Saplantılı bir aşk. Şiddetli bir tutku. Çarpıcı bir yetenek. Ve geceleri yusufçuk kılığında gezen bu gizemli kız… Yusufçuk Gece Gelir, edebiyat dünyasında son on yılın en çok yankı uyandıran yazarının sıra dışı yeni romanı.
Yatmadan Önce 100 Fırça Darbesi, Türkiye’de 200.000 adet satıldı, hâlâ satılıyor. Hakkında birçok kişi yazdı, konuştu, hâlâ konuşuluyor. 30 dilde, 41 ülkede yayımlandı. İtalya ve Almanya’dan sonra en çok Türkiye’de sattı.
”Hemen orada bana sahip oluyor. Bedeni görkemle bedenimin üzerine çıkıyor ve kulağıma hoşuma giden şeyler fısıldıyor, kulak mememi nefesiyle ısıtıyor. Sonra bir öksürük sesi duyuyorum ve gözlerimi aralıyorum; masaya doğru eğilmiş ve boğuk boğuk öksüren bir kadın görüyorum. Kafasını kaldırıyor ve bana kötü kötü bakıyor. Sarışın, çiçekli bir elbise giymiş, zayıf ve derisi kırış kırış. Ona bir süre daha bakıyorum, sonra üzerimde uzanmakta olan erkeğe bakıyorum, gözlerimi yeniden kapatıp açıyorum, bakışlarımı kadının olduğu yere doğru çeviriyorum, gitmiş olduğunu fark ediyorum. Ama öksürük sesi gelmeye devam ediyor. Erkeğimi kendime doğru çekiyorum ve onu yiyip bitiriyorum. Dili kanıyor ve dilinden kan damlıyor.”
Eğer onu tanıdığınızı zannediyorsanız, bir kez daha düşünün!
***
Saçlarının arasına arı kaçmış biri gibi sokağa fırladım. At kuyruğu yaptığım saçlarımın arasına kaçmış arı vızıldıyor, kanatları saçlarıma sürtünüyor, vızıldıyor da vızıldıyordu. Sürekli vızıldıyordu. Onu kovalamıyordum. Kovanını saçlarımın arasına kurmasına izin vermiştim bir kere. İzin vermiştim çünkü o narin, iki renkli bedeni ile kafamın içindeki düşünceleri evirip çeviren, onlarla oynaşan bir arının olduğunu bilmeyen birileri, olup bitenden habersiz bir şekilde, “bal peteği gibi saçların var ” desin istiyordum. Ve arıcığım bana eşlik ediyor, bana arkadaşlık ediyordu. Çok güvenilir olmasa bile gözden çıkarılamayacak bir dosttu. Zaman zaman, ensemi ufak ufak ısırıyordu. Canımın yanması gerekiyordu ama arıcığım o denli küçüktü ki canımı acıtamıyor, zehri yerine balını bırakıyordu saçlarımın arasına.
Günün birinde arı kulağıma bir şeyler fısıldadı. Ama öyle usulca söyledi ki sesi pek duyulmuyordu, ne dediğini anlayamadım. Ne söylemeye çalıştığını da hiç sormadım ve bir gün, aniden, saçlarımın arasından uçup gitti. Yoldan geçmekte olan birisi de öldürdü onu. Ezip geçti üzerinden. Ve ben, beyaz mermerin üzerinde parıldamakta olan sıvıyla karışık maddeyi gördüm. Görünenleri küçük bir fırça ile alıp tahlil edilmesi için laboratuvara götürdüm.
“Zehir bu, ” dedi biyolog. “Zehir mi? ” dedim. Demek ki arıcığım birisi çarptığı için ölmedi, zehirlenerek öldü, öldürüldü. Kısa bir süre önce beni ısırmıştı.
1
Dün nasıldın? iyi miydin? Dün eve geldiğinde, mutfakta, alazının kızılı görünen sobanın yanında sigaranı yaktığında, kedi boynuna atılıp nefesi ile içini ürperttiğinde, gözlerini yumup bacaklarını ana karnındaki cenin gibi kıvırdığında ne düşünüyordun? iyi miydin? İçimdeki huzursuzluk, seni yolcu etmek için havaalanına gittiğimizde, sana yaklaşıp “Anladın değil mi? Biletini onaylat, yürüyen merdivenlerden çık, metal tarayıcıdan geç, uçuş kartında yazılı numaralı kapıdan geç, hepsi bu. Vardığında da beni ara,” dediğim zaman başladı.
Bunları söyleyip şöyle biraz uzaklaştıktan sonra bir kez daha yanına geldim, bir kez daha, detaylı olarak aynı şeyleri anlattım. Metal tarayıcı aletini ellerim ve kollarımla, gözünde biçimini canlandıracak şekilde anlattım.
Sonra seni hafifçe, bedenlerimiz birbirine değmeyecek biçimde kucakladım ve kulağına usulca “Teşekkür ederim. .. ” diye fısıldadım.
Sen, benimkinden daha yumuşak bir biçimde “Ben sana teşekkür ederim tatlım,” dedin.
Aynı akşam Thomas ile seviştim. Gözlerinin içine bakarak “Son kez sevişiyormuşuz gibi sevişelim,” dedim.
Bocaladı ve “Ne demek istiyorsun sen?” dedi.
“Şaşkın! Dünyanın sonu değil ya. Yalnızca sevgi taşkınlığı bu, korkulacak bir şey değil.” “Ne?” dedi afallamış bir halde.
Omuzlarımı silktim. “Parçalanmaktan, bölünmekten bıktım usandım. Şöyle sonsuzluğa doğru uzanmak istiyorum,” dedim.
“Ama sen bunu hep yapıyorsun,” dedi.
Bir kez daha omuzlarımı silktim, ufladım.
Hayır, ben bugüne kadar hayatımda hiç sonsuza doğru uzanmadım. Ben sonsuzluğu bilmiyorum ki, görüp tanımadım ki. Ben sınırları, sınırlanmaları, sınırlandırılmaları bilirim; felce uğramayı, eksilip azalmaları, sakatlanmaları bilirim. Yo yo hayır, sonsuzluğun ne olduğunu kesinlikle bilmiyorum diyebilirim.
“Bak şimdi, diyelim ki ikimizden biri yarın ölecek ya da diyelim ki ikimizden biri yarın çok uzun bir yolculuğa çıkacak ve birbirimizi ancak yıllar sonra görebileceğiz. Belki de bir daha hiç karşılaşmayacağız. O zaman birbirimizi kim bilir ne kadar çok severdik bir düşünsene.”
O çok yakışıklıydı, ben çok güzeldim. Komodinin üzerindeki abajurdan dağılan ışık, yüzlerimizde saman taneleri gibi parçalı ve renkli gölgeler bırakıyordu.
Sevişme sonrasında artık sırf o değil, o ve sen vardınız. Ben yalnızca konu mankeni olarak bulunuyordum. Sen ve o, ikiniz beni sevdiniz, parçalara ayırdınız ve öptünüz. Senin burnunu, onun ağzını, senin kulaklarını, onun gözlerini görüyordum. Bir yerine iki kalbin ayrı ayrı atışını hissediyordum. Bedenimin sıçramalarıyla “Seni seviyorum, seni çok seviyorum!” diye avaz avaz bağırdığımda, bunu hem ona hem de sana söylüyordum.
Sen ve o, ruhumun ve bedenimin koruyucuları. Yaşamımın balkonundan, sanki ben istememişim, hiç talep etmemişim gibi kibirle bakınırken, siz beni izliyor ve koruyordunuz.
Teri tenin gibi kokuyordu, senin tenin de onun teri gibi kokuyordu. Sonra hiçlik. Gösteri sonrası inen sahne perdesi gibi gözkapakları kapandı ve doygun soluklar odanın kokularına karıştı. Sen, sen öylece kaldın.
Sen hiç benim yaşamıma ve özgürlüğüme kastetmedin.
Sen çok hafifsin, ben ağır. Bundan böyle, sana karşı hissettiğim o en uçtaki, o en aşırı ama aynı zamanda da o çok hoş duyguya yer açabilmek için, yaşam üzerine ürettiğim tüm kuramları bir kenara itmeli ve susturmalıyım.
Büyük bir olasılıkla sen buna değersin.
“Roma’ya bir bilet, yalnızca gidiş,” dedim.
Seyahat acentasındaki görevli yüzüme baktı, gülümseyerek “Bu kez nereye gidiyorsun?” diye sordu.
Her bir mimiğini ezberlemek isteyerek yüzüne uzunca bir süre baktım.
“Eve,” dedim.
Başını saygıyla selamlar gibi öne eğdi ve gözleriyle alttan alta bakarak “Hemen kesiyorum biletini,” dedi.
Bilgisayarın tuşlarını tıkırdatarak bileti keserken ben de hemen arkamda asılı duran turistik afişleri incelemeye başladım. Kongo’dan Laos’a kadar her yere gidebilirdim. Paris’ten Hokkaido’ya. Valparaiso’dan Atina’ya. Özendirici ve heveslendirici sonsuz seçenek omuzlarımın üzerinde, hemen şurada, arkamda uzanıyordu. Artık bir kere yola çıktıktan sonra, kaçışımı istediğim biçimde başlatabilir, istediğim gibi şekillendirebilirdim. Sorumluluk duygusu gözümü korkutuyordu, her zaman korkuttuğu gibi.
“Roma’ya karar verdin, değil mi?” diye sordu görevli.
İncelemekte olduğum afişlerden önüme dönerek ona doğru baktım ve gülümseyerek onay verdim.
“İstersen biletini elektronik ortamda kesebilirim,” dedi.
“Yo, yo teşekkür ederim. Biletimi elimde tutmak istiyorum.”
Aslında yürümeye yeni başlamışım; ama sanki yüzyıllardır kâh iyi kâh kötü geçen bir yürüyüşteymişim hissi veren bir yolun ufkunda, aniden karşıma çıkıveren yeni bir yol gibiydi bu.
Kaygısız, tasasız yürüdüğüm, bir yere varıp varmadığını ya da vardığımda ne yapacağımı sorgulamadan çıktığım bu yolun başka bir yolla kesişeceği hiç aklıma gelmemişti.
Birdenbire, nereye varacağı bilinmeyen yolun başında, altın gibi parlayan yol tabelasının başında buldum kendimi. Tabela “Seçenekli yol. Dosdoğru da gidebilirsiniz, sola da dönebilirsiniz” diyordu.
O zaman arkama dönüp baktım. Perspektif çalışmalarındaki kadar mükemmel bir biçimde, arkamda paralel olarak uzayıp sonra birleşerek devam eden yol üzerinde, başlangıç noktasındaki ayak izlerime baktım. Asfalt pek iyi durumda değildi, yer yer bozulmuştu. Rüzgâr, yağmur, kar, dolu onu inceltmiş, delmiş, bozmuştu. Düşüp kalkmalardan, yaralanmalardan arta kalan kan izlerini, orada burada uzanıp kalmış, çıplak ve gözleri açık kalmış ölüleri gördüm. Senden hiçbir iz kalmamıştı. Yaşam yoksunu, çölleşmiş yol boyunca oraya buraya, ortalığa saçılmış insan leşlerinin kokuları duyuluyordu. Bir kez daha tabelaya baktım, cennete girişi müjdeliyor gibiydi. Bir zamanlar birileri bana insanın kendi cehenneminden daha iyi bir cennetin olmadığını söylemişti. Belki de bunu kendi vicdanım, işlediğim bir hatayı savunmak için ileri sürdüğüm gerekçeleri haklı çıkartmak adına söylemişti. Ne olursa olsun kaderime boyun eğmeye karar verdim ve girdiğim o kara delikten, “ışık, ışık” diye avaz avaz haykırarak yürüdüğüm gri yolu izlemek yerine, derin bir nefes alarak, kollarımı göğsümde, kalbimin tam üzerinde kenetleyerek sola döndüm.
Uçak biletimi elime aldım, iki parmağımın arasında hafifçe tuttum. Bu benim giriş biletimdi.
Seyahat acentasından dışarıya çıktığımda soğuk yüzüme çarptı. Kırmızı kadifeden yapılmış, Ornella’nın sabahlığa benzettiği paltomun içine gömüldüm. San Giuliano Yokuşu’nu tırmanmaya başladım. Haçlılar Meydanı’ndan geçmeye karar verdim. Burada barok sanatının lüksü ve abartısı, taştan açılmış çiçeklerle çaresizce ağırlaşmış, bazılarının kabartmalı süsleri olan evlerin önemlerini yitirmelerine, gözden düşmelerine, parçalanmalarına ve ölümlerine meydan okuyordu. İşte ben tam da orada, o meydanda ilk defa öpüşmüştüm. Orada akılsızın biriyle küfelik olmuştum. Biraz ileride, şu merdivenlerin olduğu yerde, bir akşam, tanımadığım bir oğlanla, birbirimizden herhangi bir beklentimiz olmaksızın bira içmiştim, susuzluğumu gidermiştim.
Bununla birlikte hiçbir zaman dinginleşemedim. Zaman, beni sakinleştirecek, yatıştıracak duyguları uyandırmada başarılı olamadı.
O zaman aşağıya doğru yürüdüm. Fil Meydanı’na kadar indim ama yine de görebildiğim, belediye memurlarının gri paltolarından başka bir şey değildi.
Balıkçılara doğru yürüdüm. Orada da zihnimde çağrışan tek şey, yıllar önce sen, ben ve anneannemin balık almak için buraya gelmemizdi. Beni en etkileyen şey ise, hâlâ canlı olan kılıç balığının sırtına yapışıp kalmış denizyıldızının görüntüsüydü. Az, pek az anı canlandı gözümde, büyük bir bölümü de boş ve soluk.
Bana, en nefret ettiğin şehir hangisi diye sorsalar düşünmeden Katanya[1] derim. Aynı yanıtı, en sevdiğin şehir hangisi diye sorsalar da veririm.
