Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yolcu
Yolcu

Yolcu

Ulrich Alexander Boschwitz

Ulrich Alexander Boschwitz’in Yahudi soykırımının başlangıcı olarak kabul edilen 1938’deki Kristal Gece sonrasında yaşanan dehşet ve çaresizliği son derece gerçekçi bir üslupla anlattığı Yolcu romanı, insanlık…

Ulrich Alexander Boschwitz’in Yahudi soykırımının başlangıcı olarak kabul edilen 1938’deki Kristal Gece sonrasında yaşanan dehşet ve çaresizliği son derece gerçekçi bir üslupla anlattığı Yolcu romanı, insanlık tarihine damgasını vuracak bu büyük katliam girişimini sıcağı sıcağına aktaran sarsıcı bir kitap.

İlk kez 1939’da İngilizcede basılmış olmasına rağmen, özgün dilinde yeniden keşfedilmesi için seksen yıl beklemek zorunda kalan Yolcu’nun yazarı Boschwitz, bu insanlık suçunun varacağı boyutları daha 23 yaşındayken inanılması güç bir öngörüyle ele alarak döneme dair yazılacak sonraki anlatılardan ayrışan benzersiz bir edebi belge ortaya koyuyor.

Günümüz dünyasının en büyük insani krizlerinden mültecilik ve sığınmacılık olgusuyla paralel bir izlekte ilerleyerek güncelliğinden hiçbir şey yitirmeyen bu etkileyici kitap, dokunaklı ve mucize niteliğinde bir hayata tutunma öyküsünü sayfalarına taşıyan bir sürgün edebiyatı ürünü.

Kasım 1938, Almanya. Toplumun varlıklı ve saygın bir üyesi, aynı zamanda bir savaş gazisi olan Yahudi tüccar Otto Silbermann’ın hayatı, Kristal Gece sonrasında Yahudilere karşı başlatılan kıyımla birlikte altüst olur. İşini, evini, ailesini geride bırakarak işbirlikçilerden kurtarabildiği bir çanta dolusu parayla trenlerde yolculuk ederek rejimin pençesinden kaçmaya çalışır. Bu yolculuklar sırasında Almanya’nın birbirinden farklı insan portrelerinin yanı sıra kendi içsel gerçekliğiyle karşılaşır.

Yaşadıklarının ağırlığıyla bilgeleşmiş ve henüz 27 yaşındayken Almanlar tarafından batırılan bir İngiliz gemisinde yaşamını yitirmiş Boschwitz’in, sıradan hayatların günbegün nasıl korkuyla sarmalandığını bütün sahiciliğiyle kaleme aldığı Yolcu, tarihe iz bırakmış dehşetengiz olaylara tanıklık eden ruhların önünde saygıyla eğiliyor.

“Kötü bir çoğunluğun parçası olmaktansa iyi bir azınlığın parçası olmak yeğdir.”

“Birçok açıdan, mucize niteliğinde. İnsan böylesi bir tempoyla böylesi yoğun bir romanı nasıl yazabilir?” Alex Rühle, SZ Dergisi

“Demirden iradeye sahip bir yazara ait gecikmiş bir sürgün edebiyatı keşfi.” Andreas Kilb, FAZ Dergisi

1. Bölüm 

Becker ayağa kalktı, sigarayı küllüğe bastırdı, ceketini ilikledi ve sağ elini kollayıcı bir edayla Silbermann’ın omzuna koydu. “O hâlde kendine iyi bak Otto. Yarın Berlin’e dönmüş olurum sanırım. Nasılsa herhangi bir durumda bana Hamburg’da telefonla da ulaşabilirsin.” Silbermann başıyla onayladı. “Senden tek bir şey istiyorum,” diye rica etti, “hatırım için kumar oynama, sen aşkta fazla şanslısın. Ayrıca kaybedince giden… bizim paramız oluyor.” Becker sinirli sinirli güldü. “Neden benim param demiyorsun?” diye sordu. “Yoksa ben bugüne dek bir kez olsun…” “Yok, hayır,” diye araya girdi Silbermann aceleyle. “Sadece şaka yaptım, bunu biliyorsun, ama yine de… Sahiden de pervasız davranabiliyorsun. Bir kez oyuna başlayınca kolay kolay bırakmıyorsun, bir de öncesinde şu çeki tahsil edersen…” Cümlesini yarıda kesen Silbermann konuşmasını daha sakin bir ses tonuyla sürdürdü. “Sana güvenim tam. Ne de olsa aklı başında birisin. Yine de kumar masasında bıraktığın paraya yazık gerçekten. Hem artık ortak da olduğumuza göre, ha kendi paranı kaybetmişsin ha benim paramı, ikisi de aynı derecede can sıkıcı .”

Becker’in bir anlığına keyifsizce buruşan babacan ve yayvan suratı aydınlandı. “Birbirimizi kandırmaya gerek yok, Otto,” dedi hoşnutlukla. “Kaybedersem, tabii ki senin paranı kaybedeceğim, benim param yok ki.” Kıkır kıkır güldü. “Ortağız biz,” diye vurguladı Silbermann bir kez daha. “Kuşkusuz,” diyen Becker tekrar ciddileşti. “O hâlde neden benimle hâlâ çalışanınmışım gibi konuşuyorsun?” “Seni gücendirdim mi?” diye sordu Silbermann. Sesine bir parça ironiyle hafif bir ürperti karışmıştı. “Saçmalık,” diye karşılık verdi Becker. “Bizim gibi eski dostlar! Batı cephesinde üç yıl, işbirliği ve dayanışma içinde yirmi yıl… arkadaşım, sen beni gücendiremezsin, en fazla biraz kızdırabilirsin.” Elini tekrar Silbermann’ın omzuna koydu. “Otto, diye açıkladı tok bir sesle. “Şu tekinsiz zamanlarda, bu nereye gittiği belirsiz dünyada tek bir şeye güven var, dostluğa, gerçek erkek dostluğuna! Şunu da sana söylemiş olayım, ihtiyar delikanlı, sen benim için bir erkeksin –bir Alman erkeği, Yahudi değil.” Becker’in densiz ama vurucu sözlere olan düşkünlüğünü bilen ve onun şu biraz kaba, biraz da samimi tarzıyla iç dökeceğim derken treni kaçırabileceğinden endişelenen Silbermann, “Yok yok, ben Yahudi’yim,” dedi. Ancak Becker şu duygusal anlarından birini yaşıyordu ve bunun tek saniyesinden bile feragat etmek istemiyordu.

“Sana bir şey daha söylemeden edemeyeceğim,” diye devam etti, şimdiye kadar içini fazlasıyla sık döktüğü arkadaşının huzursuzluğunu görmezden gelerek: “Ben bir nasyonal sosyalistim. Tanrı şahidimdir ki, seni hiçbir zaman kandırmadım. Diğer Yahudiler gibi bir Yahudi, yani gerçek bir Yahudi olsaydın, belki temsilcin olmaya devam ederdim, ama asla ortağın olmazdım! Yahudi olmamakla övünen biri değilim, hayır kesinlikle değilim, ama sen aslında başkasıyla karışmış bir Ari’sin, bundan eminim. Marne, Yser, Somme ve biz ikimiz, vay arkadaş! Bana kimse gelip senin şey olduğunu anlatamaz…” Silbermann garsona bakındı. “Gustav, trenini kaçıracaksın!” diyerek arkadaşının sözünü kesti. “Tren umurumda değil.” Becker tekrar oturup “Seninle bir bira daha içmek istiyorum,” dedi duygusallıkla.

Silbermann yumruğunu ani ve kısa bir hareketle masaya vurdu. “O zaman yemek vagonunda zıkkımlanmaya devam edebilirsin,” diye üsteledi sinirle. “Benim şimdi görüşmeye yetişmem gerek.” Becker bozulmuşçasına ofladı ve ardından, “Nasıl istersen, Otto,” dedi uysallıkla. “Bir Yahudi düşmanı olsaydım, benimle bu buyurgan tonla konuşmana göz yummazdım. Aslında kimsenin benimle böyle konuşmasına izin vermem! Sen hariç.” Bir kez daha ayağa kalktı, masada duran evrak çantasını aldı ve gülerek, “Bir de Yahudi olacaksın!”dedi. Sahte bir şaşkınlıkla kafasını salladıktan sonra Silbermann’ı bir baş hareketiyle son kez selamlayarak birinci mevkinin bekleme salonundan ayrıldı. Arkadaşı peşinden ona baktı. Silbermann, Becker’in yürürken hafifçe sendelediğini, masalara tosladığını ve fena hâlde sarhoş olduğunda hep yaptığı gibi sopa yutmuşçasına dik durmaya çalıştığını endişeyle fark etti.

İyi gelmedi ona, diye düşündü Silbermann. Keşke temsilcisi olmaya devam etseydi. O zaman güvenilir, sessiz ve terbiyeli biri; çok da iyi bir iş arkadaşıydı. Ama talihi ona iyi gelmedi. Umarım son anda işi batırmaz. Umarım kumar oynamaya gitmez! Silbermann alnını buruşturdu. “Talihi onu beceriksizleştirdi,” diye mırıldandı sıkıntıyla. Az önce gözleriyle boş yere arayıp durduğu garson nihayet çıkageldi. “Acaba burada asıl beklenmesi gereken trenler mi, yoksa garsonlar mı?” diye keskin bir ses tonuyla hesap soran Silbermann, özensizlik içeren ve nezaketsizlik gösteren her şeyden nefret ediyordu. “Affedersiniz,” diye yanıt verdi garson, “İkinci mevkide bir beyefendi, karşısında oturan kişinin Yahudi olduğunu sanıp şikâyette bulundu. Oysa söz konusu kişi bir Yahudi değil, Güney Amerikalıydı, biraz İspanyolca bildiğim için de beni çağırdılar.” “Neyse, tamam.” Silbermann ayağa kalktı. Ağzı incelip ince bir çizgi hâlini alırken gri gözleriyle garsona sertçe baktı. Garson onu yatıştırmaya çalışıp, “Yahudi değildi, gerçekten,” diye yineledi.

Anlaşılan garson müşterisinin katı görüşlü bir partili olduğu kanısındaydı. “Bu beni ilgilendirmez. Hamburg’a giden tren kalktı mı?” Garson perona açılan çıkış kapısının üstünde asılı saate baktı. “Yediyi yirmi geçiyor,” diye sesli düşündü, “Magdeburg’a giden tren tam şu anda kalkıyor. Hamburg’a giden trense yediyi yirmi dört geçe kalkacak. Çok hızlı davranırsanız onu hâlâ yakalayabilirsiniz. Keşke bir gün ben de bir trenin arkasından koşabilsem, ama bizim gibiler…” Garson peçeteyle masa örtüsündeki birkaç ekmek kırıntısını aşağı süpürdü. “Aslında,” diye ileri sürdü az önceki konuya dönerek, “Yahudilere sarı bir kol bandı takma zorunluluğu getirilse, en iyisi olurdu. Böylece en azından karışıklıklar önlenirdi.” Silbermann garsonu süzdü. “Gerçekten bu kadar gaddar mısınız?” diye alçak sesle sordu, ancak daha ağzından dökülürken sözlerinden pişman oldu. Garson söyleneni tam anlamamış gibi ona baktı.

Şaşırdığı açıktı, ancak buna rağmen şüphelenmemişti, sonuçta Silbermann, ırk araştırmacılarının öğretilerine göre Yahudiliği ele veren özelliklerden hiçbirini taşımıyordu. “Bunlar beni hiç ilgilendirmiyor aslında,” dedi garson nihayet dikkatle. “Ama başkaları için iyi olurdu. Örneğin eniştem de biraz Yahudi’ye benziyor, oysa tabii ki bir Ari, ama gelinen noktada bunu sürekli açıklamak ve kanıtlamak zorunda kalıyor. Kimseden sürekli bununla boğuşması beklenemez.” “Evet, sanırım beklenemez,” diye onayladı Silbermann. Ardından hesabı ödeyip gitti. İnanılır gibi değil, diye düşündü, inanılır gibi değil… Tren istasyonundan ayrıldıktan sonra bir taksiye binip eve döndü. Sokaklar insan doluydu, ayrıca birçok üniformalının da olduğunu fark etti. Gazete satıcıları çığırtkanlık yapıyordu; Silbermann gazetelere müthiş bir rağbet olduğu izlenimine kapıldı. Bir an için acaba ben de bir tane alsam mı, diye düşündü,ancak muhtemelen kötü ve büyük ihtimalle de onu hedef alan gelişmeleri gereğinden çok daha erken öğreneceğini öngörerek bundan vazgeçti. Kısa bir yolculuğun ardından, oturduğu evin önüne vardı. Merdivenlerde oyalanan kapıcının karısı Bayan Friedrichs onu nazik bir şekilde selamladı, kadının bu değişmeyen tavrı Silbermann’ı bir bakıma sevindirdi. Kırmızı kadife bir halıyla kaplı mermer merdiveni yukarı tırmanırken bir kez daha –son zamanlarda bu tür düşünceleri alışkanlık hâline getirmişti– varlığının giderek gerçekliğini yitirdiğini fark etti. Sanki bir Yahudi değilmişim gibi yaşıyorum, diye hayret etti. An itibarıyla tehdit altında olsam da bir yandan da hâlen varlıklı ve şimdiye kadar kimsenin dokunmadığı bir vatandaşım.

Peki, bu nasıl oluyor? Altı odalı modern bir dairede yaşıyorsun. İnsanlar seninle onlardan biriymişsin gibi konuşuyor, sana onlardan biriymişsin gibi davranıyor. Vicdanın sızladı sızlayacak hâlde, üstelik aynı zamanda gerçeği, yani Yahudiliğini ve dünden beri farklı biri olduğunu, sana hâlâ eskiden neysen oymuşsun gibi davranan yalancıların gözlerine kati bir şekilde sokmak istiyorsun. Neydim ben? Hayır, neyim ben? Aslında neyim? Görünüşünden küfür olduğu anlaşılmayan iki bacaklı bir küfürüm! Artık haklarım yok, birçokları sadece terbiyeleri gereği ya da alışkanlıktan hâlâ haklarım varmış gibi davranıyor. Bütün varlığım, bu hakları aslında ortadan kaldırmak isteyenlerin zayıf hafızalarına dayanıyor. Beni unuttular… Rütbem çoktan düşürüldü, ancak bu, henüz resmiyet kazanmadı. Silbermann şapkasını kaldırarak dairesinden çıkan Bayan Zänkel’i, “İyi günler, sayın hanımefendi,” diye selamladı.

“Nasılsınız?” diye sordu kadın sevecenlikle. “Esasen iyiyim. Peki, siz nasılsınız?” “Teşekkürler, hâlimden memnunum. Yaşlı bir kadın nasıl olursa, öyleyim işte.” Vedalaşırken elini uzattı. “Sizin için zor zamanlar olmalı,” dedi üzüntüyle, “korkunç zamanlar…” Silbermann minik, nazik bir gülümsemeyle karşılık verdi, temkinli olduğu kadar düşünceli, ne onaylayan ne de karşı çıkan bir gülümsemeydi bu. “Bize tuhaf bir rol biçildi, doğrusu…,” dedi nihayet. “Ama bir yandan da görkemli zamanlardan geçiyoruz,” diyen kadın onu avutmaya çalıştı.

