Puşkin’in en ünlü eserlerinden biri olan Yüzbaşının Kızı, bir soylu olan Pyotr Andreyeviç Grinyov’un ağzından, günlüğüne yazdığı anıları üzerinden askerî görevini icra etmek üzere gönderildiği Belogor Kalesi’nde başına gelen olayların anlatıldığı tarihî bir romandır.
Gerçek olaylara dayanan roman, Büyük Katerina dönemindeki ünlü Kazak isyanı Pugaçov Ayaklanması’nın gerçekçi bir resmini çizmektedir. Roman hem Pugaçov Ayaklanması’nı hem de bu isyanın arka planında geçen dokunaklı bir aşk ve kurtuluş hikâyesini anlatır.
Puşkin’in bu kurgusal ama aynı zamanda tarihsel temellere dayanan romanı okuyucuya olayları başka bir noktadan gözlemleme olanağı sunar.
Birinci Bölüm
Muhafız Çavuşu
“Yarın öbür gün muhafız yüzbaşı da olabilirdi.”
“Ne lüzumu var; bırakın askerlik yapsın.”
“Harika söylediniz! Bırak sürünsün…”
“Peki babası kim bunun?”
Knyajnin
Babam Andrey Petroviç Grinyov gençliğinde Kont Minih’in hizmetinde çalışmış, 17** senesinde de kıdemli binbaşı olarak emekliye ayrılmış. O zamandan beri Simbirsk köyünde yaşıyordu, köyün yerlisi fakir bir asilzadenin kızı olan Avdotya Vasilyevna Y. ile de orada evlenmişti. Biz dokuz kardeştik. Bütün kardeşlerim daha bebekken ölmüştü. Validem daha bana gebeyken yakın bir akrabamız olan muhafız binbaşısı Prens V**’nin lütfuyla Semyonov alayına çavuş yazılmışım. Eğer validem bütün ümitleri boşa çıkarıp bir kız doğursaymış babam artık nereye icap ediyorsa oraya, hasıl olmayan çavuşun ölümünü bildirecek ve mesele böylece kapanacakmış. Tedrisat bitene kadar izinli sayılıyordum. O sırada bizi bugünkünden başka türlü yetiştiriyorlardı. Beş yaşımda, aklı başında tavırlarından ötürü lalalığıma atanan seyis Savelyiç’in ellerine verilmiştim. Onun nezaretinde on iki yaşıma geldiğimde Rusça okuma yazmayı öğrenmiştim ve erkek tazıların hususiyetlerine dair gayet makul hükümlerde bulunabiliyordum.
Babam bu sırada benim için Mösyö Beaupré adında bir Fransız tutmuştu; kendisi Moskova’dan senelik şarap ve zeytinyağı tedarikiyle birlikte ısmarlanmıştı. Gelişi Savelyiç’in hiç mi hiç hoşuna gitmemişti. “Tanrı’ya şükür,” diye homurdanıyordu kendi kendine, “çocuk apak yıkanmış, saçları taralı, karnı tok. Kendi adamların yokmuş gibi ne diye gereksiz para harcıyorsun, mösyö tutuyorsun!” Beaupré memleketinde berbermiş, sonra Prusya’da asker olmuş, sonra pour être outchitel,1 bu kelimenin anlamını da pek bilmeden Rusya’ya gelmiş. İyi bir delikanlıydı ama uçarıydı ve ifrat derecesinde aylaktı. Başlıca zaafı kadın cinsine olan tutkusuydu; kibarlığı yüzünden sık sık yumruğu yer, sonra günlerce ahlayıp dururdu. Ayrıca (kendi ifadesiyle) şişe düşmanı da değildi, yani (Rusça söylersek) gereksiz höpürdetmeyi severdi. Ama bizde şarap sadece öğle yemeğinden sonra ve bir kadehçik verildiğinden, üstelik öğretmeni de genellikle es geçtiklerinden benim Beaupré çok geçmeden Rus likörüne alıştı ve hatta onu, mideye daha faydalı bir şey değilmiş gibi memleketinin şarabına tercih eder oldu. Aramız gayet iyiydi; kendisi her ne kadar bana Fransızca, Almanca ve bütün bilimleri öğretmekle yükümlüyse de çok geçmeden benden Rusça bir şeyler gevelemeyi öğrenmeyi tercih etti; sonra her birimiz kendi işimizle uğraşmaya koyulduk. Tam bir uyum içinde yaşıyorduk. Başka bir mentor da istemiyordum. Ama çok geçmeden kader bizi ayırdı, bakın hangi vesileyle: Şişman ve çopur bir kız olan çamaşırcı Palaşka ile tek gözü kör sığırtmaç Akulka her nasılsa bir gün anlaşıp validemin ayaklarına kapanmışlar, canice zaaflarını itiraf etmişler ve gözyaşları içinde onların tecrübesizliklerini baştan çıkaran mösyöden şikâyetçi olmuşlar. Valide böyle şeylerde şakayı sevmezdi; o da babama şikâyette bulunmuş. Babamın hesabı kısa sürmüş. Düzenbaz Fransız’ı getirmelerini söylemiş. Mösyönün bana ders verdiğini rapor etmişler. Babam odama geldi. Bu sırada Beaupré yatakta bebek gibi uyuyordu. Ben de işimle meşguldüm.
Şuna da bilmek gerek: Benim için Moskova’dan bir coğrafi harita sipariş edilmişti. Harita hiç lüzumsuz duvarda asılıydı ve kâğıdı epeydir genişliği ve güzelliğiyle beni cezbediyordu. Ondan yılan yapmaya karar vermiştim ve Beaupré’nin uyumasından yararlanarak işe girişmiştim. Ben tam süpürge telinden Ümit Burnu’na kuyruk takarken babam içeri girdi. Coğrafya alıştırmalarımı görünce kulağımı çekti, sonra Beaupré’ye koştu, çok kaba bir şekilde uyandırdı onu ve sitem yağdırmaya başladı. Beaupré afalladı, ayağa kalkmaya davrandı ama yapamadı: Talihsiz Fransız zilzurna sarhoştu. Olacağı var ya, her şey üst üste gelmişti. Babam onu yakasından tutup yataktan kaldırdı, kapı dışarı etti, aynı gün de çiftlikten kovdu. Tabii Savelyiç’in sevinci tarifsizdi. Benim eğitimim de böylece son buldu. Ergenlik çağını güvercin peşinde koşup çiftlikteki hizmetçilerin çocuklarıyla birdirbir oynayarak geçirdim. Böylece on altı yaşım bitti. Kaderim de o zaman değişti. Bir güz günü validem misafir odasında ballı reçel kaynatıyor, ben de dudaklarımı yalayarak kaynayan köpüklere bakıyordum. Babam pencerenin yanında her sene aldığı Saray Takvimi’ni okuyordu.1 Bu kitap onda her zaman güçlü bir etkide bulunurdu; her seferinde kendini büsbütün kaptırarak okurdu, okudukları da her zaman şaşılacak kadar heyecan uyandırırdı. Onun bütün huylarını, âdetlerini ezbere bilen annem talihsiz kitabı hep mümkün olduğunca uzak bir yere sokuşturmaya çalıştırırdı, öyle ki Saray Takvimi’nin babamın gözüne bazen aylarca takılmadığı olurdu.
Ama buldu mu da saatlerce elinden bırakmazdı. Diyeceğim, babam Saray Takvimi’ni okuyor, ara sıra omuzlarını silkip alçak sesle tekrar ediyordu: “Tümgeneral!.. Benim bölükte çavuştu!.. Rusya süvari nişanlarının ikisini de almış!.. Çok mu oldu, onunla…” Sonunda kitabı kanepenin üzerine fırlattı, hiç de iyiye alamet olmayan düşüncelere daldı. Ansızın anneme döndü: “Avdotya Vasilyevna, Petruşa kaç yaşında?” “On yedisine girdi,” diye cevap verdi annem. “Petruşa, Nastasya Garasimovna Teyze’nin bir gözü kapandığı sene doğdu, o zaman daha…” “Yeter,” diye sözünü kesti babam, “askerlik çağı gelmiş. Kız peşinde koşup güvercinliklere çıktığı yeter.” Benden yakında ayrılacağı düşüncesi validemi öyle çok sarstı ki elindeki kaşığı tencerenin içine düşürdü, gözyaşları yüzünde yuvarlandı. Buna karşılık benim coşkumu tarif etmek güç. Askerlik düşüncesi kafamın içinde hürriyet, Petersburg hayatının hazları düşünceleriyle iç içe geçmişti. Kendimi muhafız subayı olarak hayal ediyordum; bence insan mutluluğunun zirvesiydi bu. Babam niyetlerini değiştirmeyi de hayata geçirmeyi ertelemeyi de sevmezdi. Yola çıkış günüm kararlaştırıldı. Bir gün öncesinde babam benimle birlikte gelecekteki kumandanıma mektup yazmaya niyetli olduğunu söyleyip divitle kâğıt istedi.
“Andrey Petroviç,” dedi valide, “Prens B.’ye hürmetlerimi sunmayı da unutma; umarım Petruşa’ya lütuflarını esirgemeyecektir.” “Ne saçmalık!” diye cevap verdi babam kaşlarını çatarak. “Ne münasebet, ne diye yazacakmışım prens B.’ye?” “Petruşa’nın kumandanına yazacağını söyledin ya?” “E, ne olmuş?” “Petruşa’nın kumandanı Prens B. Petruşa Semyonovsk alayına yazıldı ya!” “Yazıldı! Bana ne yazıldıysa? Petruşa Petersburg’a gitmeyecek. Ne okuyacak Petersburg’da, müsriflik mi? Aylaklık etmeyi mi? Hayır, askerlik etsin, hamallık etmeyi öğrensin, barut koklasın, zibidi değil asker olsun. Muhafız yazılmış! Nerede bunun hüviyeti! Ver bakayım.” Validem, vaftiz edilirken giydiğim gömlekle beraber bir kutuda saklı hüviyetimi arayıp buldu, elleri titreyerek babama verdi.
Babam dikkatle okudu, önüne, masanın üzerine koydu, mektubuna başladı. Merak içimi kemiriyordu: Petersburg’a değilse nereye gönderecek beni? Gözlerimi babamın divitinden ayırmıyordum; o da epey ağır kıpırdıyordu. Sonunda bitirdi, mektubu hüviyetle birlikte mühürledi, gözlüğünü çıkardı ve bana dönüp, “İşte, eski bir yoldaşım ve arkadaşıma, Andrey Karloviç R.’ye mektubum. Orenburg’a, onun kumandanlığında hizmette bulunmaya gideceksin,” dedi. Bütün o parlak ümitlerim yerle bir oldu! Eğlenceli Petersburg hayatı yerine beni ıssız, uzak bir yerde can sıkıntısıydı bekleyen. Daha bir dakika öncesine kadar büyük bir coşkuyla düşündüğüm askerlik şimdi korkunç bir talihsizlik gibi görünmüştü. Ama tartışılacak bir şey yoktu. Ertesi gün sabahtan yol için hazırlanmış kibitka1 verandanın önüne çekildi, valiz, çay takımının koyulduğu sandık, şımarık ev hayatının son izi olan çörekler ve kurabiyelerle dolu bohçalar yerleştirildi. Annem ve babam hayırduası ettiler. Babam, “Elveda, Pyotr,” dedi. “Biat ettiğine sadakatle hizmet et; kumandanlara itaat et; onların gözüne gireceğim diye kendini paralama; vazifeye kaptırma, vazifeden de kaçma; atasözünü unutma:
Elbiseni yeniyken şerefini gençken koru.” Validem gözyaşları içinde sağlığıma dikkat etmemi, Savelviç’e de yavrucağa göz kulak olmasını söyledi. Bana tavşan postundan bir gocuk, onun üzerine de tilki kürkünden palto giydirdiler. Savelyiç ile birlikte kibitka’ya oturdum, gözyaşları içinde yola düştüm. O gece Simbirks’e vardım; gerekli şeyleri almak için bir gece kalmalıydım burada, o iş de Savelyiç’e verilmişti. Bir handa konakladım. Savelyiç sabahtan dükkânları dolaşmaya çıktı. Pencereden pis bir ara sokağa bakmaktan sıkılıp hanı dolaşmaya koyuldum. Bilardo salonuna girince otuz beş yaşlarında uzun boylu, uzun kara bıyıklı, üzerinde ropdöşambr, elinde ıstaka, dişlerinin arasında pipo olan bir bey gördüm. Ona karşı oynayan markacı kazandıkça bir kadeh votka dikiyor, kaybettikçe de dört ayak üstünde bilardo masasının altına sürünüyordu. Oyunu izlemeye koyuldum. Oyun uzadıkça dört ayak üzerinde gezintiler sıklaşmaya başladı, sonunda markacı büsbütün masanın altında kaldı. Bey, cenaze merasimi edasında kuvvetli birkaç ifadede bulundu ve bana bir parti oynamayı teklif etti. Oynamayı bilmediğim için geri çevirdim. Bu belli ki tuhaf göründü ona. Acır gibi baktı bana; ama sohbete de tutuştuk. Adının İvan İvanoviç Zurin olduğunu, *** hafif süvari alayında rotmistr olduğunu, askere alımlar için Simbirsk’te bulunduğunu, handa kaldığını öğrendim. Zurin beni Tanrı ne verdiyse asker usulü yemeğe davet etti. Zevkle kabul ettim. Masaya oturduk. Zurin çok içiyordu ve askerliğe alışmak gerektiğini söyleyerek bana da boyuna ikramda bulunuyordu; ordu fıkraları anlatıyordu bana, öyle gülünçtü ki kahkahadan devrilecek gibi oluyordum. Masadan iki ahbap olarak kalktık. Bu sırada bana bilardo oynamayı öğretmeye gönüllü oldu. “Bu,” dedi, “askerlik hizmetindeki kardeşimiz için zaruridir. Mesela seferde küçük bir yere varırsın, neyle uğraşacaksın? Boyuna Yahudi dövülmez ki.
Mecburen bir hana girer bilardo oynamaya koyulursun; bunun için de oynamayı bilmek lazım!” Tamamen ikna oldum, büyük bir azimle öğrenmeye giriştim. Zurin bağırırcasına teşvik ediyordu beni, hızlı başarılarıma şaşıyordu, sonunda parasına oynamayı teklif etti, kazanç için değil de öylesine, bedavaya oynamamış olmak için; ona göre böylesi en rezil bir alışkanlıktı. Bunu da kabul ettim, Zurin bir punç getirmelerini söyledi, beni de denemeye ikna etti, askerlikte her şeye alışmak gerektiğini söyleyip duruyordu; punç olmadan askerlik mi olurdu! Lafını dinledim. Bu arada oyun da devam ediyordu. Bardağımdan yudumladıkça daha bir cesaretli oluyordum. Toplar ben vurdukça masadan dışarı uçuyordu; öfkeleniyordum, hesabı nasıl tuttuğunu bir Tanrı’nın bildiği markacıya ağzıma geleni söylüyordum, oyunu da saatler geçtikçe katlıyordum; uzun sözün kısası, kendi haline bırakılan bir oğlan çocuğu gibi davranıyordum. Bu arada vakit de fark ettirmeden geçmişti. Zurin saate baktı, ıstakayı yerine koydu ve bana yüz ruble kaybettiğimi söyledi. Bu birazcık şaşırttı beni. Param Savelyiç’teydi. Özür dilemeye koyuldum. Zurin sözümü kesti: “Rica ederim! Hiç rahatsız olma. Beklerim ben; ama şimdi Arinuşka’ya gidelim.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Edebiyat
- Kitap AdıYüzbaşının Kızı
- Sayfa Sayısı144
- YazarAleksandr Puşkin
- ISBN9789750763885
- Boyutlar, Kapak14 x 20 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kalpten Kalbe ~ Kat Martin
Kalpten Kalbe
Kat Martin
Bir deniz kazasında yaralanınca korsanlar tarafından esir alınan cesur Viking savaşçısı, Londra’ya getirilir. Bir sirkte, kafes içinde kilitli tutularak gezdirilmektedir. Dilini bilmediği bu ülkede,...
- Sararmış Bir Fotoğraf ~ Isabel Allende
Sararmış Bir Fotoğraf
Isabel Allende
Aurora, beş yaşında geçirdiği bir travmanın ardından son derece sıra dışı, hırslı bir kadın olan babaannesi tarafından yetiştirilir. 1800’lü yılların ikinci yarısında “Altına Hücum”...
- Nasıl Rahibe Oldum ~ César Aira
Nasıl Rahibe Oldum
César Aira
Hikâyem, yani “nasıl rahibe olduğumun” hikâyesi, yaşamımın erken bir döneminde başladı; altı yaşımı daha yeni bitirmiştim. Bu başlangıç hafızama öyle bir kazındı ki hâlâ...