Bana hep “ait olduğun topraklardan uzakta olmak, orada yaşamaktan daha acı vericidir” derdin. Bana hep, bir gün “buradan çekip gidersem, hüznün boğazıma sarılacağını ve beni bırakmayacağını, acı ve umutsuzlukla beni oradan buraya sürükleyeceğini söylerdin.
Ben de sana, neresi olursa olsun gidebileceğimi, Ratanya’dan ürktüğümü, beni yiyip bitirdiğini, tükettiğini söylerdim.
Zifiri karanlık, kül, küme küme birikmiş ve soğumuş lav. Her ne kadar güneş şehir merkezindeki binaların barok kabartmalarını ve yaşlı evlerin beyaz dantel perdelerini kavuruyorsa da, tüm şehir sanki yoğun, derin ve koca bir karanlığa gömülmüş gibi. Katanya kesif bir karanlığın içinde. Şehir sanki açılmış devasa bir ağzın eşiğine, yorgun bir trenle sürüklenerek gelmiş, kendine yol açmaya, öteye geçmeye çalışıyor gibi. Katanya, yalnız şimdi değil, sokaklarından yaşam taşarken de böyleydi. Dar meydanlara, kazılmış sokaklarına yaşam sığmazken, geceleri gençlerin, yankesicilerin, orospuların, esrarkeşlerin, ailelerin ve turistlerin hepsi birden, aynı saatte, aynı yerde buluşmaya karar vermiş gibi, erotik, çılgın orjiler[2] düzenlerken de böyleydi. Katanya şehri güzeldir, burada hiyerarşi, aşama, sıralanma, silsile yoktur. Yoktur, çünkü zamanı yoktur; çünkü güzelliğinin, çekiciliğinin farkında değildir. Hoyrat bir erkek eliyle ağzı kapatılmış, kötü bir sesin “Sesini çıkartma orospu” deyişiyle gözlerini faltaşı gibi açmış, siyah saçlı, beyaz tenli, çıplak ve güzel bir kadın gibidir.
İşte Katanya böyledir, birisi boğazına çöktüğü için konuşamayan bir orospu gibidir.
Ben gerçek bir Katanyalıyım, sonuna kadar. İçimde hem ölümü hem de yaşamı barındırıyorum. Ne birinden ne de ötekinden korkan, ama ölüme daha eğilimli olan.
Uzun süre evinden uzak olanların, onları yuvalarına dönmeye yönelten tek nedenin, köklerine sahip çıkmak istemeleri, tutkuyla o toprakların derinliklerine ulaşmak için kıvrım kıvrım kıvranmaları ve onu inceleyerek içselleştirmeleri olduğunu söylediklerini duymuşumdur. Kökler? Hangi tanrının cezası köklerden söz ediyorlar ki? Bizler ağaç değiliz ki, insanız. Bir tohumdan gelen ve sonsuza dek tohum olarak kalacak insanlarız. Eğer illa da bir kök salmaktan söz edeceksek, kök salamadığımız tek yerin anne karnı olduğunu söyleyebilirim.
Eğer günün birinde köklerime dönmek istersem, köklerimi yiyip bitirmek istersem, karnını yarıp tüm bedenimle içine girmek ve artık var olmayan o ince bağ ile sana bağlanmak isterim.
Ama bu benim hiçbir işime yaramaz. Ben bir tohum olarak yaşamımı sürdürmek istiyorum. Kendi kendimin kökeni ve kendi kendimin sonu olmak istiyorum. Hiçbir toprakta çürümek, fosilleşmek istemiyorum. Rüzgârın beni sürüklemesini istiyorum. Düzenlenmiş, sınırlandırılmış alanlar istemiyorum.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYusufçuk Gece Gelir
- Sayfa Sayısı160
- YazarMelissa Panarello
- ISBN9756287462
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviOkuyan Us Yayınları / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sparta’nın Kızı ~ Claire M. Andrews
Sparta’nın Kızı
Claire M. Andrews
On yedi yaşındaki Daphne, kendini bildi bileli savaşçı olmak üzere eğitiliyor ve günün birinde kadim Sparta’nın boyun eğmez halkı tarafından kabul görmeyi umuyordu. Ama...
- Utz ~ Bruce Chatwin
Utz
Bruce Chatwin
“Savaşlar, soykırımlar ve devrimler,” derdi Utz sık sık, “koleksiyonculara mükemmel imkânlar sunar.” Varlıklı bir aileden gelen Alman asıllı Kaspar Joachim Utz, İkinci Dünya Savaşı’ndan...
- Lost / Nesli Tükenen Tür ~ Cathy Hapka
Lost / Nesli Tükenen Tür
Cathy Hapka
Oceanic Havayolları’nın 815 no.lu uçağının düşmesiyle her şeylerini yitiren 48 yolcu, kendilerini ıssız, tropik bir adada bulurlar. Dostlar, düşmanlar, aileler ve yabancılardan oluşan bu...