Kötülüğün tırnakları arasında çırpınan bütün dünyayı düşünüyordu; açgözlülük, inançsızlık, kin salıverilmişti; halklar açlık çekiyor ve üşüyordu, bitip tükenmişlerdi ve artık ölüm istemiyorlardı ancak onları yeni kıyımlar için hazırlıyorlardı yine, yabanlaşsınlar diye korkunç yalanlarla doldurup kızıştırıyorlardı; üstlerinde çıldırmışlığın ve yıkımın yelleri esiyordu… “Yok mu?” diye haykırıyordu içinden Kosmas. “Sevgiyi getirecek yalın ve güzel bir söz yok mu?” Genç ve ihtiraslı yazar Kosmas, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra eşi Noemi’yle birlikte Girit’e döndüğünde bir cennet gibi hatırladığı memleketinin yerinde yıllar süren savaşın tanınmaz hale getirdiği bir ada bulur. Her zaman ters düştüğü babası ölmüştür ve adanın büyük reislerinden dedesi de ölüm döşeğindedir. Kosmas yaşadığı kayıplardan ve karşılaştığı manzaralardan sonra dünyada yeni bir kardeşliği egemen kılacak kişilerin kendisi gibi aydınlar olduğuna karar verir. Yokuş, Nikos Kazancakis’in ölümünden yıllar sonra keşfedilen ve ilk kez 2022’de yayımlanan son romanı. Yazarın kendi deneyimlerinden ve görüşlerinden izler de barındıran bu coşkulu ve melankolik eser, Kazancakis’ten hepimize bir armağan.
“Tanrı’yı nasıl sevmemiz gerekir?”
“İnsanları severek.”
“İnsanları nasıl sevmemiz gerekir?”
“Onları doğru yola çekmeye emek vererek.”
“Doğru yol hangisi?”
“Yokuş.”
BİRİNCİ BÖLÜM
Girit
1
Gün ağarıyordu. Karayel esti ve deniz ürperdi; karadan ince bir kekik kokusu iniyordu ve Kosmas pruvada ayakta, yurdunun koynunu derin derin içine çekiyordu. Önünde sarp kayalar dikiliyordu, yer yer ağaçlar karanlık ediyor ve uzak dağların dorukları gül rengine bürünüyordu. Yirmi yıl önce tüyleri yeni bitmiş yanakları ve ruhuyla buradan nasıl gitmişti ve şimdi nasıl dönüyordu! Kafasını çevirdi; yanı başındaki genç, ufak tefek ve soluk benizli kız, korku dolu kocaman gözleriyle o da ona bakıyordu.
Gülümseyerek, “Girit!” dedi ona ve sevecenlikle omzuna dokundu.
Kız irkildi.
“Evet,” deyip sustu.
“Burada unutacaksın,” dedi kısık bir sesle. “Artık yurdun burası. Unut öbürünü…”
Kız sustuğu için tatlı bir sesle, “Unut öbürünü…” diye yineledi.
“Evet Kosmas…” dedi kız ve yeniden sustu. Sonra birdenbire kolunu yakalayıp kaygıyla sıktı; var olduğundan emin olmak ister gibiydi. Az da olsa yatıştı.
Girit dağlarıyla, zeytinlikleriyle ve bağlarıyla hepten bütünleşiyordu. Uzaktaki Megalo Kastro sabah ışığında aydınlanıyordu. Kekik kokusu giderek artıyordu. Işık artık dağın doruklarından eteklerine doğru iniyor, aşağılara ulaşıyor, dinginlikle dökülüp ovayı bir sel gibi basıyordu. Ağaçlar ayırt edilmeye başladı, horozlar işitildi, dünya uyanıyordu.
Adam kadına doğru eğildi.
“Şimdi baba ocağıma girince,” dedi kısık bir sesle, “lütfen kendini tut ve korkma. Hep yanında olduğumu düşün, her zaman. Anam ermiş bir kadındır, seni sevecektir; kız kardeşim, bilmen gerekiyor ki…” derken sustu ve öfkeyle kaşlarını çattı.
“Neyi?” diye sorup adama kaygıyla baktı kız.
“On iki yaşına girince, bizim kocamış ona seslenip:
‘Dış kapının eşiğini aşmayacaksın,’ demişti, ‘gözüme görünmeyeceksin. Haydi yok ol!’ O günden beri odasına kilitlendi, bütün gün oturup dokuyor, iğne yapıyor, çeyizini hazırlıyordu; kocamış eve dönünce uzaktan ayak seslerini ilk o işitip koşarak odasına saklanmaya giderdi. Yirmisine gelince pencereden ona bakan bir genci görmüş. Ertesi gün yine aynısı. Bir sonraki gün de aynı. Sevdi onu… Bir akşam, karanlıkta ona bir kâğıt parçası atmış: ‘Gece yarısı gel, kapıda olacağım.’”
Kosmas birden sustu, kaşlarının arasındaki damar iyice şişmiş, atıyordu. Yeniden içinden bütün yabanıllık fırlayıverdi; babasına karşı duyduğu öfke, korku ve sevgi. Birdenbire Girit gözünün önünden yitip gitti, havadan korkunç bir gölge süzülüp geçti.
“Sus,” diye fısıldadı kız, “bana anlatmanı istemiyorum.”
“Hayır, anlatmak zorundayım. Gece yarısı kız kardeşim basamaklar gıcırdamasın diye yavaş yavaş aşağı inmiş… Ama babam işitip uyanmış, sessizce arkasından gidip izlemiş. Kara yazgılı bacım avluya çıkmış, tam kapıyı açmak için elini uzattığı anda babam saçlarından yakalayıvermiş, tırnaklarını başına geçirip baygınlık içerisinde onu odasına geri çıkarmış. İçeri tıkıp kapıyı üstüne kilitlemiş ve anahtarı da koynuna sokmuş. Bizim kocamışın ağzından bir sözcük dahi çıkmamış ama on beş yıl oluyor, bacımın yüzü o günden beri ne kapıda ne de pencerede göründü; bana dediklerine göre uyuyamıyormuş, gece yarısına doğru pencereyi açıp aşağı bakıyormuş, olur da yoldan geçen birisini görürse sesleniyormuş: ‘Gece yarısı oldu mu?’ Ardından hemen korku içinde pencereyi örtüyormuş.”
Kosmas sustu. Bacısının küçüklüğündeki sarı saçları, mavi gözleri, sevimliliği… Sanki karanlık derin bir suydu da içine bakıyordu.
“Peki şimdi?” diye sordu kız. “Ama baban öldü…” derken sesi kısılıverdi.
“Demek babam öldü, öyle mi? Bilmem; artık çok geç.”
Güvertede birkaç adım attıktan sonra her zamanki gibi biraz yatıştı. Ardından kıza döndü.
“Lütfen, korkma,” dedi bir kez daha.
“Ama…” dedi kız. Kosmas ise sanki onun ağzını kapamak ister gibi elini uzattı.
“Hayır, hayır…” dedi. “Ölmedi, göreceksin.”
Kosmas, Megalo Kastro’nun ardından güneye, –hepten sarp alnıyla, dimdik burnuyla, kapalı koca ağzıyla ve ovanın üstüne atılarak inen kayalardan ve uçurumlardan oluşan sakallarıyla, zeytinliklerle bağların üstünde uzanan bu kocaman tanrısal kafaya– ünlü Yuhtas Dağı’na doğru baktı. Mermerleşmiş, karanlık, inceden ayağa kaldırılmış, ölü bir tanrı gibi sırtüstü uzanıyor, şimdi bile sanki Girit’e bakıp efeleniyordu.
“Bizim kocamış ölmedi,” diye düşündü Kosmas, kaygılı gözlerle önündeki dağa gözlerini dikerek. “İçimde yaşadığı ve kımıldadığı sürece ölmemiştir; yaşadığım ve onu düşündüğüm sürece ölmez. Başkaları onu unutacaktır, yaşamı bana bağlı. Ona tutunuyor olabilirim ama o da bana tutunuyor…”
Böğrüne atasının tutunduğunu, kök saldığını ve ondan ayrılmayı istemediğini duyumsuyordu. Hep böyleydi. Yaban ve dilsizdi ama tutsak ediyordu. Küçüklüğündeki babasını anımsıyordu; siyah boyalı sakalları, alnında kara mendiliyle az konuşan ağır bir adamdı babası; Girit özgürleşene dek gülmeyeceğine ant içmişti. Bir akşam evlerine dayısı Dimitros oturmaya gelmişti, güleç ve iyi yürekli biriydi; hamuru farklıydı. Söyleşirken bir şeyler deyip güldü; babası kalın kaşlarını çatıp bir daha konuşmadı. Dayısı gidince, babası dönüp şöyle demişti: “Hiç utanması da yok, gülüyor.”
Konuşmazdı, gülmezdi; insanlara bakar ve onları yakınında istemezdi. Hiçbir sıkıntısı yoktu; sağlıklı, onurlu ve varlıklıydı; iyi bir karısı, sağlıklı çocukları vardı; hiçbir şeyi eksik değildi ama içinde derin bir darlanma, anlaşılmaz bir acı, bir “Ah!” duyar, boğazı düğümlenir, onu boğardı. İçindeki öfke bir ay, iki ay, altı ay derken iyice birikip taşardı; artık içine sığmaz, neredeyse yüreğini parçalayacak gibi olurdu. İşte böyle zamanlarda, her altı ayda bir sarhoş olurdu. Bu sarhoşlukları Kosmas şu an bile korkuyla anımsıyordu. Dört cücesi vardı, yoksul insanlardı, kendisine uşaklık etsinler diye onlara sürekli borç verirdi; altı ayda bir, her sarhoş oluşunda işine yararlardı. Her birinin bir becerisi vardı – biri iyi oynar, öbürü güzel şarkı söyler, başkası kemençe çalar, dördüncü de şaklabanlık ederdi. O yazılı gün gelince de, ağa üvey oğluyla haber yollardı:
“Kapetan Mihalis’ten selamlar,” derdi, “dükkânı kapatıp eve buyrun.”
Korku sarardı her birini. Dükkânlarındaki insanları gönderirler, hazırlanabilmeleri için ağalarından uygun görürse birkaç gün ertelemesini dilerlerdi. Yarım kalmış işleri olurdu, hanımları hastalanırdı, bağbozumuna köylerine gitmeleri gerekirdi. Kocamış bana mısın demez ve üvey oğlunu bir kez daha yollardı:
“Buyurun diyor, çabuk!”
İşte böyle olunca da, bu kara yazgılılar dükkâncağızlarını kapayıverir ve cama bir parça kâğıt yapıştırırlardı: “Sekiz gün yokum.” Çünkü beylerinin sarhoşluğunun süresi buydu. Bir haftalık azık alırlar, hanım ve çocuklarına hoşça kalın deyip istavroz çıkardıktan sonra teker teker varırlardı eve. Hizmetçi kadın onları bodruma indirirdi; burada fıçılarla şarap, birer küp yağla zeytin ve ikişer küp unla buğday olurdu. Duvar dibinde üzerinde yastık ve minderlerin olduğu uzunca bir asma kat, onun önünde de uzun bir masa vardı. Bey ortada oturur, ikisini sağına, ikisini soluna oturturdu; hizmetçi kadın mezeleri indirir, avluda uşaklar tavukları boğazlamak için koşuşturur ve şölen başlardı. Yerler, içerler ama konuşmazlardı. Dördünden hiçbiri keyiflenemezdi; bıkıp usansalar da kimsenin gıkı çıkmazdı. Yavaş yavaş yiyip içtikçe dirilirler, zihinleri bulanıklaşır, unuturlardı; bey kaş göz edince kemençeci alırdı eline kemençeyi, şarkıcı sesine iyi gelsin diye kafaya bir çiğ yumurta çekince şenlik başlardı. Dansçı havalara uçar, şaklaban şakalarını patlatır, bütün bodrum inleyerek sarsılırdı. Gün geceye döner, sabah olurdu. Gülmeyen, kımıldamayan bu kocamış içer ve izlerdi, şarkı söylemişliği de oynamışlığı da yoktu. Konuklar sırtlarını duvara vererek ya da birbirlerinin omzuna yaslanarak kaçamak bir uyku çekerlerdi, derken kocamışın bir dürtmesiyle zıplayıp yeniden yiyip içmeye koyulurlardı. Üç, dört derken sekiz gün olurdu. Sekizinde kocamış kalkıp kapıyı açardı, elini uzatıp sessizce, “Gidin!” derdi. Kosmas bu dört zavallının birbirlerinin ardı sıra duvar dibinden nasıl gittiğini hiç unutmuyordu; kusmaktan ve uykusuzluktan beti benzi atmış, tıraşsız ve kir içinde yalpalayarak… Kocamış ise kısrağına binip Türk mahallelerinden geçerek kentin dışına çıkar, hava almak için kırsala giderdi.
Kosmas kızgınlıkla başını salladı, sanki babasını üstünden atmak istemişti; zihni dinginleşsin diye kıza bakmak için kafasını çevirdi. Pruvadaki halatlarla simitlerin üzerinde oturuyor, kocaman kara gözleriyle giderek yaklaşmakta olan kenti izliyordu…
Venedik Surları, yıkık evler, âlemi ile tepesi uçmuş iki-üç minare ve tüm bunların yukarısında kara-mavi kubbesiyle büyük bir kilise…
“Ermiş Minas’ın başkilisesi,” deyip yanına oturdu Kosmas, “Megalo Kastro’nun koruyucu ermişidir; Türkler kiliseyi ele geçirmek için saldırdıklarında, at üzerinde, kısa kıvırcık sakalları, gümüş zırhı ve uzun kargısıyla olduğu gibi ikonadan fırlayıp kilisenin kapısına atılarak Türklerin üzerine akın etmiş…”
Elini kızın beline doladı, gövdesinin sıcaklığını, –sanki hintcevizi ve tarçın gibi kokan– soluğunun alışılmadık kokusunu duydu; gemi halatlarının üzerinde, sevdiği yüzün dönüp onu öpmesi için içinde bir özlem doğuverdi. İki yıldır bu yüz ona sevinç veriyordu; incecik kemikli, sıcacık bu gövdeye bir türlü doyamıyordu; uzak bir ülkeden, yabancı bir soydan, üzgün ve ürkmüş atalardan gelmekteydi…
“Noemi,” dedi ona sessizce, “iyi ki varsın.”
Kız başını eğip adamın göğsüne sokuldu, içine girip orada yok olmak istiyor gibiydi. Hava iyice aydınlandı, sabahın solgun pembesinden akça pakça yaban bir gül rengine döndü; deniz göğüslerle doluyor, hoplayıp sıçrayarak güneşi karşılıyordu. Yuhtas’ın görüntüsü giderek seyrekleşiyor, yerden yükselen buğunun içinde yitip gidiyordu. Yukarıdaki gökyüzü sabah tatlılığını yitirip mavimsi bir çeliğe dönüşmüştü.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYokuş
- Sayfa Sayısı240
- YazarNikos Kazancakis
- ÇevirmenHarun Ömer Tarhan
- ISBN9789750758959
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Güle Güle ~ A.S.King
Güle Güle
A.S.King
“Zekice. Komik ve kesinlikle özel.” Ellen Hopkins “Gerçekten dudak uçuklatan, harika bir kitap. Bayıldım!” Terry Trueman Ölü birinden nefret edebilir misiniz? Onu bir zamanlar...
- Güneş De Doğar ~ Ernest Hemingway
Güneş De Doğar
Ernest Hemingway
Güneş de Doğar‘daki kişiler, savaş sonrası değer yargıları yiten, değişen yaşamları üç aşağı beş yukarı birbirine benzeyen insanlardır. Roman başkişileri, bu çöküntüyü olanca derinliğiyle...
- Petekgözlü Adam ~ Wu Ming-Yi
Petekgözlü Adam
Wu Ming-Yi
“Buna benzer bir kitabı daha önce okumadık.” –Ursula K. Le Guin Wayo Wayo Adası’nda, her ikinci erkek çocuk on beş yaşına bastığı gün Deniz...