Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yüz: 1981
Yüz: 1981

Yüz: 1981

Mehmet Eroğlu

Tekrarlıyorum: Suçsuzum; tıpkı sizler gibi. Suçluysam bile, unutmayın, en çok sizinki kadardır bu… Hiçbir hayatın başrolünü oynamaya kalkışmadım; kendiminkinin bile… Bu durum beni ne…

Tekrarlıyorum: Suçsuzum; tıpkı sizler gibi. Suçluysam bile, unutmayın, en çok sizinki kadardır bu… Hiçbir hayatın başrolünü oynamaya kalkışmadım; kendiminkinin bile… Bu durum beni ne utandırıyor, ne de görevini savsaklayanlara özgü o üstü örtülü suçluluk duygusuyla yüklüyüm.

Yüz: 1981’in kahramanı yüzsüz, isimsiz, bencil ve hazcı, ne yaptığını bilen duyarsız biri… Cinsel ilişkiyi aşka yeğleyen, gamsız, herkes kadar suçlu ve suçsuz biri… Dört kadının arasında dolaşıyor. İçki ve karabasan, hastalık ve ilaç. Bulaşıcı…

12 Eylül’ün ruhunu, solun sahici yenilgisini, yerine ikame edilen yeni değerleri ve vicdansızlığı anlatıyor Mehmet Eroğlu. Kendinden başka kimseyi düşünmeyen hırslı insanları, eriyip gidenleri, eğreti duranları, çözülmeleri, erdemsizliği, çaresizliği… Salgın gibi yayılan sıradanlığı…

1981 kime ne öğretti? Hayat, sevgisiz yaşanabilir mi? Nefret ve küçümsemeyi çok uzatırsak, sonunda şeytan mı oluruz? Mehmet Eroğlu dünyasının ilk solcu olmayan kahramanı. Ters köşe..

Giriş
(Ben/Siz)
(Ağustos 1997 – Pazar)

Tekrarlıyorum: Suçsuzum; tıpkı sizler gibi.
Suçluysam bile, unutmayın,
en çok sizinki kadardır bu.

Hiçbir hayatın başrolünü oynamaya kalkışmadım; kendiminkinin bile. Bu durum beni ne utandırıyor, ne de görevini savsaklayanlara özgü o üstü örtülü suçluluk duygusuyla yüklüyüm. Derler ki, geçmişe sığmayan, anılaştıramadığımız inatçı hayatlar kendini yazdırır; ötekiler, yani kâğıda dökülmeyenler, yaşanmakla tükenirler, çünkü kalıcı özleri yoktur. Yazılan ve tüketilen; böyle bölerek bakarsanız, hayatım bu iki tanımın arasında –tüketilene yakın öylece duruyor.

Kısaca ne iyi, ne de kötü; sizinkine benzer, olağan bir hayat demek bu. Her şeyi uzun uzun yani, açık açık anlatmak niyetinde değilim. Çünkü suç işlemeden edindiğim ve üstüme inatçı bir koku gibi sinen, giderek de günahkârlığa dönüşen bu garip suçluluk duygusunu doğrulayacak ya da bu duyguya kaynaklık edebilecek ayrıntıları nasılsa sansür edeceğim. Aslında böylesi denetimli bir tavrın, aktardıklarımı telaşlı bir savunma çabasına dönüştüreceğinin farkındayım. Tanrı bunu fazla ileriye götürmekten korusun beni; kendini ele vermeyen, ketum bir yazar dan daha sıkıcı ne olabilir? Belki önyargılı okuyucular. Ama telaşlanmayın, sizi bu sıkıntılardan olabildiğince uzak tutmaya çalışacağım. Ancak tedbirli tavrımın sizi yanıltmasını istemem. Bu öyküden hangi sonucu çıkaracak olursanız olun, ben suçlu değilim.

Etrafıma kazılan sığ mezarlara, baharda boy atacak tohumlar gibi rastgele serpiştirilen cesetlerle ilgili hiçbir sorumluluk taşımıyorum. Eğer dürüst, cömert bir okuyucu olmak istiyorsanız, yazdıklarımı okurken arada olayların akışından uzaklaşıp, geriye çekilin ve kendinize şu iki soruyu sorun: “Ne yapabilirdim?” “Onun yerinde olsaydım, ben nasıl davranırdım?” Yazacaklarım sadece benimle ilgili değil. Öyle olsaydı, anlatacaklarım hayatımın kronolojik ve sıkıcı bir öyküsü olurdu.

Evet, yazacaklarımın odağında ben varım ve siz, saklamaya çalışsam da bunu çok geçmeden fark edeceksiniz, ama kendimden söz ederken aslında sizi de anlatıyor olacağım. Başka bir deyişle, bu öykü benimle olduğu kadar sizinle, bizimle, yani hepimizle ilgili. Bu gerçeği hep aklınızda tutun, unutmayın. Şimdi söyleyin, bir insan, sırf hayatı boyunca hiçbir güçlü duygunun onu bir sel gibi önüne katıp sürüklememesinden dolayı suçlanabilir mi? Yelken açmadığım, bir denizci gibi durmadan rüzgâr kovalamak yerine sağlam demirlerle hareketsiz kalacağım gölleri yeğlediğim ya da bu durgun göllere karışan ırmakların yarattığı yönsüz akıntılara kapılmadığım için suçlu muyum sizce? Böylesi durağan, tedirgin bir tavrın tutkudan uzak durmak anlamına geldiğini biliyorum. Evet, her türlüsünden kararlılıkla kaçınarak, tutkuyla arama belirsiz, sisli bir uzaklık koydum, bunu kabullenebilirim. Israr ederseniz, bu düşsel uzaklığın giderek beni benden isteyen benliğimden de diyebilir uzaklaştırdığını da itiraf ederim.

Ama siz de bu içsel yabancılaşmanın, kişiye mutluluk denen o sınırsız sükûneti bağışladığını kabul etmelisiniz. Sükûnet istediğim için suçlu muyum sizce? Meraklandınız; şöyle mırıldandığınızı duyar gibiyim: Ne biçim bir adam bu; evet, bu soruyu soruyor olmalısınız. Belki kısık bir sesle, belki de fısıltıyla. Kendinizi kısıtlamayın, bağırsanız bile nasılsa sizi duyamam, ama obur, arsız merakınızı doyurmalıyım; bunun farkındayım: Aşk, bağlılık, tutku, nefret gibi kavramlar –acemi bir terzinin elinden çıkmış elbiseler gibi hep eğreti durdu üstümde. Belki hayatla aramda yazmaya değecek güçlü bağlar oluşmamasının nedeni de budur. Hatta hayatımın özünün, varlığımın derinliklerinde değil de, kişiliğimin dış kabuğunda yer aldığını söyleyenler bile oldu. Acı çekmenin bize her şeyi, en çok da kendimizi duyumsayıp kavrayabilme yeteneğini verdiğini bildiğim halde çoğunuzun yapacağı gibi acıdan da tıpkı tutkudan olduğu gibi uzak durdum, karşılaştığımda hep uzaklaştım ve “yıkım ve kargaşadan doğan acıyı sevmeyi” Dostoyevski gibi yaratıcılara bıraktım.

Üstelik kendimi hiç acıyla ölçülecek kadar çok merak etmedim; aşınmış merakım, aynadaki görüntümün ötesine geçmedi; görünenle sınırlı kaldı. Yine de anlatacağım bu öykünün, en çok yüzümle ilgili olduğunu söylemeliyim. Ama daha oraya gelmedik. Önce sizi yönlendirmeye çalıştığımı gizlemeden kendimi tanıtmayı sürdürmeliyim. Ancak belirsiz çizgilerle biçimlendirilen, soluk renklerle boyanacak bir portre olacak bu. İtiraz etmeye kalkışmayın, şimdilik size verdiğim kadarıyla yetinmek zorundasınız.

Hemen söyleyeyim, pek cesur biri sayılmam. Bazılarınızınki gibi öyle soylu, göze çarpan erdemlerim de yok. Mecbur kalırsam kurtarmaya çalışıp çalışmayacağıma hâlâ karar veremediğim bir onurum var, onunla yetiniyorum. Bu arada artık otuzlu yaşlarla vedalaştığımı da belirtmeliyim. Tabii kırkına merdiven dayamış bir erkeği kadınların terazisiyle tartmadan değerlendirmenin, çizdiğiniz resmi, belirsizlik bir yana, yarım bırakmaktan farksız olacağını biliyorum. Aslında kadınlarla aram hep iyi olmuştur.

Ama bazıları, hayır hayır, bazıları dememeliyim, sadece Işık’ın benim kadınlara âşık olmaktan kaçındığımı, onlarla ilişki kurmakla yetindiğimi söyleyerek, beni inançla suçladığını aktarmalıyım size. Oysa ben ilişkiyi aşka yeğlediğimi zaten hiç reddetmedim ki. Reddetmediğim bir şey için de suçluluk duymamam anlaşılır bir davranıştır, sanırım. Hem eğer aşk, söylenildiği gibi yorucu bir araştırma, uzun bir keşif gezisi ya da Tahir Bey’in dediği gibi, “kişinin kendi yıkımından haz duyması” ise, ilişkiyi seçmek, kişiyi bu yorucu araştırmaların, bitmeyen yolculukların zahmetinden kurtarmaz mı? Yani ilişki, birini anlamak, onu bütünüyle kavramak zorunluluğunu ortadan kaldırdığından, doğal olarak aşk gibi yorucu olmayacaktır. Böyle mantıklı bir seçim nedeniyle kimse suçlamaya kalkışmasın beni; olsa olsa ruhsal tembelliğimden söz edebilirsiniz. Aşkın, yürekte, beyinde büyüdüğünü söyleyen çokbilmişler, aslında yüreğin de, beynin de görülmediğini, elle tutulamadığını nedense hep unuturlar. Aşk biraz da Tanrı gibi değil midir? Yoktur ve görülmez, ama inanırız.

Oysa ilişki sadece görülebilen, dokunulabilen bedene yönelir. Ruh belirsizken, beden her zaman kesinliktir, çünkü bedenin derinliği olsa da, gizi yoktur, sizi aldatmaz. İşte aşk yerine ilişkiyi, ruh yerine bedeni seçmemin nedeni. Yorulmadan keşfedebileceğimin, elle tutulur olanın peşine düştüğüm için suçlanıyor olmam, eğer saçmalık değilse, nedir? Siz benim yerimde olsaydınız ne yapardınız? Kişiliğim gençken bile  öyle inançlı bağnazlıklarla, derin yıkımların arasında gidip gelmedi. Çocukluğum pek mutlu değildi, ama mutsuz olduğumu söylemek de ilk önce beni korumak için güzelliğini feda etmiş anneme haksızlık olur. Ben hayatım boyunca duvarlara yakın, duvarlara dokunarak yürümeyi seçtim.

Bazılarınızın yaptığı gibi, uçurumlardan aşağıya bir taş gibi düşmedim; yavaş yavaş, tutuna tutuna ve dikkatle indim. Duvarlar hep güven, uçurumlar ise hep korku verdi bana. Farkındayım, kişiliğimin hiç hayal gücü içermediğini söyleyerek beni küçümsemeye hazırlanıyorsunuz. Ama inanın, bu sadece kolaya kaçmak olur. Söyler misiniz, bir insan kendisinden önce keşfedilmiş ve kabul edilmiş gerçekleri sorgulamaya kalkışmıyorsa, suçlu mudur? Eğer genel kabul gören kavramlar insanın hayal gücünü aşındırıyorsa, benden bunun sorumluluğunu ve varsa suçunu yüklenmemi beklemeyin.

Kuşkucu biri değilim, hiç olmadım. O kadar ki, Tanrı’nın varlığını bile sorgulamadım; oysa her insan en dindarımız bile en azından bir kez yapmıştır bunu, değil mi? Özetle, ben hayatımla yetindim,hayatımı aşmaya hiç cüret etmedim. Sadece yaşıyor olmak, var olmak, çevremde akıp giden hayata katılmak bana yetti, beni yatıştırdı. Bunu en çok şimdi, suçsuzluğumu sizlere kanıtlamak durumunda kaldığım şu anda hissediyorum. Suçsuzum, çünkü yavaş yavaş fark ettiğinize eminim sizin gibi birisiyim ben.

Siz suçlu musunuz? Şimdiye kadar anlattıklarıma bakıp, sakın hayatımın yorgun ve cılız bir ırmağın suları gibi renksiz olduğunu düşünmeyin. Hayatımı on üçümden beri kadınlar renklendiriyor. Tanıdığım kadınlara birer renk verecek olsam nasıl bir seçim yapardım? Bir düşüneyim: Ziynet’e siyah, hayır, siyahtan daha siyah olan karayı, Duygu’ya hüznün sarı rengini ayırırdım. Sevda’ya su gibi berrak neşesi için maviyi, Nazan’a kesinlikle kırmızıyı.

Ferda’ya ise tabii ki masumiyetin beyazı yakışırdı. Peki, ya Işık? Bu zor bir seçim olurdu, onu tek renkle tanımlamak, anlatmak mümkün değil; o, benliğinde coşkulu ve yıkıcı duyguların hepsini iç içe barındıran bir gökkuşağıydı çünkü. Yaşama sevinci edinmemiş, kasvetli ve bükülmeyen, hep düz kalmış, us dışı bir gökkuşağı. Birazdan anlatacağım, sizin de başkalarının hayatına yönelik o karşı konulmaz izninizle biraz da seviyesiz diyeceğim merakla okuyacağınız öykü, tanıdığım kadınların öyküsü bir anlamda. Hayır, belki tam olarak bu da değil; merak ve sinsi bir mutlulukla okuyacağınız öykü, aslında görünmeyen, kendinden bile saklanan bir yüzün öyküsü. Ancak bu öykü, inanın sizin öykülerinizi de anlatıyor olacak ve çok geçmeden öykülerimizin birbirinden pek farklı olmadığını, iç içe geçtiğini kavrayacaksınız. Çünkü insanın kendi hayat öyküsü olarak farkına vardığı, aslında biraz da başkalarının öyküleriymiş. Ben bunu öykümü yaşayarak öğrendim.

Ağustos 1997, Pazar, saat sabaha karşı 03.00. Anlatmaya başlıyorum. Öykü, öyküm demeliyim, ya da öykülerimiz, geçen Ekim’de, renklerden kırmızıyla, yani Nazan’la açılıyor. Aslında her şey Ekim’de değil, bir ay kadar önce, o iri gözlü kızla karşılaşmamla başlamıştı: Eylül, Halam’ın ölmeye karar verdiği hüzünlü göç ayı. Evet, öykünün, isterseniz serüvenin de diyebilirsiniz, gerçek başı o kız; ama giriş için o gizemli kız yerine Nazan’ı seçmemin ardında, onunla başlamanın kolaylığının yanı sıra, öyküyü daha anlaşılır kılma kaygım var.

Nazan tanıdığım kadınların belki en göz alıcısıydı, ama en düzüydü de. (Düz’ü, basitlik anlamında kullanmadığımın bilinmesini isterim. Hatta Nazan’ın sui generis* bir kadın olduğunu da eklemeliyim.) Bunun yanı sıra, benimle ilgili gerçek ipuçlarını ancak Nazan’ın aracılığıyla dürüstçe verebileceğimi düşünüyorum. Değerimin denkliğini en iyi bulduğu kadın, o değil miydi? Başlıyorum, ancak yine tekrarlıyorum, belki bir daha bu fırsatı bulamam: Suçsuzum, tıpkı sizler gibi. Suçluysam bile, unutmayın, en çok sizinki kadardır bu.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. İyi Adamın On Günü ~ Mehmet Eroğluİyi Adamın On Günü

    İyi Adamın On Günü

    Mehmet Eroğlu

    Dört kadın ve bir adam. Kadınlardan en alımlısı ona ihanet etti; en zengini ondan çetrefil bir bilmece çözmesini istedi; en kurnazı labirentten çıkışı gösterdi;...

  2. Mermer Köşk ~ Mehmet EroğluMermer Köşk

    Mermer Köşk

    Mehmet Eroğlu

    Demirler Köşkü’nün bahçesi, serası ve Öykü’sü… Neli’nin planları. Hisseler, büyük ortaklar, küçük ortaklar, atılan zarlar… Sonra başka türlü bir adamın gelişi… Paranın karşısında parasız...

  3. Düş Kırgınları ~ Mehmet EroğluDüş Kırgınları

    Düş Kırgınları

    Mehmet Eroğlu

    Bugün ölecek miyim? Öleceksem hazırım; cümlem dudaklarımda. Sıra son söze geldiğinde insanın mutlaka söyleyecek bir şeyi olmalı. Benim sözlerim, “İçtim, hem de çok içtim,”...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Belleğin Girdapları ~ Behçet ÇelikBelleğin Girdapları

    Belleğin Girdapları

    Behçet Çelik

    Yaban ya da yabancı değildim… Arada bir yer – onlardan olmadığım gibi büsbütün eloğlu da sayılmazdım. Bir şeyin kendi olmaktan çıkıp karşıtına dönüşme anında...

  2. Yorganımı Sıkı Sar ~ Abbas SayarYorganımı Sıkı Sar

    Yorganımı Sıkı Sar

    Abbas Sayar

    Gerçek hadiselerden yola çıkarak, taşrada yaşayan insanların birbirleriyle ve tabiatla kurdukları ilişkileri naif bir üslûpla anlatan dört hikâye… “Ama yine de düşünüyor elinde olmaksızın...

  3. Bulut Bulut Üstüne ~ Ethem BaranBulut Bulut Üstüne

    Bulut Bulut Üstüne

    Ethem Baran

    “Özellikle yolda yürürken, dışarıdayken olurdu; beni birilerinin izlediğini, gölgemmiş gibi benimle birlikte yürüdüğünü ama her nedense yukarılardan bir yerlerden beni gördüğünü düşünürdüm. Hareketlerime dikkat...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur