Mağrur ve tutkulu Eustacia Vye, sıkışıp kaldığını hissettiği Egdon Heath’ten ayrılmak, büyük şehirlerde yaşamı ve aşkı tecrübe etmek ister. Paris’ten doğup büyüdüğü yuvasına dönen Clym Yeobright adeta Eustacia’nın bu tutkularını gerçekleştirmek için gelmiştir. En azından Eustacia böyle düşünür. Oysa Clym’in hayalleri bambaşkadır. Zaman geçtikçe romantik tutkular ve idealizm el ele gitmez, hayal kırıklıkları ve mutsuzluk kaçınılmaz trajediye zemin hazırlar.
İlk kez Belgravia isimli dergide, 1878’in ocak ve aralık ayları arasında tefrika edildiğinde epey tartışma yaratmış ve Thomas Hardy romanın riskli addedilen temaları yüzünden yayımcı bulmakta zorlanmışsa da Yuvaya Dönüş günümüzde Hardy’nin en önemli eserlerinden biri olarak görülmektedir.
*
“İstedim onu ardımda bırakmayı,
Hüzne kapımı açmayı;
Oysa ne çok seviyor beni,
Ne çok istiyor iyiliğimi;
Vazgeçmiyor benden, beni düşünmekten.
Onu bir kandırsam,
Bir terk edebilsem,
Heyhat! Vazgeçmiyor benden, beni düşünmekten.”
ÖNSÖZ
BİRAZDAN okuyacağınız olayların 1840 ile 1850 yılları arasında yaşanmış olması mümkündür; buralarda “Budmouth” adıyla bilinen eski kaplıca, o tarihlerde, Kral I. George dönemindeki göz alıcılığını, prestijini bir nebze olsun hâlâ koruyor, ülkenin iç kısımlarında yalnız başına ikamet eden romantik, hayalperest bir ruhu canlılığıyla hâlâ cezbedebiliyordu. Bu kasvetli hikâyenin geçtiği yer, yani herkesin bildiği ismiyle “Egdon Heath”, aslında başka başka isimler taşıyan, tapu kayıtlarında birleştirilmiş ya da birbirine benzediği için aynı yer kabul edilmiş, sayıları en az bir düzineye varan kırsal arazilerden oluşur; Egdon Heath’in bu arazilerin bir araya getirilmesiyle oluşturulduğu, yani buna en azından gayret edildiği, sabanın toprakta gelişigüzel bıraktığı izlerle ya da ağaçlandırılan bölgelerle şimdilerde bir nebze gizlenmiş olsa da buralar özellikleri ve görünüşleri itibarıyla neredeyse birbirinin aynıdır. Güneybatısına düşen kısmı burada tarif edilen bu geniş arazinin içinde bir yerlerin, Wessex Kralı Lear’ın gezdiği bozkırlar olduğunu hayal etmek hoş.
T.H.
Temmuz, 1895
BİRİNCİ KİTAP
ÜÇ KADIN
ZAMANIN ÇOK AZ YIPRATABİLDİĞİ BİR YÜZ
I
KASIM ayının bir cumartesi günü, vakit öğleden sonradan alacakaranlığa dönüyor; Egdon Heath olarak bilinen uçsuz bucaksız, etrafı çevrilmemiş, yabani kalmış toprak parçası anbean kahverengileşiyordu. Yukarıda gökyüzünü bir uçtan bir uca kaplayan incecik beyaz bulutlar bütün bozkırın üzerine kurulmuş bir çadırdı. Gökyüzü bu solgun siperle, topraksa bitki örtüsünün en koyusuyla kaplandığından ikisinin kavuştuğu ufuk çizgisi kolayca seçiliyordu. Bu kadar belirgin bir tezat, gökyüzündeki yerini vaktinden evvel almış gecenin bir parçası gibi gösteriyordu bozkırı: Gökyüzüne bakınca gündüzün daha orada durduğu, yeryüzüne ise büyük ölçüde karanlık çöktüğü ayırt edilebiliyordu. Karaçalıları biçmekle uğraşan biri başını kaldırıp baksa işine devam etmek gelirdi içinden; başını eğip yere baktığındaysa kestiği çalı çırpıları hemen demet yapıp evine gitmeye karar verirdi. Yeryüzünün ve gök kubbenin göz alabildiğince uzaktaki çizgileri maddeyi ne kadar birbirinden ayırıyorsa zamanı da o kadar ayırıyordu sanki. Bozkırı kaplamış koyuluk tek başına yarım saat erken batırmıştı günü; benzer bir şekilde şafağı geciktirebilir, öğle vaktini hüzünlendirebilir, ender görülen ama koptu mu da gökyüzüne surat astıran fırtınaların habercisi olabilir ve aysız bir gece yarısının donukluğunu bir korku ve ürperme sebebine dönüştürebilirdi. İşin doğrusu, Egdon Heath denen viraneliğin muhteşemliği, kendine özgü görkemi tam da her gece yeniden karanlığa karıştığı bu dönüm noktasında başlıyordu; böyle bir zamanda orada bulunmamış birinin onu anladığı söylenemezdi. Bu değişim en çok, açıkça görülemediği zamanda hissedilirdi; değişimi bütünüyle kavramak, bu değişime neyin sebep olduğunu anlamak için o saatte orada olmak ve bir sonraki şafağa kadar geçecek birkaç saati beklemek gerekiyordu; işte o zaman, ancak o zaman gerçek hikâyesini anlatırdı Egdon Heath. Orası, aslında geceyle yakından ilintiliydi; gece yüzünü gösterdiğinde, o manzarayla gecenin birbirine kavuşmaya meylettiği sezilebilirdi. Birbiri ardına hüzünle sıralanan tepecikler ve çukurlar sanki kasvetini içlerinde eksiksiz hissettikleri akşamı karşılamak için ayaklanır, gökyüzünde yoğunlaşıp yere inen karanlık, bozkırın nefesinden aynı süratle havaya karışırdı. Gökyüzündeki bilinmezlikle yeryüzündeki bilinmezlik işte böylece orta yerde kavuşur, gecenin karanlığında yarenlik ederdi. Ne yapmak istediğinden kesinlikle emin, amacına ulaşmak için gözünü kırpmadan etrafı seyreden bir yerdi artık orası, çünkü diğer şeyler derin bir uykuya dalarken bozkır sanki ağır ağır uykusundan kalkar ve kulak kabartırdı. Her gece o muazzamlığıyla bir şeyleri beklerdi sanki; fakat bu şekilde, hiç kıpırdamadan yüzyıllar boyu o kadar beklemiş ve o kadar çok badire atlatmıştı ki artık son bir badireyi –nihai yıkımı– beklediği düşünülebilirdi sadece. Egdon Heath, kendine özgü ve doğal ahengi nedeniyle burayı sevenlerin dönüp dönüp hatırladığı bir yerdi. Çiçeklerin, meyvelerin yetiştiği, gördükçe insanın içini açan kırlar bu kadar aklına düşmez kimsenin, çünkü o çiçekler, o meyveler olmasa oralara rağbet etmek kimsenin aklına gelmez. Alacakaranlık, Egdon Heath’in manzarasıyla birleşerek haşinliğe sığınmadan görkemli, gösterişe kaçmadan etkileyici, ikazlarının altını çizen, büyüklüğünü sadeliğiyle gösteren bir şeye evrilirdi. Bir hapishanenin cephesini kendisinin iki katı büyüklüğündeki bir sarayın cephesinde rastlanan haysiyetten çok daha fazlasıyla süsleyen vasıflar, bu bozkıra, kabul görmüş güzellikleriyle bilinen yerlerde eksikliği kesinlikle hissedilen bir yücelik katardı. Yaşadığımız zamandan keyif alıyorsak gördüğümüz manzaradan da keyif alırız; peki ya keyif almıyorsak? İnsanlar, kasvetin bulaştığı yerlerde içlerinin bunalmasından ziyade güzelliğine anlam veremedikleri yerlerin gerçek yüzünün ortaya çıkmasından sıkıntı çekmiştir. Yorgun, yıpranmış, yabani Egdon Heath ise çekicilikle, hoşlukla anılan türde güzelliğe değil, ondan daha gizli saklı, daha az rastlanan bir içgüdüye, çok sonradan öğrenilmiş bir duyguya hitap ederdi. Bu alışılagelmiş güzelliğin rakipsiz hâkimiyetinin sona ermek üzere olup olmadığını gerçekten de sormak gerekir. Belki Tempe Vadisi’nin yerini, bilinen dünyanın sınırları ötesindeki ıssız ve çorak topraklar alacak;2 belki insanlık, antik çağlarda hoşuna gitmemiş bir karamsarlığın çevresini sarmasına giderek daha fazla uyum sağladığını fark edecektir. Daha fazla düşünen insanlar nasıl yola getiriliyorsa yüceliği ıslah edilmiş kırların, denizlerin ya da dağların doğada görülebilecek yegâne manzaralar olmasının zamanı da belki geliyordur, belki de gelmiştir. Bu gidişle sıradan turistler, Güney Avrupa’nın üzüm bağlarını, mersin ağaçlarıyla dolu bahçelerini gördükçe ne hissediyorsa İzlanda’yı görünce de onu hissedecek; Alpler’i bir çırpıda geride bırakıp Scheveningen’in kum tepeciklerine giderken Heidelberg’i, Baden’i es geçecektir. Dünya nimetlerinden elini ayağını bütünüyle çekmiş biri bile Egdon’da amaçsızca dolaşma hakkını kendinde görür, böyle bir manzaradan zevk aldığında çizgiyi aşmamış olurdu. O âna kadar bastırılmış, kendisini gösterememiş renklerden, güzelliklerden zevk almak, hiç değilse, doğuştan gelen hakkıydı herkesin. Egdon ancak yazın en civcivli günlerinde neşelenir gibi olurdu. Görkemden ziyade genellikle ağırbaşlılıktı onu çarpıcı hâle getiren ve çoğu zaman da kışın karanlığında, borasında, sisinde gelirdi öyle bir çarpıcılık. O zaman karşılık vermek için canlanırdı Egdon çünkü onun sevgilisi fırtına, dostuysa rüzgârdı. İşte o zaman tuhaf hayaletlerin evi olur; gece yarıları gördüğümüz ama böyle manzaralarla yeniden hayat bulmadıkları sürece bir daha aklımıza getirmediğimiz, uyanarak kaçabileceğimizi sandığımız felaket habercisi rüyalarla bizi sarıp sarmaladığını hayal meyal hissettiğimiz o yabani ve gözlerden ırak mıntıkaların en eskisi olduğu ve varlığının o zamana kadar fark edilmediği anlaşılırdı. Egdon şimdilerde insan doğasıyla mükemmel uyum içinde bir yerdi: Ne berbat ne tiksindirici ne de çirkindi, ne sıradan ne göründüğü gibi ne de munisti fakat tıpkı insanoğlu gibi hor görülüyor ve bunu sineye çekiyordu; bununla birlikte, o kahverengi tekdüzeliğinin içinde müstesna bir azameti ve gizemi vardı. Uzun süre önce inzivaya çekilmiş kimi insanlar gibi sanki yüzünden okunuyordu tek başınalığı. İnsanın aklına trajik ihtimaller getiren ıssız bir yüzü vardı. Bu, karanlıkta kalmış, modası geçmiş, yerine yenisi konulmuş topraklardan Domesday Kitabı’nda3 bahsediliyor. Fundalarla, yaban çalılarıyla, dikenli çalılarla kaplı ıssız bir arazi diye geçmiş burası kayıtlara: “Bruaria.”4 Ardından arazinin uzunluğu ve genişliği fersah cinsinden verilmiş; bu kadim uzunluk birimiyle yapılan ölçümün gerçekte neye karşılık geldiği biraz şüpheli olsa da sayılardan anlaşıldığı kadarıyla Egdon arazisi geçmişten bugüne neredeyse aynı büyüklükte kalmış. “Turbaria Bruaria”5 –yani bu arazide turba kömürü çıkarma hakkının verildiği– bölgeyle ilgili bazı belgelerde geçiyor. Yine bu karanlık topraklardan “Her yeri fundalık ve yosun kaplamış,” diye bahsediyor Leland.6 Elimizde en azından bu coğrafyayla ilgili elle tutulur gerçekler, bugüne kadar varlığını koruyan ve insanı hakikaten tatmin eden kanıtlar vardı. Egdon şimdi nasıl zapt edilemeyen, herkes tarafından dışlanan bir yerse geçmişte de hep öyle olmuştu. Onun düşmanı medeniyetti; bu topraklar, bitki örtüsüyle kaplandığı ilk andan beri hep o kadim kahverengi elbisesini, kendine özgü o doğal ve değişmez kıyafetini giyerdi. Toprağın yetindiği bu saygıdeğer kıyafet, insanların kibirle giyindikleri elbiselerle dalga geçerdi biraz. İnsan bozkıra kesimi ve renkleri modern zevki yansıtan bir kıyafetle çıkarsa anormal görünmesi hemen hemen kaçınılmaz olur. Toprağın örtüsü bu kadar yalınken sanki biz de ancak en
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYuvaya Dönüş
- Sayfa Sayısı473
- YazarThomas Hardy
- ISBN9786259926100
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviYedi Yayınları /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dersler ~ Ian McEwan
Dersler
Ian McEwan
Yıl 1959: Soğuk Savaş dünyaya tüm kasvetiyle çökmüşken on bir yaşındaki Roland Baines’in hayatı değişmek üzeredir. Kaldığı yatılı okulda yalnızlığa alışmaya çalışan Roland, piyano...
- Postane ~ Terry Pratchett
Postane
Terry Pratchett
Hayalî evrenlerin azametli mucidi Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya”nın ilk kez Türkçeye çevrilen otuz üçüncü kitabı Postane, alayına posta koymaya ant içmiş özgür ruhlu insanların cirit...
- İkiye Bölünen Vikont ~ Italo Calvino
İkiye Bölünen Vikont
Italo Calvino
Italo Calvino, Atalarımız üçlemesinin ilk kitabı İkiye Bölünen Vikont’u bir söyleşisinde dile getirdiği gibi, 1952 yılında oyun olsun diye yazmaya başlamıştır: “İkiye Bölünen Vikont’u...