Başladığı yerde biten ve bittiği yerde başlayan bir roman: Yürekteki Hayvan. Herta Müller, diktatörün baskısı altında yaşamı ve yaşamın imkânsızlığını anlatıyor, düşünmeyi yasaklayan köy sessizliği ile yaşamayı cezalandıran kent gürültüsünün arasına sıkışmış insanları kendine özgü diliyle sayfalara taşıyor. Kuşatılmışlığa ve bir direniş alanı olarak dostluğa dair çarpıcı bir büyüme öyküsü bu, diktatörün ölümünden başka umudu kalmamış insanların, her şeye rağmen dayanışmanın ve ne kadar uzağa gidilirse gidilsin kapanmayacak yaraların öyküsü.
İnsan ilişkilerinin siyasi rejimin karanlık mengenesinde adeta büzüştüğü ve bireylerin yalnızlıkları içinde ne pahasına olursa olsun birer çıkış yolu aradıkları tüyler ürpertici bir yoksunluk ortamını betimleyen Yürekteki Hayvan, toplumsal baskının boğuculuğunu ve nefes alma arayışlarını metaforlarla örülü ince bir dille zihinlere kazıyor.
Yürekteki Hayvan’la Kleist Ödülü’nü ve Uluslararası IMPAC Dublin Ödülü’nü alan Herta Müller, 2009 yılında, ‘şiirin yoğunluğu ve nesrin doğrudanlığını kullanarak yurtsuzların dünyasını betimleme yeteneğiyle’ Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştür.
*
Sustuğumuzda tatsızlaşıyoruz, dedi Edgar, konuştuğumuzdaysa gülünçleşiyoruz.
Ne zamandır yerdeki fotoğrafların karşısında oturuyorduk. Oturmaktan bacaklarım uyuşmuştu.
Tıpkı otları ayaklarımızla ezip geçtiğimiz gibi, ağzımızdaki sözcüklerle de ezip geçiyoruz pek çok şeyi. Ama suskunluğumuzla da.
Edgar susuyordu.
Hâlâ bugün bile mezarlar gelmiyor gözümün önüne. Yalnızca bir kemer, bir pencere, bir fındık, bir ip. Her ölüm benim için bir çuval sanki.
Bunu duyan olsa, dedi Edgar, senin deli olduğunu düşünür.
Bense ne zaman bunu düşünsem, ölülerin geride bir çuval sözcük bıraktığı sanısına kapılıyorum. Berber ve tırnak makası geliyor hep aklıma, çünkü ölüler artık onlara ihtiyaç duymuyor. Bir de ölülerin bir daha asla bir düğme kaybetmeyecekleri.
Diktatörün yanlış olduğunu onlar bizlerden farklı bir biçimde hissediyorlardı belki de, dedi Edgar.
Kanıtları vardı, çünkü biz kendimiz için de yanlıştık. Çünkü biz bu ülkede korkuyla yürümek, yemek, uyumak ve birilerini sevmek zorundaydık, yeniden berbere ve tırnak makasına ihtiyacımız olana kadar.
Birisi sırf yürüdüğü, yediği ve birilerini sevdiği için mezarliklar yapıyorsa, dedi Edgar, o zaman bizden daha büyük bir yanlıştır. Herkes için bir yanlış, egemen bir yanlıştır.
Otlar kafamızın içinde. Konuştuğumuzda biçiliyorlar. Ama sustuğumuzda da. Sonra ikinci, üçüncü bir ot bitiyor, dilediğince. Şanslıyız yine de.
Lola ülkenin güneyinden gelmeydi ve yoksul bir yöreden geldiği belli oluyordu. Neresinden bilmiyorum, belki elmacıkkemiklerinden, belki ağız çevresinden, belki de gözlerinin içinden. Söylemesi zor, bir yöre için olduğu kadar bir yüz için de öyle. Ülkenin her yeri yoksul kalmıştı, yüzlerin de. Yine de Lola’nın yöresi, elmacıkkemiklerinden veya ağız çevresinden veya gözlerinin içinden göründüğü kadarıyla daha da yoksuldu belki. Manzaradan yoksun, salt yöre.
Çoraklık her şeyi yutuyor, diye yazıyor Lola, koyunlar, kavunlar ve dut ağaçları dışında.
Ama Lola’yı kente sürükleyen o çorak yöre değildi. Öğrendiklerim çoraklığın umurunda değil, diye yazıyor Lola defterine. Ne bildiğime bakmıyor çoraklık. Ne olduğuma, yani kim olduğuma bakıyor sadece. Kentte bir şey olmak, diye yazıyor Lola, dört yıl sonra da köye geri dönmek. Bu defa aşağıdaki tozlu yoldan değil, tam tersine, yukarıdan, dut ağaçlarının dalları arasından.
Kentte de dut ağaçları vardı. Ama sokaklarda değil. Avlulardaydı ağaçlar. Üstelik çoğunda yoktu. Yalnızca yaşlı insanların avlularında. Dut ağaçlarının altında evden çıkarılmış bir iskemle dururdu. Minderi kıtıkla doldurulmuş, kadife bir iskemle. Ama kadife lekeli, lime limeydi. Delinen yerin altına da bir tutam saman tıkalırdı. Üstüne oturmaktan yassılaşmış sa-man. Bir saç örgüsü gibi aşağıya sarkardı saman.
İnsan çürüğe çıkmış iskemlenin yanına kadar giderse, sarkmış örgünün tek tek saplarını da görebilirdi. Bir zamanlar yeşil olduklarını da.
Dut ağaçlı avlularda gölge, iskemlede oturan yaşlı bir yüzün üstüne düşerdi, huzur misali. Huzur misali, çünkü ben de, kendim için bile beklenmedik zamanlarda bu avlulara girer, sonra uzun zaman bir daha uğramazdım. Bu seyreklikte iskemlede oturan yaşlı bir yüze dosdoğru ağacın tepesinden bir ışık tiresi düşerdi, uzak bir yöreye. Tireyi yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya izlerdim. Sırtım ürperirdi, çünkü bu huzur dut ağaçlarının dallarından değil, yüzdeki gözlerin yalnızlığından geliyordu. Bu avlularda beni kimsenin görmesini istemiyordum. Burada ne yaptığımı kimsenin sormasını da. Seyretmekten başka bir şey yaptığım da yoktu. Uzun uzun dut ağaçlarına bakardım. Sonra da, gitmeden önce bir kez daha iskemlede oturan yüze. Yüzde bir yöre olurdu. Genç bir erkeğin ya da genç bir kadının bu yöreyi terk ettiğini ve bir çuvalın içinde bir dut ağacını uzaklara taşıdığını görürdüm. Kentin avlularına getirilmiş bir sürü dut ağacı.
Sonraları Lola’nın defterinde şunu okudum: İnsanın yöreden dışarı taşıdığı yüzüne yerleşiyor.
Lola dört yıllık okulda Rus dili okumak istiyordu. Giriş sınavı kolay olmuştu, çünkü üniversitelerde de ülkenin ortaokullarında olduğu gibi herkese yetecek yer vardı. Rusçaya istek azdı. İstekler zor, diye yazıyor Lola, hedefler daha kolay. Üniversite eğitimi alan bir erkeğin, diye yazıyor Lola, tırnakları temiz olur. Dört yılın sonunda da gelir benimle, çünkü köyde efendi olacağını bilir. Berberin onun evine kadar gelip kapının önünde ayakkabılarını çıkaracağını da bilir. Koyunlar mı, bir daha asla, diye yazıyor Lola, kavunlar da, yalnızca dut ağaçları, çünkü hepimizin yaprakları var.
Oda dediğimiz yer küçük bir dikdörtgen, bir pencere, altı kız, altı yatak, her birinin altında bir bavul. Kapının yanında bir gömme dolap, tavanda, kapının üzerinde bir hoparlör. İşçi koroları hava kararana kadar tavandan duvara, duvardan yataklara doğru şarkılar söylerdi. Sonra sesleri kesilirdi, tıpkı pencerenin baktığı sokak ve o saatte artık kimsenin gelip geçmediği bakımsız park gibi. Yurtlarda bu küçük dikdörtgenlerden kırk tane olurdu.
Hoparlörler her şeyi görüyor ve duyuyor, dedi birisi.
Altı kızın giysileri dolapta sıkış sıkıştı. En az giysisi olan Lola’ydı. O, öteki kızların giysilerini giyiyordu. Kızların çorapları yatakların altındaki bavullarda duruyordu.
Birisi şarkı söylüyordu:
Evlendiğimde annem bana kocaman yirmi yastık verecek
Hepsi de sivrisinek dolu
yirmi küçük yastık
Hepsi de karınca dolu
yirmi yumuşak yastık
Hepsi de çürümüş yaprak dolu
Lola’ysa yerde, yatağın yanına oturmuş bavulunu açıyordu. Çorapların arasında eşeleniyor, bacak, parmak ve topukları dertop olmuş bir topağı çıkarıp yüzüne yaklaştırıyordu. Onları yere bırakıyordu sonra. Lola’nın elleri titriyordu ve gözleri ikiden fazlaydı yüzünde. Elleri boştu ve elleri ikiden fazlaydı havada. Yerde ne kadar çok çorap varsa, o kadar el duruyordu havada.
Gözler, eller ve çoraplar iki yatak ötede söylenen bir şarkıda katlanamıyordu kendine. Alnındaki keder kırışığıyla sağa sola
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYürekteki Hayvan
- Sayfa Sayısı205
- YazarHerta Müller
- ISBN9786055903879
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviSiren Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İskoçyalı’nın Kollarında ~ Maya Banks
İskoçyalı’nın Kollarında
Maya Banks
Baştan çıkarılmaya hazır olun.” Monica McCarty Mairin Stuart, yatağının kenarındaki taş zeminde diz çökmüş bir şekilde dua ediyordu. Eliyle boynundaki deri kolyenin pürüzsüz yüzeyinde...
- Olimpos Kahramanları – Neptün’ün Oğlu ~ Rick Riordan
Olimpos Kahramanları – Neptün’ün Oğlu
Rick Riordan
Denizler tanrısı Poseidon’un oğlu Percy Jackson, uzun bir uykudan uyanıyor ve aniden kendini yılan saçlı iki kadınla yüz yüze buluyor. Sorun şu ki, bu...
- Felaketzedeler Evi ~ Guillermo Rosales
Felaketzedeler Evi
Guillermo Rosales
Küba’nın 47 yaşında intihar eden dâhi yazarı Guillermo Rosales’in, ağır bir şizofreniden muzdarip olduğu günlerde kaldığı zamanlardakine benzeyen bir bakımevini anlattığı Felaketzedeler Evi’nin baş...