“Size haksızlık yapılıyor olabilir, yine de adil düşünmeli ve anlayışlı olmalısınız.” “Biraz fazla şey istemiş olmuyor musunuz, hanımefendi?” diye sordu Silbermann. “Zaten artık hiçbir şey düşünmüyorum. Bu alışkanlıktan vazgeçtim. Böylece tüm bunlara daha kolay katlanabiliyor insan.” “Size asla bir şey yapmazlar,” diye güvence veren kadın sağ eliyle sıkıca kavradığı şemsiyenin ucunu kararlı bir şekilde merdiven basamaklarından birine vurdu, sanki Silbermann’a kimsenin fazla yaklaşmasına izin vermeyeceğini göstermek ister gibiydi. Ardından yüreklendirici bir edayla başını sallayarak yanından geçip gitti. Silbermann dairesine varır varmaz, hizmetçi kıza, Bay Findler’in gelip gelmediğini sordu. Ondan evet yanıtını alınca da aceleyle şapka ve paltosunu çıkarıp misafirinin onu beklediği sigara odasına girdi.

Theo Findler bir tablonun önünde durmuş, onu epey keyifsiz bir şekilde inceliyordu. Kapının açıldığını duyduğunda telaşla arkasına dönüp odaya girene gülümsedi. “Ee?” diye sordu, bu sırada konuşurken hep yaptığı gibi alnını buruşturmuştu; oluşan derin çizgilerin çok manalı olduğu kanısındaydı. “Nasılsınız bakalım, sevgili dostum? Başınıza bir şey geldi, diye korkmaya başlayacaktım neredeyse. Sonuçta hiç belli olmaz… Son teklifimi kafanızda tartabildiniz mi? Karınız nasıl? Bugün onu hiç görmedim? Demek Becker, Hamburg’a gitti.” Findler derin bir nefes aldı, ne de olsa bu, uzun monologunun daha başıydı. “Çok becerikli kişilersiniz, siz ikiniz! İnsan sizden çok şey öğrenebilir. Becker’in aklı Yahudi gibi çalışıyor. Ha ha, o bu işi kıvıracak, kesinlikle kıvıracak. Aslında şu işe ben de dâhil olmak isterdim, ama geç kaldım, n’apalım, şey… Şu korkunç resimleri de nereden buldunuz? Böyle şeyleri insan duvarına nasıl asar, hiç anlayamıyorum. Hiçbir düzen yok içinde, sizi adi kültür Bolşeviği sizi. Son teklifimi bin mark dahi artıracağımı sanmayın, sakın. Hayatta olmaz, mümkün değil. Siz beni zengin bir adam sanıyorsunuz. Herkes öyle sanıyor. İnsanlar bu fikre nasıl kapıldı, bir bilebilsem. Vergi borcum bile var. Vergi demişken, bana becerikli bir muhasebe denetçisi bulabilir ya da yollayabilir misiniz?

Gerçi biraz ben de anlıyorum bu işten, ama doğru dürüst ilgilenecek zamanım yok. Şu vergiler, şu lanet olası vergiler. Koca Almanya’yı ben mi finanse edeyim yani, söyler misiniz? Ha? Ama siz hiçbir şey söylemiyorsunuz ki. Bir şey mi var? Konuyu düşündünüz mü? Teklifimi kabul ediyor musunuz? Bu arada karınız benden hoşlanmıyor galiba. Hiç ortalarda görünmedi. Anlamıyorum bunu. Geçen akşam size selam vermediğimize mi darıldı yoksa?

Ama arkadaş, bunu yapamazdık ki! Bütün lokanta Nazi doluydu! Karım daha sonra, keşke selam verseydik, diye başımı şişirdi. Ama ona, şu Silbermann fazlasıyla mantıklı bir adam, dedim. Onun yüzünden başımı belaya sokamayacağımı anlayışla karşılayacaktır, mutlaka. Öyle değil mi? Hadi ama Silbermann, söyleyin artık. Evi satmak istiyor musunuz, istemiyor musunuz?” Anlaşılan Findler söyleyeceklerinin sonuna gelmişti, en azından artık ümit dolu bakışlarla Silbermann’ı izliyordu. Sigara masasının başına oturdular, ne var ki Findler kendini koltuğa fazla hızlı bırakmış olmalıydı; bu, acı içindeki ve fazlasıyla dikkat kesilmiş yüz ifadesiyle sağ kalçasını ovuşturmasından belliydi. Sonunda, “Doksan bin,” dedi Silbermann; bu sırada karşısındakinin kendisini şaşırtmak için bilerek çeşit çeşit soru sorup bir sürü şey söylediğinin farkındaydı, ama bunların hiçbirine tepki vermedi. “Otuz bini peşin, kalanı da ikinci dereceden ipotek teminatlı olarak.” Findler oturduğu yerde elektrik akımına kapılmış gibi havaya sıçradı.

“Neden bahsediyorsunuz siz,” diye bağırdı, neredeyse rencide olmuşçasına. “Artık ikimizin de şakayı bir yana bırakma zamanı geldi. Evdeki şu masanın üzerine on beş bin sayarım, duydunuz mu beni? Otuz bin markmış, daha neler! Zaten elimin altında otuz bin markım olsaydı, sizin evinizi almaktan çok daha anlamlı şeyler yapmasını bilirdim, duydunuz mu? Otuz bin markmış!” “Ama sırf fazladan alacağınız kira gelirini hesaplayın bir kere. Satış fiyatı zaten çok komik bir rakam, bu durumda hiç değilse doğru dürüst bir ön ödeme alabilmeliyim. Evin değeri iki yüz bin mark, sizse onu sadece…” “Değeri, değeri, değeri,” diye sözünü kesti Findler. “Sizce benim değerim ne?

Mesele şu ki benim için metelik veren yok. Hiçbir insan değerimi ödeyemez, ama aynı zamanda kimsenin de aklına benim için masaya bin mark saymak gelmez. Beni satmak mümkün değil. Tıpkı eviniz gibi. Ha ha ha, Silbermann, bunu bir arkadaş nasihati olarak kabul edin! Sizden kulübenizi alacağım, bunu ben yapmazsam, devlet yapacak. O size karşılığında altı kâğıt bile vermez.” Yan odadan çalan telefonun sesi geldi. Acaba kendim gidip açsam mı, diye bir an tereddüt ettikten sonra ayağa fırlayan Silbermann, Findler’den özür dileyerek odayı terk etti. Sanırım kabul edeceğim, diye düşündü, ahizeyi kaldırırken. Aslına bakarsan Findler hâlâ nispeten dürüst bir herif sayılır. “Alo, kiminle konuşuyorum?” Arayan uluslararası telefon santraliydi. “Lütfen telefondan ayrılmayınız. Paris’ten isteniyorsunuz,” dedi soğuk sesli bir santral görevlisi. Silbermann heyecanla bir sigara yakıp, “Elfriede,” diye seslendi fazla yüksek olmayan bir şekilde. Tahmin ettiği gibi salonda oyalanan karısı, kapıyı sessizce açıp arkasından tekrar kapattıktan sonra onun yanına geldi.

“Merhaba, Elfriede,” diye onu selamlarken eliyle ahizeyi kapattı, “ben daha beş dakika önce geldim, Bay Findler burada. Onunla görüşmek istemez misin?” Karısı iyice yaklaşmıştı, üstünkörü öpüştüler. “Arayan Eduard,” diye fısıldadı Silbermann, “çok uygunsuz zamanda aradı. Lütfen Findler’le sohbet et, yoksa telefon konuşmamızı dinleyecek. Paris’le görüşmek bile neredeyse suç sayılıyor artık.” “Eduard’a çok selam söyle,” diye rica etti karısı. “Keşke birkaç kelime olsun ben de onunla konuşabilseydim.” “Kesinlikle olmaz,” diye karşı çıktı Silbermann, “hatların hepsi dinleniyor ve sen fazla dikkatsizsin, ağzından laf kaçırırsın.” “En azından oğlumun hâlini hatırını sorabilirim.”

“Hayır, bunu yapamazsın. Beni anla lütfen.” Elfriede ona yalvarırcasına baktı. “Sadece birkaç kelime,” dedi, “merak etme dikkatli olacağım.” “Olmaz,” dedi Silbermann kararlılıkla. “Alo? Alo… Eduard? Merhaba, Eduard…” Eliyle yalvarırcasına sigara odasının kapısını işaret etti. Karısı çıktı. “Beni dinle,” diye sürdürdü konuşmayı Silbermann, “Bizim için izni çıkarabildin mi?” Çok yavaş ve ağzından çıkan her sözcüğü önceden tartarak konuşuyordu. “Hayır,” diye yanıt verdi Eduard hattın diğer tarafında. “Bu inanılmaz zor. İzni alacağınız kesin değil, buna güvenemezsiniz. Her yolu deniyorum, ama…” Silbermann boğazını temizlemek için öksürdü. Daha sert çıkmak zorunda hissetti kendini.

“Bu böyle olmaz,” dedi. “Ya çaba gösterirsin ya da göstermezsin! Meselenin az çok önem arz ettiğinin farkındasındır herhâlde. Şu aciz gevelemelerin benim hiçbir işime yaramıyor.” “Elimde sandığın kadar geniş olanaklar yok, baba,” diye yanıt verdi Eduard sarsılmış hâlde. “Altı ay öncesine kadar bu çok daha kolay olurdu. Ama o zaman istemedin. Sonuçta bu benim suçum değil.” “Konu kimin suçlu olduğu mu?” diye sordu Silbermann öfkeyle. “Senden izni çıkarmanı bekliyorum, bilgiçlik taslamana ihtiyacım yok.” “Ne diyorsun, baba,” diye isyan etti Eduard. “Gökten yıldız toplamamı isteyip onları henüz sana göndermedim diye bana çıkışıyorsun!.. Neyse, nasılsınız? Annem nasıl? Lütfen ona selam söyle. Onunla konuşabilmeyi çok isterdim.” “En kısa zamanda izni çıkar,” diye bir kez daha tembihledi Silbermann. “Başka bir şey istemiyorum! Annen de sana selam söylüyor. Şu anda ne yazık ki seninle konuşması mümkün değil.” “Şey, başaracağım bir şekilde,” diye yanıtladı Eduard. “En azından elimden gelen her şeyi deneyeceğim.” Silbermann ahizeyi yerine koydu.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıYolcu
  • Sayfa Sayısı288
  • YazarUlrich Alexander Boschwitz
  • ISBN9786052349656
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviDelidolu /

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Lazarus ~ Lars KeplerLazarus

    Lazarus

    Lars Kepler

    40 DİLDE 17 MİLYON OKUR Gizemli bir katil Avrupa’nın en azılı suçlularını vahşice öldürür. Polis, iki kurbanın dedektif Joona Linna’yla bağlantısının olduğunu keşfeder. Katilin...

  2. Lost / Yaşam Belirtileri ~ Frank ThompsonLost / Yaşam Belirtileri

    Lost / Yaşam Belirtileri

    Frank Thompson

    Sydney’den Los Angeles’a uçan Oceanic Havayolları’nın 815 sefer sayılı uçağının düşmesiyle, kazadan sonra hayatta kalan 48 yolcu kendilerini, ıssız, tropik ve gizemlerle dolu bir...

  3. Otranto Şatosu ~ Horace WalpoleOtranto Şatosu

    Otranto Şatosu

    Horace Walpole

    Otranto Şatosu, gotik romanın edebiyat tarihinde kabul görmüş ilk örneğidir. Gotik bir mimari ile birleşmiş labirentlerin ve klostrofobik odaların oluşturduğu bütün, Horace Walpole’ün gotik...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur