Dünyanın değişmeyen yanında olmaktan, geleceği güzelleştiren rüyalar görmekten ve vazgeçmemekten mutlu, dakikalardır hasır bir sandalyenin üstünde, sanki kımıldarsa her şeyi yitirecekmiş gibi soluk almadan oturuyordu. Sürgündeydi, buraya yüreğinin peşinden gelmişti. Hiçbir şey değişmemişti. Çok şey değişmişti. Bir yanında 1969, diğer yanında 1991. Eski fotoğraflar, silinmeyen hatıralar, alışkanlıklarının kozasında yaşayan yorgun erkekler ve fedakâr kadınlar, yarım kadehler… Öfkesini, korkusunu, zekâsını kusan eski arkadaşlar…
Şeria Irmağı, Tunalı Hilmi, Tuz Gölü… Dinozorlar, Müslümanlar, Mülteciler, Pişmanlar, Kaybedenler… Mehmet Eroğlu, Yürek Sürgünü’nde, ilk romanlarını nihayetlendiren bir dönem panoraması çizerek, 1989 sonrasını anlatıyor. Siyasetin sonraki yıllarda nasıl biçimleneceğine dair erken tarihli öngörülerde bulunuyor. “Bir çağ ölürken yenisinin henüz doğmadığı bir zamanda yaşıyoruz.”
Giriş
Dünyanın değişmeyen yanında olmaktan, geleceği güzelleştiren rüyalar görmekten ve vazgeçmemekten mutlu, dakikalardır hasır bir sandalyenin üstünde, sanki kımıldarsa her şeyi yitirecekmiş gibi soluk almadan oturuyordu. Sürgündeydi, buraya yüreğinin peşinden gelmişti. Başının üstünde sıcağın yanısıra düşüncelerinin duygularının tuzağına düşmesine benliğini gökyüzüne taşıyarak engel olan, geniş ve yüksek bir çınar, ayaklarının dibinde ise rüzgârla oynayan küçük bir kedi vardı. Rüzgâr gün ötesinde, Girit’in açıklarında doğup sabaha kadar aşağıdaki körfeze uzanan yüzlerce kilometre boyunca özgürce estikten sonra karayla karşılaştığı kumsalda gücünü yitirmiş olmalıydı; şimdi bütün deltayı gören bu yamaçta uysal bir meltemi andırıyordu. Kedi –ona “Eylül” diyordu nehrin sağındaki harabelerin arasına dağılmış bağ evlerinde yaşayan çocuklardan öğrendiğine göre on, en çok on iki haftalıktı. En az kendisi kadar yaşlı görünen eşeğinin iki yanına sardığı testilerle eve günaşırı yiyecek ve içecek getiren köylü, o küçük şeyi eline tutuşturduğunda eylül henüz yarılanmamıştı. Eylül, varlığını büyük bir olasılıkla sarı çizgileri olan annesiyle, siyah renkli babasının, aşağıdaki bir göle benzeyen koyun köpeklerinin gitmeye cesaret edemedikleri sık sazlıklar arasındaki buluşmasına, adını ise ona borçluydu. “Ben olsam ona kedi derdim.” Bu, su taşıyan yaşlı adamın fikriydi. Gölgenin altında kalmaya dikkat ederek oturuşunu değiştirdi. O, doğadaki hayvanların kimliksiz, bu nedenle adsız olduğunu, kimliğin daha çok insanların sorunu olduğunu biliyordu. Onun için eşek eşek, köpek köpek, kedi de kediydi. Toprağın verdikleriyle geçinen biri hayvanların varlığıyla yetinir, asla ad takmazdı onlara.
Hayvanlara hemen bir ad takıp onları doğadan kopararak mülkiyetlerine geçirenler art niyetli olanlardı; çünkü insanların sahip olma içgüdüsünü hiçbir bedel talep etmeden doyuran en zavallı kurbanlar hayvanlar değil miydi? Küçük yavruyu görür görmez işte bu nedenle –belki artık hiçbir canlıya sahip olmamasının eksikliğiyle, belki de bir süre sonra hayatında oynayacağı rolün önemini kestirmiş gibi– kendini ona yakışacak bir ad bulmak zorunda hissetmişti. Robinson, Cuma’yı, cuma günü bulmuştu. O ise yalnızlığına eylülde katılmıştı. İşte, adının kısa hikâyesi buydu küçük kedinin. Garipti; yiyeceğini, içeceğini borçlu olduğu adamın adını hâlâ bilmiyordu. Sormamıştı, o da söylememişti. Eylül’le sonunda yalnızca süt içerek büyümekten vazgeçip saatlerce uyuduğu sepetinden avluya çıkmaya cesaret edişinden beri yaklaşık bir aydır birlikte yatıyorlardı.
Eylül, geceleri onu tabanı taş sahanlığa hapsetmek için kurduğu bütün tuzakları, yırtıcı atalarından ona miras kalan içgüdülerinin yardımıyla boşa çıkardıktan sonra, bir yolunu bulup içeriye girerek yatağın pencereye yakın ucuna kıvrılıp uyuyor, genellikle de horluyordu. Ama buna aldırmıyordu. Yine de ilk hafta boyunca ikisi de birbirlerine alışmak için epeyce zorluk çekmişlerdi. O günlerde aylardır yatakta hiçbir canlıya değmemiş vücudu gecenin bir vaktinde ürkek ve sıcağı araştıran bir dokunuşla irkildiğinde sıçrayarak uyanır ve Eylül’ü genellikle korkarak kaçtığı pencerenin girintisinde, duvardaki gaz lambasından yayılan titrek ışığın abarttığı kambur, kabarık tüylü, gölgeden yapılmış ve üzerine atlamaya hazırlanan bir canavara dönüşmüş olarak bulurdu. İlk günlerde hemen hemen her gece, mülkiyetine geçirdiği bu küçük canavarın kaçırdığı uykunun peşinden avluya çıkıp yıldızları seyrederek sigara içerken, ertesi sabah bir sepete koyup sazlıkların arasına götürerek Eylül’den kurtulma planları yaptı. Ama sabaha karşı kararlı bir öfkeyle yatağa geri döndüğünde Eylül’ü –sanki korkutulan oymuş gibi– onu bağışlamış, aralarında geçenleri unutmuş, horul horul uyurken gördüğünde, hep vazgeçti. O, unutmayı ve bağışlamayı biliyordu; insan bir kediden bile bir şeyler öğrenebilirdi. Eylül her şeyi çabuk öğrendi: Masanın üstündeki notlarıyla, Ayşe için yazılmış şiirlerin tırmalanarak yırtılmasının yasak olduğu, silginin tadının lezzetsiz, sigaranın ucundaki kızıllığın canını acıtabileceği, uzun süre direndikten sonra içki içtiği akşamlarda o parlak yıldızla konuşmaya başladığı, hüzünlendiğinde dikkatsizleşip kuyruğuna basabileceği ve sesi çatladığında kesinlikle öfkeli olduğu gibi… Üç haftadır beraberlikleri ikisinin de ötekini rahatsız etmediği, aksine arada bir varlıklarını özledikleri bir biçime dönüşmüştü.
Bunu o biliyordu, Eylül’ün de farkında olduğunu hissediyordu. Eylül sıkıldığında, şimdi yaptığı gibi, genellikle ayaklarının arasına girip başkasına ait olduğunu sandığı kuyruğuyla oynuyordu. Böyle zamanlarda pek sık olmasa da ona Ankara’dan gelen mektupları okuyordu. Dikkatli bir dinleyici sayılmazdı; genellikle mektup bitmeden bir çekirgenin peşinde, evin arkasına doğru koşup gözden kayboluveriyordu.
Ekim ortasında bir öğlen vakti birden ortalıktan yok olmuş, iki gece eve dönmemişti. Hatırlıyordu; üçüncü gece cumaydı, taş basamaklarda kaybolduğu gibi birdenbire ortaya çıktığında halinde bir gariplik olduğunu hemen anlamıştı. Bedeni yara bere içindeydi, titriyordu; her canlı gibi sonunda korkuyla tanışmıştı. O gece ilk kez yatağa gelmedi. Sanki kendinden büyük canlıların tehlikeli olduğunu anlamıştı. Ertesi gün öğlene doğru hâlâ sepetinden çıkmayınca onun öleceğini düşünmüştü. Bu duygu hep midesini bulandırırdı. Ona ölmemesini, ölü görmekten bıktığını, kendini toparlayabilirse bir daha asla serbest dolaşmasına izin vermeyeceğini ve gerekirse boynuna bir tasma geçirip onu köpekleştireceğini fısıldadı kulağına.
Eylül ölmedi, o da bu düşünceden çabucak vazgeçti. Zaten birdenbire ortaya çıkıp otuz yıl önce terk edilmiş, yarısı yıkık bu taş evde, tek başına yaşamaya başlaması çevrede yeterince yadırganıyordu; buna bir de boynuna ip geçirilmiş bir kedi hikâyesi eklemeyi göze alamazdı. Su getiren yaşlı köylü, açıkça söylemese de onun “biraz kaçık” olduğunu düşünüyordu. Aşağıdaki ovada yaşayan köylülerin bazılarının onun eski eser kaçakçısı olduğunu bildiklerini de, yüzünü dost kılmayan bir gülümsemenin ardından çıtlatmıştı. Ona bir yürek sürgünü olduğunu söylememişti. Çünkü kimse sorumlu tutulamazdı bu cezadan.
Yüreğini mahkûm eden de, kurtarmaya çalışan da kendisi değil miydi? Kasım Ayşe için yazdığı şiirlerin ilk kez kâğıda döküldüğü o sihirli ay– henüz aşağıda desenli bir halı gibi uzanan deltadaki sıcağı alıp götürmemişti. Bu, düzlüğü avuçlar gibi iki yandan kuşatan dağların sert ve soğuk kara rüzgârlarını engellemesinin sonucuydu. Havalar hâlâ şaşırtıcı da olsa hemen her gün açık ve güneşliydi. Evin önündeydi, oturuyordu ve az önce nehirden, evin sırtını dayadığı yamaca doğru uzatılmış, basamakları kırık bir merdiveni andıran dik patikanın yağışlarla birlikte kayganlaşacağından, bu yüzden su getirmenin zorlaşacağından söz ederek şikâyet eden yaşlı köylünün, eşeğinin üstünde, makiler arasından kıvrıla kıvrıla aşağıya inişini seyrediyordu. Bundan sonra daha az su içeceğini söyleyince suçüstü yakalanmış gibi gülmüştü yaşlı adam. Aslında niyeti sızlanmak değildi, yalnızca bu kentli garip adamın kış boyunca burada kalıp kalmayacağını merak ediyordu; hepsi buydu.
Akşamüstü yukarılara tırmanacaktı. Eylül geride kalıp ululuğunu boyundan çok genişliğinden alan çınarın dalları arasından, yerdeki koyu gölgenin içine kırık ayna parçaları gibi saçılan ve esen rüzgârla birlikte yer değiştiren güneş ışınlarının peşinden sağa sola koşuşturacaktı. Yamacın ağaçlarla kaplı bu noktasından tepelere doğru yürürken tıpkı uzun bir yolculuğu ortalayan mola gibi o geniş fay kırığında bir süre dinlenecek ve sigarasını içerken arazinin bu kırıktan sonra birdenbire dikleştiğini, birkaç yüz metre yukarıdaki, ucu tırtıllı tepelerin, sonbahar güneşinin rengini solduramadığı gökyüzünü, kuzeyden güneye bir testere gibi biçtiğini bir kez daha şaşkınlıkla fark edecekti.
Çevrede yaz böcekleri ve peşlerindeki o avcı kuşlar olmayacak, sessizliği katıksız ve en saf biçimiyle bulacaktı orada. Aşağıdaki koyu en çok bu saatte ve o fay kırığının tam ortasında, sanki kireçtaşlarının değil de, yüzyılların üstüne basar gibi ayakta durarak seyretmeyi seviyordu. Binlerce yıl önce, aylarca denizde kalan Likyalı gemicilerin de gündüzle gecenin buluşmaya hazırlandığı tam bu anda geri döndüklerini düşünecekti. Çalınan borular, kıyıya yaklaşan gemiye doğru koşuşan kalabalık, indirilen yelkenlere eşlik eden şarkılar, tepelere kadar yükselen korku, kaygı ve mutluluk. Tanrı bu deltayı, bu koyu ve göle benzeyen bu küçük girintiyi yaratırken epeyce düşünmüş olmalıydı; ayrılmak ve kavuşmak için bundan daha uygun bir yer ve an olamazdı.
Burayı bir yandan her şeyden uzaklaşmak, bir yandan da her şeyle yeniden buluşmak için seçmişti. Onu, ilk kez gelmesine rağmen, buraya ait kılan işte buydu: Gelecek umudu. Gelecek! Elini uzatıp Eylül’e dokundu. Bu, ikisi için de hâlâ belirsizdi. Aslında Eylül geleceğe aldırmıyordu. Çünkü o bir kediydi ve hayvanların gelecek duygusu yoktu; ayaklarının altında kimi zaman gölgeyle, kimi zaman ışıkla kaplanan toprak sanki onu büyülemiş, geçmişi de geleceği de şimdiki zamana sıkıştırmıştı. Eğilip, kitapta Murat gibi ondan da söz edeceğini fısıldadı. Ama Eylül, hiçbir zaman okuru olamayacağını biliyormuş gibi dokunamayacağı kadar uzağa gidip oyununu sürdürmeyi seçti. Ona hak vermemek elde değildi. Hareketli ışık, bir hayvanı bile büyüleyecek kadar göz alıcıydı. Buraya gelmek kimin fikriydi? Tabii ki Ayşe’nin. Zaten bu ev de anne tarafından ona kalan unutulmuş bir arazi parçasının içindeydi. “Nereye ve neye ait olduğuna karar vermelisin.”
Gelişinin gerçek nedeni Ayşe’nin sorusuna bir yanıt bulmak mı, yoksa geçmişini yitiren ve artık kendini ona ait hissetmediği bir kentten ölümden uzaklaşır gibi kaçma isteği miydi? Bilmiyordu; henüz bu soruya bir yanıt arayacak kadar güçlü değildi. Ama aylardır neden hâlâ buradaydı? Bunun için bir açıklaması vardı: Her şey şaşırtıcı, ama şaşırtıcı olduğu kadar da kavrayıcıydı bu deltada. Görenin duyduğu sahip olma güdüsünü kışkırtan, huzursuz hayranlık, hemen şaşkınlığa, şaşkınlık da çok kısa bir sürede –oyalayıcı ve insana özgü bir duygu olmaktan çıkarak günün ya da doğanın olağan bir parçası haline dönüşüyor ve fizikî bir gerçeklik kazanıyordu: Bir yanda bazı kısımları denizden alçak düzlükler, öte yanda neredeyse bin metrenin üstünde, bulutlarla iç içe tepeler; sonsuz bir sessizliğin içinde her zaman sakin bir koy, deltanın ağzında ise her şeyi yok etmeye yemin etmiş dev bir öğütücü: Deniz ve haykıran rüzgâr ikilisi.
Burada dış dünyanın asla erişemeyeceği, kimsenin değiştiremeyeceği, yalnızca ırmakla taçlandırılmış bu deltaya özgü bir ritim vardı. Gelişinin ikinci haftasında, eylül başında saat kullanmaktan vazgeçmişti. Mevsimler rüzgârlarla, gün ise güneşle değişiyordu burada. Çoktandır zamanı, gölgelerin boyu ve yeriyle kestirebiliyordu: Koyu gören ön avludaki çeşme ve yanındaki masa gölgelendiğinde kahvaltı zamanı; tepelerdeki pınarların sularını binlerce yıllık kanallarla aşağıya ileten sulama şebekesi güneşin dik ışıkları altında görünmez olduğunda öğle, masanın başından kalkıp yemek için bir şeyler hazırlama vakti; güneş evin arkasına dönmeye yüz tutup çekirgelerin peşine takılan Eylül gözden kaybolduğunda ise aşağıdaki koyu sürrealist bir tabloya çevirecek öğleden sonra başlamak üzereydi.
“Bir çağ ölürken yenisinin henüz doğmadığı bir zamanda yaşıyoruz.” On ay önce böyle ya da buna benzer bir cümleye rastlamıştı hızla okuduğu bir kitapta. O zaman günlere Ayşe’nin yokluğu hükmediyor, her şey ne denli ilginç ve değerli olursa olsun yüreğini ezen hüznün gölgesinde yok oluyordu. Şimdi sürekli olarak yeniden bulduğu bu cümleyi düşünüyordu. Birkaç aydır kırk iki yaşındaydı, yüzü ve saçları değişmemeye kararlı olsa da artık genç değildi. Canlılığının tıpkı kuruyan bir ağacın özsuyu gibi kaslarından, damarlarından yavaş yavaş çekildiğini hissediyordu. Ama ne kadar çabalasa da istendikçe uzaklaşan, itildikçe yaklaşan ve adına yaşlılık denilen o sihirli döneme ulaşamamıştı henüz. Uğruna defalarca kendini sınadığı idealler, yerine yenileri konmadan eski bir sevgili gibi biraz hüzün, daha çok da hayal kırıklığıyla terk ediliyordu.
Çok değil, birkaç yıl önce komünist olduğunu söylediğinde insanlar bulaşıcı bir hastalıkla karşılaşmışlar gibi ürperir, kaba bir beceriksizlikle konuyu değiştirmeye çalışırlardı. Bu onu hep eğlendirirdi. Ama oyuncağı elinden alınmış bir çocuk kadar çaresizdi şimdi. Çünkü artık komünist olmak o eğlendirici korku yerine sadece sempati uyandırmakla sınırlıydı. Ütopyasız bir dünya! Bu büyük, korkutucu bir belirsizlik ve tuzaklarla dolu bir bilinmezlikle eşanlamlı değil miydi? Ütopyasız bir geleceğe doğru yaşamak, karanlık ve rutubetli hücrelerde, göğü yıldızlı çöllerde sayısız kez kanıtladığı, sık sık bir dost gibi yardımını istediği cesareti gerektiriyordu. Ama aşk da cesaretsiz yaşanamazdı.
Ne yazık ki Ayşe bunu bilmiyordu; Nil ise uçurumlardan daha derin hayal kırıklığından tekrar hayata tırmandığında öğrenecekti. Cem? Onunla ilgili düşünceleri hâlâ o düğümün içinde, karmakarışıktı. Kuşku; kurtulmaya çalışsa da Cem beyninin o karanlık bölümüne aitti. Kin beyinde büyür ve şekillenir, cesaret ise hep yürek içinde hayat bulur. Cesaret çoğu dilde belki de bu nedenle hep aynı kökten geliyordu.1 Cem’in yüreği yoktu; beyni, yüreğini zehirleyip kurutmuştu. Şimdi onu düşündüğünde, “Beni kötü biri olarak görmelerine aldırmıyorum. Çünkü onlar kötülüğün sınırlarını araştırmadılar. Kötülük her an yeni bir boyutunu keşfedebileceğiniz büyülü bir ormana benziyor. Ben serüveni ve sürprizleri severim,” dediğini hatırlıyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap AdıYürek Sürgünü
- Sayfa Sayısı468
- YazarMehmet Eroğlu
- ISBN9789750514326
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2014
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Öfkenin Şenliği ~ Jaklin Çelik
Öfkenin Şenliği
Jaklin Çelik
İstanbul’a, yıllardır uğramadığı sokağına ve evine eski bir hayaleti gömmeye dönmüştü. Cebinde; Harput’ta annesinden ve kardeşlerinden koparılmış küçük bir çocuğun, şimdi sahibine ve toprağına...
- Yüz: 1981 ~ Mehmet Eroğlu
Yüz: 1981
Mehmet Eroğlu
Tekrarlıyorum: Suçsuzum; tıpkı sizler gibi. Suçluysam bile, unutmayın, en çok sizinki kadardır bu… Hiçbir hayatın başrolünü oynamaya kalkışmadım; kendiminkinin bile… Bu durum beni ne...
- Teklifinizle İlgilenmiyorum ~ Başar Başarır
Teklifinizle İlgilenmiyorum
Başar Başarır
Sakin sakin kumandanın kırmızı düğmesine basıyorum. Susun, hepiniz susun lütfen. Ne halin varsa gör Cüneyt. Öpsün seni Zeki Müren.Küçük adımlarla balkona doğruyum… Bir sıçrayışta...