Nisan 1994’te Ruanda’da tarihin en büyük soykırımlarından biri yaşandı. İktidardaki Hutuların açıkça desteklediği aşırılıkçı Hutu milisleri, yaklaşık yüz gün içinde büyük çoğunluğunu Tutsilerin ve ılımlı Hutuların oluşturduğu toplam sekiz yüz bin kişiyi öldürdü. Başta Belçika ve Fransa olmak üzere Ruanda’yla uzun yıllar aktif olarak “ilgilenmiş” olan Batılı ülkeler katliama tam anlamıyla seyirci kaldı.
İsviçreli yazar Lukas Bärfuss işte bu katliamın, daha çok da bu suç ortaklığının romanını yazıyor Yüz Gün’de. Her türlü ırkçılık ve adaletsizliğe tepki göstermeye çalışan David, bu hislerle, Ruanda’da otuz yıldır faaliyet gösteren İsviçre Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı’na katılarak ülkenin başkenti Kigali’ye gelir. Ülkede konuşulan dili bilen kimsenin olmadığı Teşkilat mensuplarının mevcut iktidarla aralarını iyi tutmaya çalışarak, etliye sütlüye bulaşmadan sürdürdükleri faaliyetlerin rutinliğinden kısa zamanda hayal kırıklığına uğrar, Teşkilat’ı ve kendi işlevini sorgulamaya başlar. Katliam başladığında, gerilimli bir ilişki sürdürdüğü Hutu sevgilisi Agathe’a ulaşma umuduyla ülkedeki son yabancıların tahliye edildiği uçağa binmeyi reddeder. Ve yaşanan vahşetin hem tanığı hem de bilfiil suç ortağı olur.
Evet, çok sert -ama iyi yazılmış, bir solukta okunan bir roman.
ISBN13 978-975-342-747-0
13×19,5 cm, 168 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
s. 60-63.
…
Teşkilat’tan dayak yemiş köpek gibi çıktığımda, kaldırımda durmuş beni bekliyordu. Az kalsın tanımayacaktım onu. Agathe hastanedeki meleğe benzemiyordu artık, yeniden havaalanındaki hanımefendi olmuştu, ukala, soğuk – bu benim sonraki yıllarda da hiç anlayamadığım bir şeydi. Tek bir Agathe yoktu, en az yarım düzine Agathe vardı, içlerinden birini yakaladığımı sandığımda hemen başka biri oluyordu. Yüz ifadesinden bir şey çıkaramıyordum, sesinin tonundan da; güldüğünü görüyordum ama sözleri kulağa sert geliyordu, komik bir hikâye anlattığında da genellikle üzgün görünüyordu.
Hastasının nasıl olduğunu görmeye gelmişti, büyük Rond Point’deki Pakistanlının büfesine davet etti beni. Lokma söyledik, kolamızı içerken Kigali’de eksikliğini duyduğumuz şeylerden konuştuk. Brüksel’deki hayatını, arkadaşlarını çok özlüyordu, bu sözlerine bozulduysam da Brüksel’de özel duygular hissettiği bir adam olup olmadığını sormaya cesaret edemedim. Ona göre Kigali’de geçirilen zamana yazıktı ve en kısa zamanda Brüksel’e geri dönmek istiyordu.
Kuzenlerinden yakındı, ailesinin memleketi olan kuzey bölgesinden gelmişti delikanlılar. Evin içinde aylak aylak dolaşıyor, sırnaşıklıklarıyla onu sinir ediyorlardı, üstelik her biri de Agathe’ın kendisiyle evleneceğinden emindi. Ama bu söz konusu bile olmazdı, bir Ndindiliyimana ile evlenmeyeceği kesindi. Agathe soyadından nefret ediyordu, anadilinden de, bir yabancının pek de öğrenemeyeceği bu Bantu dili tuhaf deyimlerle doluydu. Boyun üzüntünün kapağıdır. İnsanı acılar değil, anılar öldürür. Kadının emrettiği yerde sopa emreder. Düşmanının kaybını bir inekle telafi eden, tüm sürüsünü kaybeder. Ben bu atasözlerini seviyordum ama Agathe yüzünü buruşturdu. Ona göre bu yobazların diliydi, şiirden yoksundu, sadece dedikodu ve hurafe yaymaya, arada bir de inek satmaya yarıyordu. Ve tabii, diye ekledi iğneli bir dille, abazungu’lardan birkaç sırrı saklamaya.
O öğleden sonrasında Rond Point’de trafiğin nasıl felç olduğunu hâlâ hatırlıyorum; bir öküz arabasının yükü devrilmişti, devasa eski giysi balyaları dev böcekler gibi yola dağılırken sürücüler çok tehlikeli manevralar yapmak zorunda kalmıştı.
Gerçekten de Teşkilat’tan hiç kimsenin, diplomatların bile bilmediği ülke dilini ancak onlarca yıldan beri ülkede yaşayan Hıristiyan tarikatlarının üyeleri çat pat öğrenebiliyordu, ama insanın dili sonu gelmeyen ünsüz harf dizilerine zamanla alışsa da, ses telleri, aynı şekilde yazılan tiksinti ve şapka sözcüklerini birbirinden ayıran doğru vurguya asla hâkim olamıyordu. Agathe başka bir soyadı, Blanc ya da Dupuis gibi basit ve net bir soyadı istiyordu ve evlilik yoluyla Avrupalı bir soyadı alma fırsatını kesinlikle kaçırmazdı. Ah, bir de babası olmasaydı. Babası onu o çekilmez kuzenlerinden biriyle evlendirmek istiyordu ve Agathe’ın hatırı için ona sunup sunabileceği tek seçenek, Kigali’nin hiç dışına çıkmamış yobaz kuzeni ile kitap filan okusa da kurbağaya benzeyen diğer kuzeni arasında seçim yapmaktı. Önemli olan, evleneceği kişinin aileden biri olmasıydı. Agathe’ın sömestr tatilini Kigali’de geçirmesini de babası istemişti, şimdiyse Brüksel’e dönmesine izin vermiyordu. Burada okumasını istiyordu. Agathe üniversiteyi görmek için Butare’ye gittiğinde Ibis’te kalmıştı. Ona Goldmann’dan, şemsiyesini gördüğümden söz etmedim, hatta o sırada bizim de orada olduğumuzu da söylemedim. Agathe Butare’de okumayı aklından bile geçirmiyordu, çünkü buna bir kez evet dediğinde başına gelecekleri biliyordu. Bu yüzden bir an önce Kigali’den toz olması gerekiyordu – Kigali’ye küçük dilin çıkardığı R sesiyle Kiga-ri diyordu, R ile L arasında ayrım yapmayan anadiline dair tek işaret buydu. Tüm aksanlardan arınmış, temiz bir Fransızca konuşmaya gayret ediyordu, sadece L ve R artikülasyonlarına hâkim olamıyor, kökenini ele veriyordu.
O sırada Rond Point’de devrilen öküz arabasının sürücüsü balyaları arabaya yüklemeye çalışıyordu ama balyalar bir deri bir kemik adam için fazla ağırdı, kornaya basıp duranların hiçbiri de arabasından inip adama yardım etmeye yanaşmıyordu.
Babanız mutlu olmanızı istemiyor mu, diye sorma gafletinde bulundum. Canavarın teki değil tabii, dedi, ama babası kariyerini, Başkan Hab’la aynı idari bölgeden olan ailesine borçluydu. Eğer aynı yetilere sahip ama güney kökenli biri olsaydı, bir yerlerde form damgalıyor olurdu. Agathe onun tek kızıydı, aile bağlarını sağlamlaştırmanın olası tek yoluydu, ki bu özellikle de şu anda çok önemliydi, çünkü Enformasyon Bakanlığı’nda büro şefliğine atanması söz konusuydu. Amiri olan bakan bunu şimdiye dek hep engellemiş, bir hısmını Agathe’ın babasına tercih etmişti – fakat şimdi bu bakan da koltuğundan olmuştu, bunun nedeni de Papa’nın ziyaretinde Stade Régional’de yaptığı, uluslararası basının sütunlarına dek yansıyan konuşmasıydı. Kutsal Baba, diye başlamıştı konuşmasına bakan, Aids’den söz ediyorsunuz ve aşkın evlilikte gerçekleştiğinden. Ama dışarılardaki tepelerde yaşayan ve her birine bakmaya bile korktuğunuz, gözleri çukura kaçmış, dünyaya hasta doğmuş, açlıktan ölmeye mahkûm bir sürü çocuk yapan bir çifte ne diyeyim ben? Bana sevgiyi ne yapacaklarını söylediklerinde, Kutsal Baba, ne diyeyim onlara? Hiçbir iş yapmamaya, ömrü boyunca işsiz kalmaya mahkûm, cinsel dürtülerine hâkim olmayı bilmeyen ama kilisenin ve toplumun asla uyamayacağı yasalarıyla bakir kalmaya zorlanan genç bir adama ne diyeyim? Son sorum da şu Kutsal Baba: Kigali’deki dört bin AİDS yetimi, anne babalarının neden öldüğünü sorduğunda onlara ne cevap vereyim? Eğer cennete gitmek istiyorsam ve bana sadece beyazların egemenliğini daha da sağlamlaştırıyormuş gibi gelen Katolik ahlakına göre yaşayacaksam, nasıl teselli edeyim onları?
Bakan bunları söylemişti işte ve stadyumun üzerine buz gibi bir sessizlik çökmüştü, sonra Papa tavrını bir kez daha ortaya koymuştu. Evlilikten önce seks yok. Doğum kontrolü yok.
Bakan cesur adamdı doğrusu. İnsanlar bu konularda açık konuşulmasına alışkın değildi. Fakat bakanın bu konuşmasıyla eline geçen tek şey görevden alınması olmuştu. Kilise çok güçlüydü ve hükümetin tek yaptığı, abazungu’ların bu fikir özgürlüğü nöbetini unutmalarını beklemek oldu. Ondan sonra bakan defedildi. Yerine Butareli bir tarih profesörü getirildi, yeni bakan sadık bir adamdı, her şeyden önce de Agathe’ın annesinin akrabasıydı. Annesinin eniştesi yeni bakanın erkek kardeşi, iğrenç kuzenleri ise yeğenleriydi ve Agathe’ın onlardan biriyle evlenmesi, babasının terfisi karşılığında vereceği hediye olacaktı.
Babasını sevdiğini ama bu ülkeden nefret ettiğini söyledi, ona göre, azgelişmişliğin gerçek nedenleri bu al gülüm ver gülüm hali, bu akraba kayırmacılığıydı. Bu yüzden trafik bile düzgün işlemiyordu ve bir kaza durumunda ordunun yarısının el atması gerekiyordu. Gerçekten de, şimdi dönel kavşağa iki askeri araç gelmişti, üniformalı askerler araçtan aşağı atladılar. İki asker kafakola aldıkları sürücüyü tekme tokat caddeden uzaklaştırdı, dört asker öküzleri çekip götürdü, kalan askerler de giysi balyalarını yoldan kaldırıp ordu kamyonuna yüklediler.
Elbette hayal kırıklığına uğramıştım. Agathe’ın gerçekten de kendini beğenmiş şımarık bir kız olması beni hayal kırıklığına uğratmıştı, havaalanında tahmin ettiğim gibi zengin kızıydı ama hastanede hastalarla ilgilenen kadının onun gerçek yüzü olduğunu düşünmüştüm, o alçakgönüllü, fedakâr kadından etkilemiştim ben, karşımda oturmuş kolasının kamışını keyifsiz keyifsiz çeken ukala kızdan değil. Ona ülkesinin sevilesi yönlerini, iyi eğitim almış insanların burada neler yapabileceğini sayıp döktüm ama kısa süre önce disiplin suçu işlediğimden görevden uzaklaştırıldığımı anlatmadım. Bu kadına dürüst biri olduğumu kanıtlama mecburiyeti hissediyordum yine, eğer bunu başarabilirsem, onu iyi, doğru yola yönlendirebilirdim. O zaman burada kalır, üstüne düşen görevi yapar, kendini ülkesine adardı. Ama bunun ancak ben görevde kalırsam bir anlamı olurdu ve Marianne’ı değiştiğim konusunda ikna edebileceğime inanmadığımdan, geriye sadece Küçük Paul kalıyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYüz Gün
- Sayfa Sayısı168
- YazarLukas Barfuss
- ISBN9789753427470
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Denizin Dibindeki Krallık ~ Joan Aiken
Denizin Dibindeki Krallık
Joan Aiken
Sihirli Bir Dünya Büyük beğeni toplayan Yağmur Damlalarından Kolye kitabının yaratıcıları Joan Aiken ve Jan Pienkowski’den her satırı sihirle örülü büyüleyici bir masal dünyası: Denizin Dibindeki Krallık. Jan Pienkowski’nin...
- Cazibe ~ Raven Hart
Cazibe
Raven Hart
“Şüpheci… Seksi… Havalı…Eğlenceli… Publishers Weekly “Savannah’ın Gölgeleri serisine Anita Blakes fanları gerçekten âşık olacak.” Deborah Smith, New York Times çok satan yazar “Yeni bir...
- Kayıp Kardeş ~ Sophie McKenzie
Kayıp Kardeş
Sophie McKenzie
Kayıp Kız’ın yaşadıklarının üzerinden iki yıl geçmiştir. Sınav stresi ve bir de bu yetmezmiş gibi ortaya çıkan yeni aile trajedisiyle uğraşmak zorunda olan on...