğretmenler Uranüs’ten gelmedi. Onlar da insan. Onlar da mutlu olmak istiyor. Aşkı onlar da merak ediyor. Merak etmeseler dizi seyretmezlerdi. Ama seyrediyorlar. Kendi aralarında konuşurlarken duyuyorum. Sürekli olarak dizi karakterlerini ya da evlilik programlarındaki tipleri çekiştiriyorlar. Herkes mutlu olmak istiyorsa, neden peki bu ikiyüzlülük? Neden sanki mutluluk ya da aşk ya da dostluk hiç derdimiz değilmiş, tüm derdimiz hücrelerdeki mitokondri, lizozom ve plastitlermiş gibi davranmak zorundayız? Neden kurbağanın solunum sistemini öğrenmek zorundayız? Anlaşılır şey değil!
HAYALET
Adım Serap. Şu anda bir rüya görüyorum. Zeynep, sırtında gök mavisi paltosuyla kıkır kıkır gülerek koşturuyor. Paltosunun önü her zamanki gibi açık, koşarken uçlarından iki yana savruluyor. Pembe renkli, boğazlı kazak giymiş. Bir de güneş sarısı tayt. Zeynep, gökkuşağı gibi rengârenk. Kızarmış yanakları, simsiyah parlak saçlarıyla inanılmaz uyumlu. Başıyla, hadi yetiş bana, diye işaret ediyor. Ben onun kadar hızlı koşamıyorum. Her konuda olduğu gibi, koşma konusunda da beceriksizim. Yine de elimden geleni yapıyorum. Sarsak sarsak koşturuyorum arkasından. Şehrin içindeyiz. Ama şehir, her zamanki şehir değil. Tüm o grilikler ve çirkinlikler yok olmuş, sokaklar renklenmiş, ışıldamış.
Pırıl pırıl temiz caddelerden; rengârenk köprülerden; pembeye, mora, eflatuna boyanmış binaların önünden geçiyoruz. “Ne kadar güzel, değil mi!” diye bağırıyor Zeynep. Neyi kastettiğini tam olarak bilmiyorum ama yanıtım: “Evet!” Sonra bir demiryolu köprüsüne çıkıyoruz. Zeynep, tam ortada duruyor ve beklemeye başlıyor. Nefes nefese yaklaşıyorum ona ve, “Neden durdun?” diye soruyorum. “Çünkü burası son durak,” diyor. Tren görünüyor uzaktan. Yaklaşıyor… yaklaşıyor… Zeynep, dönüp ışıl ışıl gülümsüyor bana. Sonra kendisini aşağıya atıveriyor. Yavaş çekim düşüyor. Havadayken elini sallıyor bana. Ve trenin önüne bir yaprak gibi iniyor. Yarı belime kadar sarkmış halde, kalakalıyorum orada öyle. Tren, büyük bir gürültüyle geçiyor aşağıdan. Sonra, uyanıyorum. Zeynep yanımda. Sevgili hayalet arkadaşım.
GERÇEK ARKADAŞ ARIYORUM
Bugün onuncu sınıfta ilk günüm. Midemde korkunç bir kasılma var. Hissettiğimin korku değil, sadece can sıkıntısı olduğuna kendimi inandırmaya çalışıyorum. Ama başaramıyorum. Sınıf her zamanki gibi. Duvarlar aynı sıkıcı gri renkte, sıralar aynı şekilde tozla karışık deterjan kokuyor ve sınıftaki tipler tıpkı geçen yılın sonunda bıraktığım gibi:
Müthiş havalı görünüyorlar ama buraya tıkıldıkları için yüzlerinde –o havalı hallerine hiç yakışmayan kindar bir ifade var. Sorun değil, çabuk alışırlar. Alışamayacak olan benim. Derken, kapı açılıyor, içeriye yeni bir kız giriyor. Üstünde –tıpkı diğer kızlar gibi okul forması var, ama onlardan çok farklı görünüyor. Farkı havasında,yürüyüşünde, duruşunda… Okula geçerken uğramış biri gibi sanki. Her an çıkıp gidebilecek biri. Dalgın, uçucu bir hali var. Sınıftaki ikinci boş yere oturuyor. Birinci boş yer, benim yanım. Hiç kimse oturmaz yanıma. İkinci boş yer, sol tarafta en ön sıra. Pencerenin ve öğretmen masasının hemen dibi yani. Genelde kimsenin tercih etmediği bir yer.
Ama o, gidip oraya oturuyor. Yoklama sırasında adını duyuyorum: Candan. İşi gücü bırakıp onu seyrediyorum. Koyu kızıl, yumuşacık, dalgalı uzun saçlarını gevşek bir atkuyruğu yapmış. Suluboyayla yapılmış bir resim sanki. Yüzünün ve vücudunun çizgileri titreşerek havaya karışıyor. Gözleri çok dalgın bakıyor. Yolunu şaşırmış bir melek gibi, diye düşünüyorum. Büyülenmiş gibiyim. Gözlerimi hiç ayırmadan uzun uzun seyrediyorum onu. Bir ara yavaşça arkaya dönüyor ve doğrudan gözlerimin içine bakıyor. Dimdik. Suçüstü yakalandım. Ensemden aşağı ürperiyorum. Bir gün bulacağımdan emin olduğum, “gerçek” arkadaşım o mu acaba? On altı yaşındayım ve hâlâ mavi perilere inanıyorum. Pinokyo’nun mavi perisi bir gün karşıma çıkacak ve ne istediğimi soracak. Ben de, “Gerçek bir arkadaş,” diyeceğim.
Yalnızca bana ait, beni hiçbir zaman bırakıp gitmeyecek bir arkadaş. Hiç konuşmasak bile anlaşabileceğim biri. Benden güzel olabilir. Benden yetenekli olabilir. Yeter ki beni sevsin. “Ben seni seviyordum zaten,” diyor inceden bir ses. Dönüp bakıyorum. Zeynep. Yanımda oturuyor. “Evet ama sen ölüsün!” diyorum. İçimden tabii. “Gerçek arkadaş olsan ölmezdin. Öyle çabuk gitmezdin!” Zeynep benim en iyi (ve tek) arkadaşımdı. Sekizinci sınıfın sonunda intihar etti. Sınavdan kötü puan aldığı ve babasının istediği liseye giremediği için metro vagonunun önüne attı kendini. Ben onu rüyalarımda, pırıl pırıl parlayan bir şehirde, ışıltılı bir köprünün üstünden atlarken görüyorum hep. Oysa Zeynep nemli, karanlık, kasvetli yeraltında öldü.
TRAVMA
Travma kelimesi trauma’dan geliyormuş. İnternetten baktım. Kelime anlamı: “İnsana çok acı veren, mahveden bir deneyim.” Psikolojide, “korkunç bir olaya verilen duygusal tepki” olarak geçiyor. Zeynep’in ölümüne işte ben de böyle duygusal tepki veriyorum: Olur olmaz yerlerde, onu hâlâ görerek. Zeynep’in hayaleti peşimi bırakmıyor. Bana sürekli bir şeyler söylüyor. Bazen kendisini acındırıyor, bazense komiklikler yapıyor. Bu benim büyük sırrım. Ve gerçek bir arkadaşım olduğunda, onunla en önce bu sırrı paylaşacağım. Çünkü açıkçası, bazen çok korkuyorum. Abim gibi delirmeyi hiç istemem doğrusu. Yok, böyle söylememeliyim! Abim tam da delirmiş sayılmaz. Daha çok, depresyonda, diyebiliriz. Ve çıkamıyor o karanlık delikten. Depresyondan yani.
Zeynep öldüğünde, çok uzun bir süre hiçbir şey hissedemedim. Zeynep yoktu artık, bu kadarını anlayabiliyordum. Ama ölmek ne demekti, o kısmı anlayamıyordum. Sonra kollarım kaşınmaya başladı. Hatır hatır kaşıdıkça kanadı kollarım. İnce ince çizikler oldu. Çizikler kabuk bağladı. Ben o kabukları yemeye başladım. Ben kopardıkça, yeniden kabuk bağlıyorlardı. Uzun süre böyle devam etti bu. Sonra annem kollarımın halini fark etti. Bir şişe kolonyayı boşalttı çiziklerin üstüne. Canım fena yandı. İtiştik kakıştık biraz. Zeynep ilk kez o zaman çıktı ortaya. Annemin arkasında durup tavşan kulağı yaptı. Ben gülmeye başlayınca, annem tam delirdi. “Kitap okuya okuya sonunda beynini çatlattın,” diye bağırdı çağırdı. Sonra da kapıyı öfkeyle vurup, çıktı gitti odadan.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıZ Yalnızlığı
- Sayfa Sayısı156
- YazarNeslihan Acu
- ISBN9786059405027
- Boyutlar, Kapak12 x 18, Karton Kapak
- YayıneviOn8 Kitap / 2018
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sisin Sakladıkları ~ Miyase Sertbarut
Sisin Sakladıkları
Miyase Sertbarut
Okurlarını şaşırtmadaki ustalığıyla tanınan Miyase Sertbarut’tan insanları kobay olarak kullananlara karşı girişilen nefes kesici bir mücadele… Sisbağ’da kargaların genlerini insanlara aktarmaya çalışan genetik çalışmalar,...
- Sayın Bay Rock Yıldızı ~ Teoman
Sayın Bay Rock Yıldızı
Teoman
“İnsanın geçmişe ihtiyacı var. Kim olduğumuzu hatırlamak için. Daha doğrusu eskiden olduğumuz kişiyi hatırlamak için. Bir an içimde bir ağlama duygusu oluşuyor. Hıçkırarak. O...
- Cehennem Benim (Mevlana Dergahından Bir Filozof Sartre) ~ A. Vahap Kaya
Cehennem Benim (Mevlana Dergahından Bir Filozof Sartre)
A. Vahap Kaya
Her insanın yaşayabileceği, sıradan bir ayrılık yaşamıyordu. Onun gözünde bu ayrılık, toprağın sudan ayrılması gibi bir şeydi. Nasıl ki toprak sudan ayrılınca çoraklaşıyorsa; ırmaklardan,...