Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yürüyüş Pratiği
Yürüyüş Pratiği

Yürüyüş Pratiği

Dolki Min

Dolki Min, ilk romanı Yürüyüş Pratiği’nde bir uzaylının, insanın bedenine, çevresine, kendine yabancı hissetmesinin ve hissettiği derin yalnızlığın hikâyesini konu alıyor. Bu radikal edebi…

Dolki Min, ilk romanı Yürüyüş Pratiği’nde bir uzaylının, insanın bedenine, çevresine, kendine yabancı hissetmesinin ve hissettiği derin yalnızlığın hikâyesini konu alıyor. Bu radikal edebi eser, Güney Kore’de yaşamaya çalışan bir uzaylının yiyecek arayışının insan olmanın ne anlama geldiğine dair varoluşsal bir krize dönüşmesini anlatıyor; bir yönüyle de Karanlığın Sol Eli, Squid Game ve Under The Skin’e selam veriyor. Yazar, Mumu’nun ağzından güçlü, büyüleyici ve zekice kurgulanmış bir anlatıyla bizleri soluksuz bırakıyor.

Mumu da kim mi? Yabancısı olduğu dünyada var olmaya, yaşamaya, yürümeye çalışan ayrıksı; sevimli bir canlı! Okuduğunuz metin Mumu’nun insan normlarına göre yaptığı yürüyüş pratiğinin bir güncesi, bir hayatta kalma serüveni, öteki ile arasındaki mesafeyi nasıl daralttığının bir kaydı ve farklı oluşuna dair bir alegori aynı zamanda.

Sen! Evet sen, benim cinsiyetimin ne olduğunu merak ediyor musun? Belki de bu konuda azıcık endişelisindir. Söylediklerimde ya da konuşma tarzımda ipuçları arayarak konuşmacının cinsiyetini tahmin etmek için çırpındın mı? Peki tahmininin doğru ya da yanlış çıkacak olması bir tarafa, nasıl bir sonuca vardın?

Dolki Min’in akıllardan çıkmayan ilk romanı hem psikolojik gerilim hem de farklı olanları ötekileştiren sosyal yapılara keskin bir eleştiri. Yürüyüş Pratiği, yabancı olduğunu düşündüğümüz kişilerdeki insanlığı ortaya çıkarıyor ve yabancılaşmanın insan deneyimini nasıl şekillendirebileceğini gösteriyor.

*

56 km

Bu sabah işe erken gidiyorum. Bu pek sık olmuyor. Evinin sadece sabahları boş olduğunu söylediği için bugün böyle oldu. Pek çok açıdan durumu iyi olduğundan onu kaçıramazdım. Elbette onun fiziksel durumundan bahsediyorum. Nasıl biri olduğunu pek bilmiyorum. Sevdiği yemek, hoşuna giden renk, son günlerde dinlediği müzik… Bunların hiçbiri benim ilgi alanıma girmiyor. Yaptığımız tek şey mesajla birkaç şey konuşup randevulaşmak. Çekici, yirmi yedi yaşında bir erkek; bir yetmiş üç boyunda ve altmış beş kilo. Ayrıca penisinin on sekiz santimi geçtiğini söylemişti. Tüm bildiğim bunlardan ibaret. Ha, bir şey daha var. On altı katlı bir binanın en üst katında yaşıyor.

Metroya bindim oraya doğru gidiyorum. Yerimde uslu uslu oturuyorum. Ne kadar şanslıyım anlatamam. Sevinçten neredeyse ağlayacak gibiyim. Her ne kadar iyi düşünmeye çalışsam da arı sürüsü misali kaynaşan insanların arasına karışmış halde tutma halkasına asılı durmak bana iğrenç geliyor. Şimdiki gibi kondisyonumun kötü olduğu günlerde sadece iki bacağımla dengemi sağlamak daha bir zor oluyor. Yine de otobüse kıyasla metro çok daha iyi. Otobüste düşmemek büyük bir mucize. Otobüs beni bir kafese tıkılmışım gibi acımasızca sarsıyor.

Sanırım buraya yerleştikten iki ya da üç yıl sonraydı. Gidecek hiçbir yerim olmamasına rağmen geç saatlere kadar sokaklarda dolaşırken hiçbir sonuç elde edemeden bitkin bedenimi sürüye sürüye otobüs durağına gitmiştim. Daha doğrusu gitmem gerekmişti. Üstelik eve otobüsle gitmek gibi bir planım da olmamasına rağmen… O zamanlar metronun belirli saatlerden sonra çalışmadığını bilmiyordum. Ayrıca insanların nasıl taksi tuttuklarını birkaç kez görmesine görmüştüm ama her ne kadar denemeye yeltensem de korkularıma yenik düşüyordum. Taksicinin görebileceği şekilde kolumu havaya kaldırmak çok zor oluyordu. Birinin kolumun şekline alenen baktığını hayal etmek bile tüylerimi diken diken ediyordu o zamanlar. Doğrusu şimdilerde de aynı sebepten taksiye binemiyorum. Aslında bir keresinde taksiye binmeye o kadar kararlıydım ki yola doğru elimi uzatıp da kolumdaki sivri çıkıntılar kabarınca gözleri kocaman açılan taksici direksiyonu kırıp kaçmıştı. Böylece taksilerden hep kaçar oldum.

Gelgelelim otobüsler, onlarda da yüksek basamaklar var. O zamanlar alçak basamaklı otobüsler de henüz yoktu. Basamaklar beklediğimden o kadar yüksekti ki binip binemeyeceğim konusunda endişeliydim. Şimdiye dek pratik olsun diye çıkmaya çalıştığım basamaklar hep alçaktı. Yer çekimine zoraki direnerek mecburen otobüse bindim. Kemiklerimin parçalandığını sandım. Yine de kendimce bir şeyi başardığımı hissettim. Artık yapacağım tek şeyin kartı basıp boş bir yer bulmak olduğunu düşünmüştüm. Ama daha soluklanamadan otobüs şoförü gaza basınca arkaya doğru yuvarlanıp koltuğun altına yapıştım. Toza, tere ve kana bulanmıştım. O kadar afallamıştım ki kımıldayamadım bile. Utanmaya dahi fırsat bulamadım. Şoför o güne dek hiç duymadığım acayip küfürler yağdırdı; yolcular da canlarının istediği kadar gülüp alay ettiler benimle. Bana yardım etmediler. Dokunaçlarımdan tutup da beni ayağa kaldırmaya niyetleri dahi yoktu. Bana bakıp da acımayacakları zor bir haldeydim. İnsansı biçimimi koruyan yüksek konsantrasyonumu yitirip de uzuvlarım tökezleyince bedenim balon gibi şişmişti çünkü. Muhtemelen hepsi “birazcık daha az iğrenç olsaydın sana hemencecik yardım ederdim” diye düşünmüştü. Ondan sonra eve nasıl gittiğimi hatırlamıyorum. Tene batan dikenin çıkarılışı gibi hafızamdan bazı parçalar çıkarılmış gibiydi. Gözlerimi açtığımda kendimi karanlık salonda enikonu serilmiş buldum. Giysilerim ile ayakkabılarım şişen bedenime dayanamadıklarından araba altında kalmış kedi cesedi gibi çoktan parçalanmıştı. Ben ise her an bir cinayet işleyecek kadar açtım.

Şimdi de karnım aç. Rutubetli ve pis kokan metroya katlanarak ona gitmemin bir nedeni var. Dizlerimin üzerinde duran büyük, ağır sırt çantama sımsıkı sarıldım. Parıl parıl parlayan, ışıltılı aletleri düzgün bir biçimde sırt çantama koymuştum. Açlık sorunumu çözecek şeylerdi bunlar. Metro her sarsıldığında çıkan metalik tıngırtılara kulak verdikçe açlığımı bir anlığına unutarak içim rahatlıyor. Pencereye vuran yağmuru sessizce dinlediğim zamanlarda olduğu gibi uyku da bastırıyor. Hafif bir uykuya dalıyorum. Kabini dolduran yolcuların yarattığı baskı usulca kayboluyor.

Sırt çantam öne doğru devrilince uyandım. Bir gümbürtü oldu. Etrafımdakiler gözlerini devirerek yadırgayan bakışlar takındılar. Ancak gümbürtünün ehemmiyetsiz nedenini anladıktan sonra gerisin geri kendi işlerine odaklandılar. Sırt çantamı kalçalarımın hizasına göre sabitlediğim sırada, hiç hesaba katmadığım bir değişken aklıma geldi. Sen! Evet sen, benim cinsiyetimin ne olduğunu merak ediyor musun? Belki de bu konuda azıcık endişelisindir. Söylediklerimde ya da konuşma tarzımda ipuçları arayarak konuşmacının cinsiyetini tahmin etmek için çırpındın mı? Peki tahmininin doğru ya da yanlış çıkacak olması bir tarafa, nasıl bir sonuca vardın?

İradem dışında buraya atılıp zar zor hayatta kalma mücadelesi verdiğim sürede neredeyse herkesin, biri ile tanışırken öncelikle cinsiyetini hesaba kattığı gerçeğini fark ettim. İnsanlar kişinin ancak cinsiyetini öğrendikten sonra ona eşit davranıp davranmayacaklarına karar veriyor gibiydiler. Hatta cinsiyet ayrımı şüpheye yer bırakmayacak şekilde o kadar hızlı cereyan ediyor ki bu sürecin ayrıntılarını fark edebilmek zor. Fakat yine de belli belirsiz de olsa bunu fark edebiliyorum. Yabancı birinin cinsiyeti belirsiz olduğu zamanlarda bu durumun farkına varabiliyorum. Görüş alanlarına giren varlığın kadın mı erkekmi olduğunu tek seferde anlayamadıklarında -yani yargılama esasları çatıştığındahemen endişeleniyorlar. Kapalı algı sistemleriyle kişinin vücudunu (hareketlerini) çözememekle kalmıyor ona nasıl davranmaları gerektiğine -söz gelişi nasıl hitap etmeleri gerektiğine de karar veremiyorlar.

Sen cinsiyet tahmin etme oyununda ustasın. Olağanüstü yeteneğini inkâr etmeye hiç niyetim yok. Çünkü çok küçük yaşlardan beri giysileriyle bedenlerini örten insanların örtülmeyen diğer özellikleri ile cinsel organlarının şeklini ve buna karşılık gelen cinsiyetlerini tahmin ederek yaşadın. Hatta her seferinde doğru tahminde bulunduğundan bile emindin. Ne var ki senin yaptığın, ileride de yapmaya devam edeceğin bu hatayı kabul etmemen problemin ta kendisi. Bu oyuna başlamanın başlı başına bir hata olduğunu kimsecikler bilmiyor. Hay aksi, pardon. Buraya kadar cinsiyetimi deşifre etmeyerek seni kaygılandırdım sanırım, özür dilerim. Ne kadar gaddarım! O halde şimdi kaygını gidereyim. Merak etme, hemen şimdi söyleyeceğim. Söyleyeyim mi? Ha hah ha! Tamam, söylüyorum. Söylemeyip de ne yapacağım! Ben… Kadınım.

En azından metroyla onun evine gidip işimi görünceye kadar kadın olacağım. Benim kadın olmam ne anlama geliyor? Kadın gibi süslenip püslenip kadın gibi davranmak zorunda olduğum anlamına geliyor. Bana hiç kimse böyle yapmamı söylemedi ama ben mecburen böyle bir görev üstleniyorum. Şayet üstlendiğim rolümü gerektiği gibi yerine getiremezsem bana sadece ama sadece bir canavar muamelesi yapılacak da ondan. Bir canavara dönüşmemeye çabalamak… İşim ve ölüm kalım meselem buna bağlı. Dinliyor musun? Söylediklerime dikkat et lütfen. Ben sadece geçimimi sağlama meselesinden bahsediyorum. Ben bir kadın -bazen de bir erkekolmazsam, acımdan ölürüm. Bundan başka bir seçeneğim yok. Sadece hayatta kalarak açlığımızı dindiremeyiz. Her zaman daha fazlasını yapmamız lazım. Otobüste ya da metroda iki ayak üstünde dengede durmak veya kadın olmak gibi zorunluluklar…

Himm, artık usul usul inmem gerekiyor. Metroda bir yığın insan var. Gereksiz olduklarını düşündürtecek derecede çoklar. Bu şeylerin hepsi gece nerede saklanıp da güneş doğar doğmaz başlarını çıkarıp dışarılarda dolanıyorlar acaba? Bir gün bile ayaklarını hareket ettirmeyip ağızlarını açmazlarsa vücutları kasılıp kalıyor olabilir mi?

Bu arada bu istasyonda yeterince yolcu inmezse diye de endişeleniyorum. Sık sık korkuya kapılıyorum. Özellikle kapıdan uzak bir yerde oturduğum zaman daha çok korkuyorum. Sık bir orman gibi üst üste yığılmış insanların arasından geçip gidecek cesaretim olmuyor. Ayrıca “affedersiniz, ben ineceğim” demeye bile cesaret edemiyorum. Gergin olduğumda sesim tavuğun gıdaklayışı gibi çatallaşıyor. İnsanlık dışı bir çığlığa dönüşüyor. Ses tellerimin titreyişine, ağzım ile dilimin devinimine odaklanarak insan sesine benzer bir şeyler çıkarmaya çalışsam da insanlar bilerek ya da bilmeyerek bana aldırış etmeyip yol vermezlerse yerimden bile kımıldayamadan kabinde mahsur kalırım. Bu durum tekrarlanırsa buluşacağım kişi ile tam zamanında buluşamam, velev ki anlayışlı davranıp randevuya geç kalışımı görmezden gelse de bir sonraki programım epey aksar. Tüm günüm mahvolabilir. Aaah! Şimdi acayip korkuyorum! Özür dilerim. Benim bu sızlanışlarımı dinleme zahmetine girmen için hiçbir neden yok. Ama sonuna kadar sabretmeni rica ediyorum. Seninle hiçbir alakası olmayan bir varlık, yani dünyadan altı milyon ışık yılı uzaklıktaki bir buz gezegeninde yaşayan uzaylı bir yaşam formu değilim. Senin hemen yanındayım.

Kapı açıldı. Yağdan tıkanmış damarın açılışı gibi yolcular akarcasına iniyorlar. Belki de onları tutkuyla sevebilirim. Boş düşünceleri bir kenara bırakıp hafif bir baş dönmesiyle beraber kapıdan geçtim. Dokuz yıl önce bir keresinde kapı beni uyluğumdan ısırmıştı. Benden özür bile dilemedi ben de onu hâlâ affetmedim. Yani baş dönmem kronik bir şey olup ileride de kronik bir vaka olmaya devam edecek. Yine de önemi yok. İstediğim istasyonda kazasız belasız indim, baş dönmesi gibi kırtıpil bir şey sorun olabilir mi? Hayır. Bu hiç sorun değil. Asıl sorun neredeyse yüz kırk basamağı olan merdivenler.

Metroda hat değiştirirken illaki üzerinden geçmek zorunda olduğum şu merdivenler, bana öldürecekmiş gibi dik dik bakıyorlar. Burada beni kurtaracak bir asansör yok. İnsanlar merdivenlerden olabildiğince aceleyle iniyorlar, beni istemeden cehennem gibi bir çukura sürüklüyorlardı. Normalde olsa nefesim daralarak ayak tabanlarım sızlardı ama yine de merdivenleri nispeten kolay bir biçimde kullanabilirdim. Ama bugün her an gök gürüldeyerek sağanak boşanacakmış gibi hava kapalı. Kötü hava benim için öldürücüdür. Yerçekimi beni neredeyse altı kat daha şiddetli çekiyor. Yine de çaresi yok değil. Dümdüz ilerleyen insan yığınlarının arasından çaprazlama geçerek sağ duvardaki korkuluğu tuttum. Kaç kişinin ayağına basıp omuzuna çarptığımı bilmiyorum ama sorun değil. Kendi hayatım her şeyden önce geliyor. Benim gibi zayıf biri iterek geçtiğinde….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Diri Gömülen ~ Sadık HidayetDiri Gömülen

    Diri Gömülen

    Sadık Hidayet

    Sadık Hidayet’in (1903-1951) öyküleri, hem onun kendi yapıtına hem de modern İran edebiyatına giriş için mükemmel birer anahtar niteliği taşır. Özellikle ilk öykü kitabı...

  2. Pastoral Senfoni ~ Andre GidePastoral Senfoni

    Pastoral Senfoni

    Andre Gide

    Zihnimizdeki hayaletlere ve canavarlara kulak asmadan yalnızca gerçek kötülüklerle yetinsek hayat ne kadar güzel, ıstırabımızsa ne kadar katlanılabilir olurdu. İsviçre Alpler’inde yaşayan bir papaz,...

  3. Hiç Kimse Sıradan Değildir ~ Markus ZusakHiç Kimse Sıradan Değildir

    Hiç Kimse Sıradan Değildir

    Markus Zusak

    “19 yaşındayım, taksi şoförüyüm. Sadece bu işe yarıyorum, birde arkadaşlarımla kâğıt oynamaya. Başka hiçbir uğraşım, isteğim, hedefim yok. Bir ev arkadaşım var, adı Kapıcı....

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur