Heinrich Böll, İkinci Dünya Savaşı yıllarını anlattığı eserlerinde, anlamsız yere ölüme giden, katılmak zorunda bırakıldıkları savaşı gönülsüz sürdüren insanların korkularını, nefretlerini ve savaşın onların yazgılarını nasıl çizdiğini anlatır. Yolcu, Sparta’ya Varırsan Eğer’de yer alan öyküler, savaş alanlarında değil de okuldan bozma hastanelerde, tıklım tıklım askerle dolu trenlerde, istasyonlarda, bombalanmış kentlerde, yoksul evlerdeki küçük insanların acılarını dile getiriyor. Böll, bu öykülerinde yalın ve rahat diliyle okuyucuyu hiç zorlamadan, gereksiz süslemelere ihtiyaç duymadan savaş yılları ve sonrasının atmosferini ve duyguları ustaca aktarıyor. Yolcu, Sparta’ya Varırsan Eğer, adı dile getirilmeyen büyük bir savaşta küçük roller oynayan adsız insanların yaşamlarına davet ediyor okuyucuyu. Yıkıma tanık olanların, hiçlikte var olmaya çabalayanların yaşamlarına…
İçindekiler
Mesaj ……………………………………………………………………… 11
Uzun Saçlı Arkadaş …………………………………………………… 17
Bıçaklı Adam……………………………………………………………. 23
Ağaçlıklı Yolda Yeniden Buluşma ………………………………… 37
Biz Süpürgeciler……………………………………………………….. 47
Ne İşgüzarlık!…………………………………………………………… 53
Bacağımın Değeri……………………………………………………… 59
Çocuklar da Sivildir ………………………………………………….. 63
Veda……………………………………………………………………….. 67
Köprüde ………………………………………………………………….. 71
Karanlıkta………………………………………………………………… 75
Petöcki’de Kafayı Bulmak…………………………………………… 85
Mumlar Meryem Ana İçin………………………………………….. 91
Levazımcılar…………………………………………………………… 105
Haydi, Kalksana, Kalk Ne Olur… ………………………………. 111
Yolcu, Sparta’ya Varırsan Eğer… ……………………………….. 115
Köprü Üzerinde ……………………………………………………… 127
Lohengrin’in Ölümü ……………………………………………….. 133
Oltanın Ucunda ……………………………………………………… 145
Bizim Tatlı, Kadim Renée’miz…………………………………… 155
Drüng’le Yeniden Karşılaşma…………………………………….. 163
Benim Kederli Yüzüm ……………………………………………… 175
O Zamanlar Odessa’da…………………………………………….. 183
İş İştir……………………………………………………………………. 189
X’teyken ……………………………………………………………….. 195
Mesaj
İnsana, demiryollarının niçin tutup tam da orada bir tren istasyonu kurduğunu sordurtan, sonsuzluğun birkaç pis evin ve yarı yıkık fabrikanın üzerinde donup kalmış gibi göründüğü; etrafını ebedi bir verimsizliğe lanetli tarlaların çevrelediği; tek bir ağaç, hatta bir kilise kulesi bile görünmediği için umarsız oldukları anında anlaşılan o yerleri, o pislik yuvalarını bilir misiniz? Treni nihayet, nihayet tekrar harekete geçiren kırmızı kasketli adam, üzerinde iddialı isimlerin bulunduğu büyük bir tabelanın altında gözden kayboluyor ve insan ona sadece ve sadece on iki saat boyunca sıkıntıyla örtünmüş bir şekilde uyuklaması için para ödendiğini düşünüyor. Kimsenin uğramadığı ıssız tarlaların üzerinde kasvetli bir gökyüzü.
Buna rağmen trenden inen tek kişi ben değildim; büyük, kahverengi bir paket taşıyan yaşlı bir hanım benim yanımdaki kompartımandan indi, fakat ben küçük, pis istasyondan çıktığımda sanki yer yarılmış da içine girmişti ve bir an ne yapacağımı bilemedim, çünkü etrafta yol soracağım bir kimse görünmüyordu. Kırmızı pencereleri ve solmuş renksiz perdeleriyle birkaç tuğla ev, içlerinde yaşanması mümkün değilmiş gibi görünüyordu ve sokak izlenimi veren bu yer boyunca yıkılacakmış gibi görünen kara bir duvar uzanıyordu. Bu karanlık duvara doğru yürüdüm, çünkü o ölü evlerden birinin kapısını çalarım, diye korktum. Sonra köşeyi döndüm ve üzerinde “lokanta” yazılı, neredeyse okunmayacak kadar pis bir tabelanın hemen yanında açık ve seçik olarak mavi zemin üzerinde beyaz harflerle “anacadde” yazısını gördüm. Yine ön cepheleri eğrilmiş birkaç ev, dökülen sıvalar ve karşı sıra boyunca umarsızlık ülkesine bir bariyer gibi uzanan penceresiz, kasvetli fabrika binasının duvarı. Basitçe içgüdülerimi izleyerek sola döndüm ama yerleşim orada aniden bitiyordu; duvar yaklaşık on metre daha devam ediyor, sonra belli belirsiz yeşil bir pırıltı yayarak bir yerlerde gri ufukla birleşen düz, kurşuni bir tarla başlıyordu ve içimde, sanki biteviye umutsuzluğun tekinsizce çağıran bu suskun derinliğine çekilmeye lanetlenmişim de dipsiz bir uçurumun kıyısında duruyormuşum gibi, sanki dünyanın sonundaymışım gibi korkunç bir duygu vardı.
Solda, işçilerin paydostan sonra yaptıklarını düşündürten bastırılıp ezilmiş gibi duran küçük bir ev gördüm. Sendeleyerek neredeyse sallanarak oraya yöneldim. Üstü çıplak bir yabangülü çalısıyla örtülmüş içe dokunacak perişanlıkta bir kapıdan geçtikten sonra numarayı gördüm ve doğru yerde olduğumu anladım.
Boyaları çoktan dökülmüş yeşilimsi panjurlar sanki yapıştırılmış gibi sımsıkı kapalıydı; oluğuna elimle yetişebildiğim alçak dam, paslı teneke parçalarıyla yamanmıştı. Karanlığın ufkun kıyısında önü alınamaz ve kurşuni yayılmasından önce bir an durakladığı o saatte, sözle anlatılmaz bir sessizlik hâkimdi. Evin kapısı önünde bir an durakladım ve şimdi bu eve girmek üzere burada durmak yerine ölmüş olmayı diledim, daha o zaman… Kapıyı çalmak için elimi kaldırmak üzereyken içeriden cilveli bir kadın kahkahası duydum. Açıklanması mümkün olmayan ve ruh halimize göre bizi ya rahatlatan ya da yüreğimizi daraltan türden bir kahkaha. Her halükârda bu şekilde ancak yalnız olmayan bir kadın gülebilirdi. Tekrar durakladım ve içimde, çökmekte olan karanlığın şimdi geniş tarlanın üzerinde asılı duran ve beni ısrarla çağıran kurşuni sonsuzluğuna kendimi bırakmak için yakıcı, yırtıcı bir istek kabardı… ve son gücümle kapıyı şiddetle çaldım.
Önce sessizlik, sonra fısıltılar ve ayak sesleri, terliklerin çıkardığı hafif sesler ve sonra kapı açıldı ve ben üzerimde, Rembrandt’ın kasvetli resimlerini en ücra köşesine kadar aydınlatan o tarifi imkânsız ışığın yaptığı etkiyi bırakan sarışın, şen bir kadın gördüm. Bu kurşuni ve siyah sonsuzluğu içinde karşımda bir ışık gibi kızılımsı sarımsı parıldıyordu. Hafif bir çığlıkla geri çekilerek titreyen elleriyle kapıyı tuttu; fakat ben asker kepimi çıkarıp da kısık sesle, “İyi akşamlar,” dediğimde tuhaf biçimde yüzündeki belli belirsiz korku kasılması çözüldü ve sıkıntıyla gülümseyerek, “Buyurun,” dedi. Arkasında, kaslı bir erkeğin holün loşluğu içinde belirsizleşen silueti belirdi. “Frau Brink’i görmek istiyorum,” dedim alçak sesle. “Buyurun,” diye tekrarladı aynı ifadesiz ses tonuyla ve asabiyetle içerideki bir kapıyı açtı. Erkek silueti karanlıkta gözden kayboldu. Yoksul mobilyalarla tıka basa dolu ve kötü yemekle çok kaliteli sigaraların kokusu sinmiş gibi gelen küçük bir odaya girdim. Beyaz elini hızla elektrik düğmesine doğru uzattı ve ışık üzerine düştüğünde solgun ve dağınık göründü, neredeyse ceset gibi, sadece kızıla çalan sarı saçları canlı ve sıcaktı. Koyu kırmızı giysisini, düğmeleri sımsıkı kapalı olmasına rağmen dolgun göğüslerinin üzerinde gerginlikle kavramış tutuyordu – neredeyse onu bıçaklayacağımdan korkar gibi bir hali vardı. Deniz mavisi gözlerindeki bakış, sanki korkunç bir yargıyı dinleyeceğinden emin, mahkeme önünde beklercesine dehşet ve ürküntü doluydu.
Duvarlardaki ucuz baskılar, o yapmacık resimler bile suç ilanları gibi görünüyorlardı.
“Korkmayın,” dedim zorlukla ve anında bunun seçebileceğim en kötü başlangıç olduğunu hissettim; fakat ben daha sözüme devam edemeden o garip sakinlikte bir ses tonuyla konuştu: “Her şeyi biliyorum, o öldü… öldü.” Ben sadece başımı sallayabildim. Sonra kalan birkaç parça eşyayı vermek üzere elimi cebime uzattım, fakat holden kaba bir ses duyuldu: “Gitta!” Çaresizlikle bana baktı, sonra kapıyı açıp tiz bir sesle bağırdı: “Beş dakika bekleyiver, lanet olası!” Ve kapıyı gürültüyle çarparak tekrar kapatırken ben adamın ödlekçe sobanın arkasına sindiğini görür gibi oldum. Kadın gözlerinde gururlu, neredeyse muzaffer bir ifadeyle bana baktı.
Nikâh yüzüğünü, saati ve içinde fotoğrafların olduğu kilitli defteri yeşil kadife masa örtüsünün üzerine yavaşça bıraktım. O an birden bir hayvan gibi vahşice ve korkunç bir sesle hıçkırdı. Yüz hatları tamamen dağılmıştı, bir sümüklüböcek gibi yumuşak ve şekilsizdi; kısa, etli parmaklarının arasından küçük gözyaşı damlaları yuvarlanıyordu. Kendini kanepeye bırakarak sol eliyle o zavallı nesnelerle oynarken sağ kolunu masaya dayadı. Anılar binlerce kılıç halinde içine saplanmış gibiydi. O zaman savaşın asla bitmeyeceğini anladım, bir yerlerde hâlâ açmış olduğu yaralar kanadığı sürece savaş asla bitmeyecekti.
Her şeyi, bütün tiksintiyi, korkuyu ve umarsızlığı gülünç bir yük gibi üzerimden atarak elimi sarsılmakta olan dolgun omzuna koydum ve şaşkın yüzünü bana çevirdiğinde hatlarında ilk kez o zamanlar defalarca bakmak zorunda kaldığım o tatlı, sevecen kızın resmiyle bir benzerlik gördüm.
“Nerede oldu – oturun lütfen, doğuda mı?” Her an tekrar gözyaşlarına boğulabileceğini görüyordum.
“Hayır… batıda, tutsak düştüğümüzde… yüz binden fazlaydık…”
“Peki ne zaman?” Bakışları gergin, dikkatli ve olağanüstü canlıydı, tüm yüzü gerilmiş ve gençleşmişti – sanki hayatı vereceğim cevaba bağlıymış gibi.
“45 Temmuzu’nda,” dedim alçak sesle.
Bir an düşünür gibi oldu ve gülümsedi – çok saf ve masumaneydi ve ben niçin gülümsediğini tahmin ettim.
Fakat birden ev üstüme yıkılacakmış gibi hissederek ayağa kalktım. Tek bir söz söylemeden kapıyı açarak bana tutmak istedi, fakat ben o önden çıkıncaya kadar ısrarla bekledim; küçük ve biraz tombul elini uzatarak kuru bir hıçkırıkla konuştu: “Onu o zaman –üç yıl önce– istasyonda uğurladığımda biliyordum, biliyordum.” Sonra çok alçak bir sesle ilave etti: “Beni hor görmeyin.”
Bu söz yüreğime kadar işledi. Tanrım, bir yargıç gibi mi görünüyordum? Ve o engellemeye fırsat bulamadan bu küçük, yumuşak eli öptüm, hayatımda ilk kez bir kadının elini öpüşümdü bu.
Dışarıda hava kararmıştı ve ben korkudan donmuş gibi, kapanan kapının önünde kalakaldım. O zaman içeriden gelen hıçkırıklarını duydum. Yüksek sesle ve kendini dizginlemeden ağlıyordu, kapıya yaslanmıştı, aramızda sadece ahşabın kalınlığı kadar mesafe vardı ve o an gerçekten de evin üzerine yıkılıp onu gömmesini diledim.
Sonra ağır ağır ve büyük bir dikkatle yeri yoklayarak istasyona döndüm, çünkü her an bir çukura düşmekten korkuyordum. Ölü evlerde cılız ışıklar yanıyordu ve kasaba iyice büyümüş gibiydi. Kara duvarın arkasında bile sonsuz büyüklükte avluları aydınlatırmış gibi duran küçük ışıklar görüyordum. Yoğun ve ağır bir hal almıştı karanlık, sis çökmüşçesine dumanlı ve nüfuz edilmez görünüyordu.
Cereyanlı minik bekleme salonunda benden başka bir de titreyerek bir köşede büzülen yaşlıca bir çift vardı. Ellerim ceplerimde, kasketimi kulaklarımın üstüne indirip uzun süre bekledim; rayların tarafından soğuk geliyordu ve gece muazzam bir ağırlık gibi giderek daha da aşağıya çöküyordu.
“Birazcık daha ekmek ve bir parça da tütün alabilseydik,” diye mırıldandı arkamda adam. Ve ben, rayların uzaklarda mat ışıkta daralan paralelliğini görmek için durup durup eğilerek bakıyordum.
Fakat o sırada kapı sertçe açıldı ve kırmızı kasketli, işgüzâr suratlı adam sanki büyük bir istasyonun bekleme salonunda bağırır gibi bağırdı: “Köln treninin doksan beş dakika gecikmesi var!”
O an kendimi hayat boyu hapse mahkûm edilmiş gibi hissettim.
UZUN SAÇLI ARKADAŞ
Tuhaftı: Baskın başlamadan beş dakika önce içimi bir güvensizlik duygusu sardı… ürkekçe etrafıma bakındım, Ren kıyısından ağır ağır istasyona doğru yürüdüm ve evlerin çevresini sarıp çıkışı engelleyerek arama yapmaya başlayan kırmızı kasketli polislerin küçük arabalarının hızla yaklaştığını gördüğümde hiç şaşırmadım. Her şey büyük bir hızla oldu. Ben çemberin dışındaydım ve sükûnetle bir sigara yaktım. Her şey öylesine sessizce olup bitti. Bir yığın sigara sokağa döküldü. Yazık, diye düşündüm ve o sırada yerde ne kadar nakit para yattığını hesaplamak için elimde olmadan bir tahminde bulundum. Ele geçirdikleri adamları kamyona tıktılar. Franz da aralarındaydı… bana uzaktan çaresizlikle bir işaret yaptı. “Kader,” demek ister gibiydi. Polislerden biri bana doğru dönünce oradan uzaklaştım. Fakat ağır ağır, çok ağır. Tanrım, ya beni de götürürlerse! Eve dönmeye hevesim kalmamıştı artık, ben de yavaş yavaş istasyona doğru yola devam ettim. Bastonumla yolda duran küçük bir taşı ittim. Güneş ısıtıyordu ve Ren’den bu tarafa serin, yumuşak bir rüzgâr esiyordu.
Bekleme salonunda iki yüz sigarayı Garson Fritz’e verdim ve parayı arka cebime soktum. Artık üzerimde mal yoktu, sadece kendim için bir paket. Sonra kalabalığa rağmen yine de bir yer bulabildim, bir et suyuna çorba ve ekmek siparişi verdim. Sonra uzaktan Fritz’in tekrar el salladığını gördüm ama kalkmak istemedim. O zaman o, telaşla yanıma geldi. Arkasında çığırtkanı, ufaklık Mausbach’ı gördüm, ikisi de epey heyecanlıydılar. “Adama bak, amma da sakin,” diye başını sallayarak mırıldanan Fritz uzaklaşırken ufaklık Mausbach’a yer açtı. Ufaklık nefes nefeseydi. “Baksana,” diye kekeledi, “baksana… hemen toz olmalısın… evini aradılar ve kokaini buldular… Hay aksi!” Neredeyse tıkanacaktı. Sakinleştirerek omzuna vurdum ve bir 20 mark verdim. “Tamam, tamam,” dedim; o da çekip gitti. Fakat o sırada aklıma bir şey gelince peşinden seslendim: “Baksana Heini,” dedim, “odamdaki kitapları ve paltoyu bir yerde muhafaza edebilir misin, ben iki haftaya kadar tekrar uğrarım, olur mu? Geri kalan eşyalar senin olabilir.” Başını salladı. Ona güvenebilirdim. Bunu biliyordum.
Yazık, diye düşündüm tekrar… 8000 mark, lanet olsun… insan hiçbir yerde güvende değildi, hiçbir yerde. Tekrar yavaşça yerime oturup kayıtsızca elimi cebime uzatırken birkaç meraklı göz beni izledi. Sonra yine kalabalığın uğultusu beni sardı. Hiçbir yerde buradaki gibi, kalabalığın ve bekleme salonunun itiş kakışı içinde olduğu kadar mükemmel biçimde düşüncelerimle baş başa kalamayacağımı biliyordum.
Bir anda bakışlarımın hiçbir şey görmeden, neredeyse otomatik olarak etrafta dolaştığını ve sanki istemim dışında buna mahkûm edilmişim gibi hep aynı noktada takılıp kaldığını fark ettim. Kayıtsız bakışlarımın bir dairenin içinde hep takılıp kaldığı ve sonra hızla hareket etmeye devam ettiği bir nokta vardı. Derin bir uykudan uyanır gibi oldum ve aynı noktaya bu sefer dikkatlice baktım. Benden iki masa ötede açık renk manto giymiş, kara saçlarının üzerine sarımsı kahverengi bir bere takmış bir genç kız, oturmuş gazete okuyordu. Onun sadece hafif eğik oturuşunu, burnunun küçük bir kısmını ve ince, sakin ellerini görüyordum. Bir de bacaklarını, uzun, güzel ve… evet tüyleri alınmış bacaklarını gördüm. Ne kadar bir süre ona baktım bilmiyorum, bazen sayfayı çevirdiğinde bir an yüzünün zarif şeklini görüyordum. Aniden başını kaldırdı ve bir an için iri, kurşuni gözleriyle dosdoğru yüzüme baktı, sonra kayıtsızlıkla okumaya devam etti.
O kısa bakış tam isabet sağlamıştı.
Sabırla ama yüreğimde çarpıntıyla, gazetesini okumayı bitirip masaya yaslanarak tuhaf bir ümitsizlik içinde birasını yudumlamaya başlayıncaya kadar onu göz hapsinde tuttum.
Şimdi yüzünün tamamını görüyordum. Solgundu, çok solgun, ince, küçük bir ağzı, düz, asil bir burnu vardı… fakat gözleri, o büyük, ciddi, kurşuni gözleri! Kara saçları bir yas peçesi gibi dalgalar halinde omuzlarına iniyordu.
Ona ne kadar baktım bilmiyorum; yirmi dakika mı, bir saat mi, yoksa daha fazla mı. O, hüzünlü gözleriyle giderek daha huzursuz, giderek daha kısa bakışlarla yüzümü tarıyordu… böyle durumlarda kızlarda görülmesi olağan öfke değildi yüzündeki. Huzursuzluk, evet… ve korku.
Ah, onu hiç de huzursuz etmek ve korkutmak istemiyordum ama bakışlarımı ondan alamıyordum.
Sonunda hızla ayağa fırladı, eski bir ekmek torbasını omzuna astı ve çabucak bekleme salonunu terk etti. Peşinden gittim. Arkasına bakmadan merdivenden çıkıp turnikeye doğru gitti. Otomatın önünden geçerken gözlerimi ondan hiç ayırmadan alelacele bir bilet çektim. Arayı epey açmıştı ve ben bastonumu kolumun altına sıkıştırıp biraz koşmak zorunda kaldım. Perona çıkan karanlık geçitte onu neredeyse gözden kaybedecektim.
Onu yukarıda bir nöbetçi kulübesinden arda kalan yıkıntıya yaslanmış buldum. Gözlerini raylara dikmiş öylece bakıyordu.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Öykü
- Kitap AdıYolcu, Sparta'ya Varırsan Eğer
- Sayfa Sayısı208
- YazarHeinrich Böll
- ISBN9789750714023
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Beyaz Diş ~ Jack London
Beyaz Diş
Jack London
Beyaz Diş vahşi bir hayvanın gözünden, hem doğal hayata hem de insanların acımasız dün yasına eleştirel bir bakış… Beyaz Diş Alaska’nın sert doğa koşullarında...
- Korkma! İyi Bir Annesin ~ Saniye Bencik Kangal
Korkma! İyi Bir Annesin
Saniye Bencik Kangal
Kim şu en iyi anne dediğimiz kişi? Bebeğini hiç ağlatmayan mı? Çocuğu yemek seçmeyen anne mi en mükemmel, sabaha kadar deliksiz uyuyan mı? Buldum!...
- Veda Vakti Gelmeden ~ Susan Spencer - Wendel
Veda Vakti Gelmeden
Susan Spencer - Wendel
Tanrının lütfu kız kardeşim Stephanie için… MUTLU ADAM Mutlu insan, mutlu ve tek başına, O ki bugüne benim diyebilen O ki yarın kötü olabilir...