Kadere inanır mısınız? Peki ya kader bir gün yolunuzu aşkla keserse…
Tutkuyu ilişkilerinizde hissederken aşktan korkup her şeyden vazgeçmek zorunda kalırsınız… Bazen imkansızlıklar geçicidir, bazen ise imkansızlıklar hayallerle kesişir…
Julia Quinn, New York Times’in “Çok Satanlar” listesine giren romanıyla okuyucularıyla buluşuyor. Quinn’in etkileyici üslubu karşısında duygulanacak, gerçek aşkın varlığına inanmaya başlayacaksınız. Bir yandan da gülümsemenizi sağlayacak bu içli aşk romanının her sayfasında kendinizden bir parça bulacaksınız…
ÖNSÖZ
Simon Arthur Henry Fitzranulph Basset, yani Koni Clyvedon’ın doğumu büyük bir kutlamayla karşılanmıştı. Kilise çanlan saatlerce çalmış, bebeğin yaşayacağı görkemli Şatodan limitsizce şampanya ikram edilmiş ve Clyvedon köylülerinin tümü işlerini bırakıp genç kontun babası tarafından düzenlenen kutlamalara katılmıştı.
Fırıncı yanındaki demirci ustasına “Bu, sıradan bir bebek değil,” dedi.
Zira Simon Arthur Henry Fitzranulph Basset bayatını Kont Clyvedon olarak geçirmeyecekti. Bu sadece soylulara verilen bir unvandı. Herhangi bir bebeğe göre gerekenden Çok daha fazla isme sahip olan Simon Arthur Henry Fitzranulph Basset İngiltere’nin en eski ve en köklü dukalıklarından birinin veliahtıydı ve babası IX. Hastings Dükü bu anı çok uzun zamandır bekliyordu.
Kucağında yeni doğmuş bebeğiyle karısının doğum yaptığı odanın önünde dururken Dük’ün kalbi gururla çarpıyordu. Kırklı yaşları geride bırakan Dük, kendisi gibi soyluluk unvanına sahip pek çok ahbabının üst üste çocuk sahibi olduğunu görmüştü. Bazıları kıymetli bir oğuldan Önce birkaç tane kız çocuğun cefasını çekmiş olsa da sonunda İngiltere’nin seçkin simaları arasında nesillerini devam ettirecek olan varise kavuşmuşlardı.
Fakat Hastings Dükü’nün çocuğu olmamıştı. On beş yıllık evlilikleri süresince karısı beş kere hamile kalmış, fakat bunlardan sadece ikisini taşıyabilmişti, onlar da ölü doğmuşlardı. Beşinci ayında kanlı bir düşükle neticelenen son hamileliğinin ardından cerrahlar ve hekimler çocuk sahihi olmak için artık kesinlikle hiçbir deneme yapmamaları gerektiğini belirtmişlerdi. Düşes’in hayatı tehlikedeydi. Aşırı derecede zayıf, aşırı derecede güçsüzdü, ayrıca kibarca yaşının geçkin olduğunu da söylemişlerdi. Dük kendini Basset ailesinin soyunun devam etmeyeceği fikrine alıştırmalıydı.
Yine de Düşes, Tanrı onu korusun, üzerine almış olduğu sorumluluğu biliyordu, bu yüzden attı aylık bir toparlanma sürecinin ardından bir gece kocasıyla kendi odası arasındaki bağlantı kapısını açtı ve Dük bir kez daha erkek çocuk sahibi olabilmek için girişimde bulundu.
Beş ay sonra, Düşes kocasına hamile olduğunun haberini verdi. Dük’ün mutluluğu yerini bu kez bebeğe bir şey olur mu endişesine bıraktı. Hamileliği ortaya çıktığı andan itibaren Düşese yatak istirahat! verildi. Günlük kontroller için bir hekim getirildi, Dük eşinin hamileliğinin ortalarında Londra’nın en saygıdeğer cerrahını buldu ve ona muayenehanesini kapatıp geçici olarak Clyvedon Şatosu’na yerleşmesi için neredeyse bir servet ödedi.
Dük bu sefer işini şansa bırakma niyetinde değildi. Bir oğlu olacak, böylelikle dukalık Basset ailesinde kalacaktı.
Düşes’in sancıları doğuma bir ay kala başladı ve kalçalarının altına yastıklar yerleştirildi. Doktor Stubbs’ın açıklamalarına göre bebek anne karnında biraz daha kalabilirdi. O gece doktor odasına çekildikten sonra Dük duruma el koyarak karısının kalçalarının altına başka bir yastık daha yerleştirdi. Zavallı Düşes tam bir ay boyunca yirmi derecelik açıyla yatmak zorunda kaldı.
Ve nihayet beklenen an geldi. Şatodakilerin çoğu bir varis arzu eden Dük için dua ederken bazıları da karnı kocaman olmasına rağmen bünyesi gittikçe zayıf düşen Düşes için dua ediyordu. Çok da fazla umutlanmak istemiyorlardı, ne de olsa Düşes daha önce iki ölü bebek doğurmuştu. Ayrıca sağlıklı bir doğum gerçekleşse bile bebeğin kız olma olasılığı da vardı.
Düşesin gittikçe yükselen çığlıkları karsısında daha fazla dayanamayan Dük, hekimin ve ebenin tüm itirazlarına rağmen karısının odasına girdi. Ortalık kan golüne dönmüştü, yine de Dük bebeğin cinsiyeti açıklandığında orada bulunmakta kararlıydı.
Önce bebeğin kafası göründü, ardından omuzları. Düşes acı içinde kıvranarak, bebeği dışarı itmeye çalışırken odadaki herkes ona doğru eğilmiş, çıkacak bebeği görmeye çalışıyordu.
Ve en sonunda, Dük anladı ki gerçekten bir Tanrı vardı ve Basset’lere hala yukarıdan gülümsüyordu. Dük, bebeği temizlemesi için ebeye birkaç dakika izin verdi, sonra küçük oğlunu kolları arasına aldı ve onu merakla bekleyenlere takdim etmek için salona doğru yürüdü.
“Bir oğlum oldu,” diye gururla ilan etti. “Kusursuz bir bebek!”
İçleri rahatlamış olan hizmetkârlar bir yandan gülüp bir yandan ağlarken. Dük kucağındaki minik konta baktı ve “Sen mükemmelsin. Sen bir Bassetsin. Sen benimsin.” dedi.
Dük sağlıklı bir oğlu olduğunu herkese ilan etmek için bebeği dışarı çıkarmak istedi, fakat nisan ayının hafif esintisi buna mani oluyordu; oğlunu ebeye teslim etti ve onun annesinin yanına götürülmesine izin verdi. Sonra en değerli atlarından birine bindi ve bahtının bu kadar açık oluşunu tüm köy halkına haykırarak duyurmaya başladı.
Aynı esnada, doğumdan sonra kanaması bir türlü durmayan zavallı Düşes bilincini kaybetti, kısa bir süre sonra da sessizce öbür dünyaya göçtü.
Dük karısının yasını tuttu. Bunu gerçekten yaptı. Birbirlerini sevmemişlerdi ama garip bir biçimde dostluk kurmuşlardı. Dük’ün bu evlilikten beklediği tek şey bir erkek çocuk, bir veliaht olmuştu, karısı da ölmek pahasına da olsa onun bu isteğini yerine getirmişti. Dük, mevsim ne olursa olsun, karısının mezarının başına her hafta taze çiçekler koyulmasını emretti, ayrıca eşinin portresini büyük salondan kaldırıp merdivenlerin yan tarafından uzanan hole geçirerek eşini onurlandırmış oldu.
Sonra da hayatının geri kalanını oğlunu gerçek bir koni olarak yetiştirmeye adadı.
Aslında ilk sene içinde yapılacak çok da fazla bir şey yoktu. Bebek, toprak yönetimi ve sorumluluğu hakkında ders vermek için fazlasıyla küçüktü, bu yüzden Dük, Simon’u dadısının eline bırakıp, Londra’ya, çocuk olmadan önceki hayatına geri döndü, tek fark herkesi hatta kralı bile oğlunun portresine bakmaya zorlamasıydı.
Dük ara sıra Clyvedon’u ziyaret ediyordu, fakat oğlunun ikinci yaş gününden sonra temelli şatoya yerleşti. Genç kontun eğitimini de ele almaya kararlıydı. Oğlu için küçük bir tay satın alındı ve ilerleyen zamanlarda çıkacakları tilki avlarında kullanılmak üzere bir de silah seçildi, ayrıca onun her konuda bilgi sahibi olabilmesi için özel öğretmenler tutuldu.
Bunlara karşı çıkan Dadı Hopkins, “Tüm bunlar için daha çok ufak!” diyerek tepkisini dile getirdi.
Hastings küçümser bir şekilde “Saçmalık,” diyerek ona karşılık verdi. “Tabii ki tüm bu konulara hemen hakim olmasını beklemiyorum, lakın bir dükün eğitimine başlanması için geç kalınmaması gerekiyor.”
Dadı “O bir dük değil,” diye geveledi.
“Ama olacak.” Hastings dadıya arkasını döndü ve yerde legolarıyla şato inşa etmekte olan oğlunun yanına eğildi. Dük birkaç aydır Clyvedon’a uğramamış olduğundan oğlunun gelişimi onu memnun ediyordu. Parlak kahverengi saçlı, mavi gözlü, sağlıklı bir oğlandı.
“Orada ne inşa ediyorsun, oğlum?”
Simon gülümsedi ve eliyle yapmakta olduğu şatoyu işaret etti.
Hastings kafasını kaldırıp Dadı Hopkins’e baktı. “Konuşamıyor mu?”
Bakıcı kafasını hayır anlamında salladı. ‘”Henüz değil, efendim.”
Dük kaşlarını çattı. “İki yaşında. Konuşuyor olması gerekmiyor mu?”
“Bazı çocukların konuşması diğerlerinden daha uzun sürebiliyor, efendim. Oğlunuz son derece zeki bir çocuk.”
“Öyle olduğu kesin. Ne de olsa o bir Basset.”
Dadı, Dükün söylediklerim onaylayarak başını salladı. Dük Basset’lerin üstünlüğünden bahsettiğinde dadı ona her zaman aynı tarzda yaklaşırdı. Dadı “Belki de…” dedi “henüz söylemek istediği her hangi bir şeyi yoktur.”
Dük tatmin olmamış görünse de Simon’un eline oyuncak bir asker tutuşturdu, başını okşadı ve Lord Worth’dan yem satın aldığı kısrakla gezinti yapmak için evden ayrıldı.
Aradan iki yıl geçti ve Dük ilk zamanlardaki kadar iyimser değildi.
“Neden konuşmuyor?” diye bağırdı.
Dadı ellerini oğuşturarak “Bilmiyorum,” dedi.
“Ne yaptın ona’”
“Ben bir şey yapmadım!”
Dük parmağını oğlunun bulunduğu tarafa doğru sallayarak, “Vazifeni düzgün bir şekilde yerine getiriyor olsaydın, oğlum şimdi konuşuyor olurdu,” dedi.
Küçük masasında oturmuş harfleri kâğıda geçirmeye çalışan Simon, başını kaldırıp ilgiyle konuşmaları dinliyordu.
“Bu çocuk dört yaşında, lanet olsun!” diyerek bağırdı. “Konuşabiliyor olmalıydı.”
Dadı hemen “Ama yazabiliyor,” dedi. “Beş çocuk büyüttüm, ama onlardan hiçbiri küçük Simon kadar harflere hakim değildi.”
“Konuşamıyorsa çok iyi yazı yazmasının ona ne gibi bir faydası dokunabilir ki!” Hastings öfke dolu bakışlarını Simon’a çevirdi. “Kahretsin, konuş benimle!”
Simon korkudan alt dudağı titreyerek geri çekildi.
Dadı ansızın bağırarak “Efendim!” dedi. “Çocuğu korkutuyorsunuz!”
Hastings öfkeyle kadına döndü. “Belki de çocuğun korkutulmaya ihtiyacı var. Delki de ona daha disiplinli yaklaşmak gerekiyor. İyi bir ceza konuşmasına yardımcı olabilir.”
Dük dadının Simon’un saçlarını taramakta kullandığı gümüş saplı fırçayı kaptı ve oğluna yöneldi. “Seni konuşturacağım, seni küçük aptal.”
“Hayır!”
Dadının soluğu kesildi. Dük ise elindeki fırçayı düşürdü. İlk defa Simon’un sesini duyuyorlardı.
Dük gözleri dolarak, usulca “Ne dedin sen?” diyerek sordu.
Simon bedeninin iki yanında yumruklarını sıkmış, küçük çenesini de öne doğru uzatmıştı. “Sakın bana vvvuu…”
Dükün beti benzi attı. “Ne diyor?”
Simon yeniden konuşmaya çalıştı. “Ssss”
Dük dehşete kapılarak birden “Ulu Tanrım,” dedi. “Bu çocuk gerizakalı.”
Dadı kollarını çocuğun boynuna dolayarak “O gerizakalı değil!” diye bağırdı.
“Sassssakın bana,” Simon derin bir nefes alarak devam etti “vvvvurma.”
Hastings başını ellerinin arasına alarak pencerenin yanındaki sandalyeye adeta çöktü. “Ben bunu hak edecek ne yaptım? Bunu hak edecek ne yapmış olabilirim ki…”
Dadı Hopkins Dükü hafifçe azarlar gibi “Çocuğunuzla gurur duymalısınız!” dedi. “Dört yıldır onun konuşmasını bekliyordunuz ve…”
Hastings kendini kaybetmiş gibi bağırarak “ve o bir gerizekalı!” dedi. “Lanet olasıca bir aptal!”
Simon ağlamaya başladı.
Dük öfke içinde sızlanarak “Hastings soyunun sürekliliğini sağlayacak olan bu çocuk mu?” dedi. “Bunca yıl bir veliaht için dua ettim ama şimdi hepsi boşa gitti. Ünvanımın kuzenime geçmesine razı olmalıydım.” Dük, huzurunda güçlü görünmeye çalışarak ıslak gözlerini ellerinin tersiyle silen küçük çocuğa arkasını döndü. İç çekerek “Ona bakamıyorum bile,” dedi. “Ona bakmaya tahammül dahi edemiyorum.”
Dük bunun üzerine ağır ağır ilerleyerek odadan çıktı.
Dadı Hopkins küçük çocuğa sarıldı. Kulağına fısıldayarak “Sen gerizekalı bir çocuk değilsin,” dedi. “Sen şimdiye kadar gördüğüm en akıllı çocuksun. Biliyorum ki düzgün bir şekilde konuşmayı da öğreneceksin.”
Simon dadısının şefkatli kollarına sığındı ve hıçkırıklara boğuldu.
Dadı “Ona göstereceğiz,” diyerek yemin etti. “Yapacağı son şey olsa da ona yanıldığını kanıtlayacağız.”
Dadı Hopkins sözünü tutuyordu. Dük Hastings Londra’ya taşınmış ve çocuğu yokmuş gibi bir hayat sürmeye başlamıştı, dadı ise bu süreç içerisinde tüm vaktini Simon’a konuşmayı Öğreterek geçiriyordu. Simon bir kelime ya da bir heceyi doğru telaffuz ettiğinde onu övüyor, başaramadığında ise cesaret verici sözlerle onu yüreklendiriyordu.
Gelişimi yavaş da olsa Simon’un konuşması gittikçe düzeliyordu. Altı yaşına geldiğinde kekeliyor olsa da biraz daha iyi konuşabiliyordu. Sekiz yaşında ise takılmaksızın bütün cümleleri kurabiliyordu. Sinirli ve gergin olduğu zamanlarda sorunlar yaşamaya devam etse de dadısı ona isterse kelimeleri bir nefeste söyleyebileceğini, bunun için sakin olması ve kendine güvenmesi gerektiğini sık sık hatırlatıyordu.
Fakat Simon kararlı olduğu kadar akıllı ve inatçı bir çocuktu. Her cümleden önce derin bir nefes almayı, sarf edeceği kelimeleri telaffuz etmeden önce düşünmeyi öğrenmişti. Düzgün konuştuğu zaman ağzının içindeki kelimeleri hissediyor, hata yaptığında ise neyin yanlış gittiğini fark edebiliyordu.
Sonunda, on bir yaşına geldiğinde, düşünceli bir şekilde Dadı Hopkins’e dönerek “Sanırım . gidip babamı görmemizin zamanı geldi” dedi.
Dadı ona dikkatlice baktı. Dük tam yedi yıldır oğlunu görmemişti. Hatta Simon’un ona yolladığı mektuplardan birine bile cevap yazmamıştı.
Sımon babasına neredeyse yüzden fazla mektup yollamıştı.
Dadı “Emin misin?” diye sordu.
Simon evet anlamında başını salladı.
“Pekâlâ, o zaman. At arabasını hazırlattırayım. Londra’ya gitmek için yarın sabah yola çıkarız.”
Yolculuk bir buçuk gün sürdü. Araba Basset Malikânesine vardığında neredeyse akşam olmuştu. Simon şaşkınlıkla kalabalık Londra sokaklarına bakarken Dadı Hopkins onu merdivenlere yöneltti. Her ikisi de Basset Malikânesi’ni daha Önce hiç ziyaret etmemişlerdi, bu yüzden dadı kapıyı çalmakla çalmamak arasında tereddüt etti.
Kapı birkaç saniye sonra hızla açıldı ve kendilerine tepeden bakan iri yan bir uşakla karşı karşıya kaldılar.
Uşak onları gördüğünde kapıyı kapatmak için harekete geçerken “Teslimatlar,” dedi “arka kapıdan yapılır.”
Uşağın kapıyı kapatmaması için ayağım kapının arasına sokan dadı bir solukta “Kapıyı açın!” dedi. “Biz hizmetçi değiliz.”
Uşak küçümseyici bir ifadeyle kadının üzerindeki giysilere baktı.
“Yani ben öyleyim fakat çocuk değil.” Simon’u kolundan tutup Öne çıkardı. “Bu, Kont Clyvedon, ona karşı saygılı olmanız sizin yararınıza olur!”
Uşağın ağzı şaşkınlıktan bir karış açık kalmıştı ve konuşmasına başlamadan evvel gözlerini birkaç kez kırpıştırarak, “Bildiğim kadarıyla Kont Clyvedon ölmüştü,” dedi.
“Ne diyorsunuz siz?” Bakıcı keskin bir çığlık attı.
“Gördüğünüz gibi hayattayım!” diyerek araya giren Simon yaşının verdiyi dik başlılıkla uşağa aniden karşı çıktı.
Simon’un yüzünü inceleyen uşak, onda Basset’lerin keskin hatlarını görünce, bu garip ikiliyi içeri almak için kenara çekildi.
“Neden benim öldüğümü sssasanıyorsunuz?”diye soran Simon, bir yandan da kekelediği için kendine kızıyordu, yine de buna şaşırmıyordu çünkü kızgın olduğu zamanlarda dilinin sürçmesi kaçınılmazdı, bunu biliyordu.
Uşak “Buna ben cevap veremem,” diyerek onu yanıtladı
“Pekala verebilirsiniz,” diye karşı çıktı dadı. “Bu yaştaki bir çocuğa böyle bir şey söyleyip sonra da açıklama yapmaktan kaçınmanız biç de doğru değil!”
Uşak bir an sessizliğe gömüldü, ardından “Etendim yıllardır sizden hiç bahsetmedi. Son duyduğumda artık bir oğlu olmadığını söylemişti. Bunu dile getirirken ciddi anlamda acı çeker gibi göründüğünden bizler de ona soru sormadık. Biz yani hizmetkârlar sizin öldüğünüzü düşünmüştük.”
Simon çenesinin kilitlendiğini hissetti, ağlamamak için kendini zor tutuyordu.
Dadı “Oğlu için yas tutması gerekmez miydi?” diyerek uşağa sordu. “Hiç bunu düşünmediniz mi? Babası matemde değilse oğlunun öldüğünü nasıl düşünürsünüz?”
Uşak omuz silkti. “Efendimiz zaten çoğunlukla siyah giyer. Yas tutması onun görünümünde bir değişiklik yapmayacaktı.”
Dadı “Bu bir rezalet!” diyerek bağırdı. “Sizden dükü derhal çağırmanızı istiyorum.”
Simon tek kelime etmedi. Duygularını kontrol altında tutmakta zorlanıyordu. Ama bunu yapmak zorundaydı, bu kadar öfkeliyken babasıyla konuşabilmesinin hiçbir yolu yoktu.
Uşak başını salladı. “Efendim üst katta. Kendisine geldiğinizi hemen haber vereceğim,”
…..
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYüreğe Söz Geçmiyor
- Sayfa Sayısı368
- YazarJulia Quinn
- ISBN9944820813
- Boyutlar, Kapak 14x22 cm, Karton Kapak
- YayıneviEpsilon / 2008
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bir Kadının Seks Günlüğü ~ Valerie Tasso
Bir Kadının Seks Günlüğü
Valerie Tasso
Bir Kadının Seks Günlüğü iyi bir aileden gelme, işletme mezunu, başından geçen cinsel ilişkiler dolayısıyla yaşadığı önemli dönüşümü anlatan Fransız bir kadının gerçek yaşam...
- Memeler Ve Yumurtalar ~ Mieko Kawakami
Memeler Ve Yumurtalar
Mieko Kawakami
“Her okura yaşamının anlamını sorgulatan, sivri olduğu kadar büyüleyici bir roman. Roman kahramanı kesinlikle yaşıyor, sahiden nefes alıp veriyor.” – Haruki Murakami Otuz yaşındaki...
- Gördüğüne Asla İnanma ~ Mario Mazzanti
Gördüğüne Asla İnanma
Mario Mazzanti
“Ben saf aşkın, Tanrı korkusunun, bilginin ve kutsal umudun anasıyım.” “Öldürüp hayat verenim ben ve hiç kimse bensiz kurtuluşa eremez.” Ünlü bir psikiyatrist merakı...