“Yoksullar Geliyor”, klasik öykünün kalıplarını bozarak yeni bir anlatı dili geliştiren 1950 Kuşağı’nın ele avuca sığmaz yazarı Orhan Duru’nun dördüncü kitabı.
“Orhan Duru’nun “Yoksullar Geliyor” yapıtı da –son yılların en parıltılı kitabı budur– bir gerilim üzerine oturtulmuştur. Öyküler bir bilim-kurgu evreninde geziye çıkarılmışsa da tümü polislik bir gizle sarılıp sarmalanmıştır.” Salâh Birsel
“Olsun… Bu zulüm, baskı ve Ortaçağ yönetimi çökecektir bir gün. Onları öğrenciler çökertecektir. Buna inanıyorum. Bugün yüz kadar öğretmeniz. On bin kadar öğrencimiz var gezegenin yüzeyinde. Küçük bir sayı belki, ama giderek artıyor. Güvenlik görevlilerinin yok ettiklerinden daha fazlası öğrenci yazılıyor. Yeni kuşak öğrenmek istiyor. Yönetim istese de, istemese de bu böyle. İnsanoğlu’nun bilime susamışlığı söndürülemez.”
1
Çöl
Saatte yirmi kilometre ancak yapabilen, güneş enerjisiyle çalışan balon tekerlekli taşıt, güçlükle ilerliyordu hoplaya zıplaya, göz alabildiğine uzanan, delik deşik, çöl kumuyla yer yer kaplı asfalt yolda. Uzaktan görenler azman bir böcek sanabilirlerdi bu aracı, güneşe yönelik içbükey duyargalarına bakıp. Çukurlara düştükçe geliştirilmiş yaylarının gıcırtıları duyuluyordu yalnız. Motoru gürültüsüz, patlamasız yöntemle işliyordu.
İzledikleri yol en azından elli yıllık olmalıydı. Onarım görmemişti hiç. Görmesine de olanak yoktu. Petrolle birlikte asfalt da tarihe karışmıştı çoktan. Kuyular en son bu bölgede kurumuştu.
Tolon haritayı gözden geçirdi. Yolu izlerlerse kolayca İskender Herkül’ün başkenti Tel-Hüneyn’e ulaşabilirlerdi. Aşırı gururlu, kibirli, kendine çok güvenen biri olmalıydı bu yönetici. “Adamın adına bak” diye düşündü. “Hem İskender, hem Herkül”
Elindeki haritaya bile pek güvenemiyordu Tolon. Önlerinde uzanan yol gibi, harita da çoktan eskimiş olabilirdi.
“Keşke birkaç at ele geçirip onlarla yola çıksaydık yüzbaşım” dedi Almo, bir yandan taşıtın dümenini iki eliyle kavrayıp yolu denetlerken.
“Atlar bu çöle biraz zor dayanır” diye yanıtladı bu görüşü Tolon. “Belki bir kervana katılabilirdik. Ama o zaman da gecikirdik. Hem atlar iyi bakım ister. Bu araç, bir aksaklık olmazsa, bozulmazsa, sürekli işleyebilir.”
“Atları severim ben!” dedi Almo, kıvırcık kızıl saçlarla kaplı kafasını sallayarak. “Atlar yel gibi götürür insanı.”
Tolon kahkahalarla güldü bu sözlere. “Seni taşıyamazlardı pek❞ dedi. Tolon yakınlık duyuyordu bu kızıl saçlı dev kişiye. Birlikte yaşadıkları savaş ve çarpışmaları düşündü. Marsilya savunmasında başlamıştı bu yakınlık. Tolon, üsteğmendi o zamanlar. Orada yanına almıştı Almo’yu. O da dayanıklı, başarılı bir yardımcı olarak kendini göstermişti hemen. Yoksul sürülerinin saldırılarına karşı, yan yana üç gün, durup dinlenmeden, kimi kez aç ve susuz dövüşmüşlerdi. Marsilya yoksulların yağmasına açılırken, buldukları üç litre benzinle bir zırhlı aracı güçlükle çalıştırıp onun çevresinde Almo ve on kadar askerle ellerinde kılıç dövüşerek hatları yarıp kaçmayı başarmışlardı. Yoksullar yağma kaygısına kapılıp pek düzenli savaşamazlardı. Marsilya sonradan kurtarılmıştı. Yoksulların çoğu yok edilmiş, güçlü ve sağlıklı olanlar işçi yapılmıştı. Tolon unutamamıştı bir türlü bu savaşı. Ufak tefek çarpışmaların dışında, katıldığı ilk büyük savaşlardan biriydi bu. Sol omzunda bir kurşun izi taşıyordu o savaştan. Almo ise Marsilya’dan çıkışlarında nerdeyse dilim dilim doğranmıştı yoksulların kılıçları, gürzleri, zıpkınları altında. Kuşatmayı yardıklarında her yanı kana bulanmıştı ama yıkılmamıştı gene de. Onun sağlığına kavuşması, yaralarının sağıtılması için elli altın dolar ödemek zorunda kalmıştı Tolon bir hekime. Yerinde başkası olsa yapmazdı bunu.
Ölüm ucuzdu çünkü.
Tolon kendi ölümünün de ucuz olabileceğini düşündü birden. Sık sık kıtlıkların patlak verdiği, enerji kaynaklarının çoğunun tükendiği bir dünyada kişi ölmüş ne çıkar? Bir boğaz eksilmiş olurdu. Ama Şirket’in savunma örgütünün en iyi subaylarından biri olduğunu biliyordu Tolon. Öyle kolay kolay harcayamazdı onu. Şirket’e gerekli olduğu sürece güvence altında sayabilirdi kendini. Arada bir Şirket’in çıkardığı saçma sapan savaşlarda, üstün yetenekleriyle göstermişti kendini. Öyleyse… Öyleyse başkalarının ölümü ucuz bile olsa Tolon’unki böyle olmayabilirdi. (Öyle umuyordu. Kim bilir?) Bu kez ölümcül bir görev miydi üstlendiği? Tel-Hüneyn’de ne bekliyordu onları? Düşünmek bile istemiyordu. Önlerinde uzanan yol, çevrelerindeki tek düze çöl, ıssızlık Tolon’u kaderciliğe sürüklüyordu, istemese de.
Kömürle çalışan buharlı, külüstür bir gemiyle gelip İskenderiye’ye çıkmışlardı üç gün önce. Tolon, Doğu’dan gelen bir maceracı, gezgin savaşçı, silahşor olarak tanıtmıştı kendini. Balkanlar’dan bir yağmadan dönüyordu sözde. Şimdi İskender Herkül’ün ününü duymuş, onun yanında görev almak için gelmişti İskenderiye’ye. Karınca sürüsü gibi kaynayan yoksullarla doluydu kent. Uzun süren açlık ve kıtlık, az beslenme nedeniyle halk şaşkın şaşkın sokaklarda dolaşıyor, yiyecek peşinde koşuyorlardı. Gülmeyi unutmuşlardı sanki. Kurumuş yüzleri, çökmüş gözleri, sakallarıyla hayalet gibiydiler. Ucuz giysileri yırtık pırtıktı. Sokaklar pislik, lağım kokuyordu. Karnı şiş çocuklar dolaşıyordu ortalıkta yarı çıplak. Yüzleri parça parça yaralarla dökülen cüzzamlılar köşe başlarında dileniyorlardı. Yönetim ve düzen diye bir şey yoktu kentte. Kalabalık arasında Almo, kimi kez yumruklarıyla ya da kılıcının ucuyla yol açıyor, Tolon ise onun yardımıyla başı dik ilerleyebiliyordu çevreyi gözleyerek. Karşılarına Yalvaç’ın bir sözcüsü çıktı sadece. Kısa boylu, iyi beslenmişe benzeyen, yumuşak sesli biriydi bu. Şirket’e karşı tek örgütü, Yalvaç’ın adamları oluşturuyordu dünyanın bu bölümünde. Sözcü onları Yalvaç’ın bir elçisine götürdü, pis, çöplük içinde dar sokaklardan geçirerek. Elçi’ye aynı masalları anlattılar. Doğu’dan gelmişlerdi. Balkanlar’da bir akın yapmışlardı kendi başlarına. Askerlik, dövüşme ve öldürme sanatını bilirlerdi. Şimdi kendilerinden yararlanacak bir buyruk arıyorlardı. İskender’in ününü duymuşlardı. Oraya gideceklerdi. Elçi sadece dinlemişti. Ona pille çalışan bir transistörlü radyo ile bir teyp armağan ettiler. Bu iş bitince Tolon, Sözcü’ye sordu: “Elçi niye hiç soru sormadı?” Yanıt şu oldu:
“Elçiler soru sormaz, yalnız dinlerler. Herkes istediğini anlatır.” “O zaman hiçbir şey öğrenemez!” dedi Tolon.
Sözcü güldü: “Herkes kendini ele verir. İnsan soruyu kendine sorar gerçekte. Ayrıca soru sormaya ne gerek var?”
Sonra anlatmayı sürdürdü:
“Bakın siz sormadan anlatıyorum” dedi gözlerini yere dikip. “Yalvaç’ın sözcüleri, onun söylediklerini, buyruklarını anlatır. Elçiler, başkalarının anlattıklarını dinler ve Yalvaç’a ulaştırır. Öğretmenler ise Yalvaç’ın görüşünü öğretir yetenekli öğrencilere. İşte hepsi bu.”
“Bunlar insanın içini okuyorlar” diye ürperdi Tolon.
Sonra İskenderiye’de, bir gece bir Kipti ile iki adamını, çıkan bir çatışmada öldürüp yoksul kalabalığın çapaklı gözleri önünde, buldukları bir araca binip batıya doğru çöle açıldılar. Kimse izlemedi onları. Ölen ve öldürenin hesabı yoktu. Gene de yola çıkarken çevrelerini denetlediler, uzun süre gelen giden olup olmadığını anlamaya çalıştılar. Olay nasıl yansıyacaktı acaba Yalvaç’a? Şirket en çok Yalvaç’tan çekinirdi oldum olası. Birkaç kez onu yok etmeye….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıYoksullar Geliyor
- Sayfa Sayısı88
- YazarOrhan Duru
- ISBN9789750850394
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Uzak Değil ~ Eylem Ata Güleç
Uzak Değil
Eylem Ata Güleç
Günümüz öykücülerinden Eylem Ata Güleç’in ikinci kitabı “Uzak Değil” Yapı Kredi Yayınları’nda Eylem Ata Güleç, önceki kitabı “Boşlukta Büyüyen”de olduğu gibi, şiddetin, çatışmanın, gerilimin...
- Arafor – Kadın ve Gizem Öyküleri ~ Sadık Yemni
Arafor – Kadın ve Gizem Öyküleri
Sadık Yemni
Merhaba Ben, Hayal Tozu Gölgecisi. Size de erkek okurların sürdüğü bir tarla gibi gelmez mi gizemli, bilimkurgulu, fantastik öykü ve romanlar? Her şey çizgi...
- Avuç İçi Öyküler ~ Yasunari Kawabata
Avuç İçi Öyküler
Yasunari Kawabata
“Bir sürü insan şehirde böyle yürüyüp ilkyazın gelişini üretiyor. Bu şehir, insanların ilkyazıymış gibi gelmiyor mu sana da?” 1968’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen...