Virginia Woolf’un en uzun romanı olan Yıllar, bir ailenin üç nesillik öyküsünü kusursuz bir dönem resmi içinde sunar.
1880’ler Londrası’nda Viktorya Çağı’na özgü geniş bir evin öyküsüyle açılan Yıllar, yeni bir devre umutla bakan Pargiter ailesinin elli yıl boyunca yaşadığı acı tatlı deneyimleri Woolf’un öteki romanlarından farklı, gerçekçi bir anlatımla tasvir eder. Çağdaş kapitalizmin parçaladığı geleneksel ilişkilerin gündelik hayatta yol açtığı gerilimleri içselleştirmeye, savaş öncesinin ütopyacı umutlarıyla savaş sonrasının derin hüznünü bağdaştırmaya çalışan bireylerin kâh karamsar kâh iyimser hallerini anlatan bu unutulmaz yapıt bir devrin nabzını tutan kusursuz bir çağ romanı.
“Yıllar, anlatımının güzelliğiyle Virginia Woolf’un en hayranlık verici romanıdır.”
DAVID DAICHES
“Virginia Woolf’un aklındaki sanat hem ideoloji hem de ütopyadır.”
TERRY EAGLETON
İÇİNDEKİLER
ROMANA DAİR GÖRSELLER…………………………………………………………………………………………..7
KRONOLOJİ……………………………………………………………………………………………………………………………….11
ÖNSÖZ
YILLAR’A DAİR / DAVID GARNETT……………………………………………………………………………21
Yıllar
1880………………………………………………………………………………………………………………………………………………27
1891………………………………………………………………………………………………………………………………………………95
1907……………………………………………………………………………………………………………………………………………129
1908……………………………………………………………………………………………………………………………………………143
1910……………………………………………………………………………………………………………………………………………155
1911…………………………………………………………………………………………………………………………………………….181
1913……………………………………………………………………………………………………………………………………………199
1914…………………………………………………………………………………………………………………………………………….207
1917……………………………………………………………………………………………………………………………………………253
1918……………………………………………………………………………………………………………………………………………273
Bugün……………………………………………………………………………………………………………………………………….277
SONSÖZ
YILLAR / PETER MONRO JACK……………………………………………………………………………………385
YILLAR
1880
Kararsız bir ilkbahardı. Sürekli değişen hava, uçuşan mavi, mor bulutlar salıyordu ülkenin üstüne. Kırlarda çiftçiler tarlalara bakarak kaygılanıyordu; Londra’da başlarını gökyüzüne kaldıran insanlar şemsiyelerini bir açıyor, bir kapatıyordu. Ama nisan ayında böylesine hava beklenmedik şey değildi. Binlerce mağaza tezgâhtarı, Whitley, Army ve Navy mağazalarında, tezgâhın öte yanında duran giysileri farbalalı hanımefendilere düzgün paketlerini verirken bunu belirtiyordu. Batı yakasında alışveriş yapanların, Doğu yakasında işadamlarının sonu gelmez alayları hiç durmadan ilerleyen kafileler gibi geçit töreni yapıyordu kaldırımlarda – gibi görünüyordu diyelim ki mektup postalamak ya da Piccadilly’de kulüp camına göz atmak falan türünden duraklama nedenleri olanların gözüne. Landoların, tek atlı, çift atlı faytonların ırmağı kesintisiz akıyordu; çünkü mevsim başlıyordu. Daha sakin caddelerde müzisyenler, Hyde Park’ın, St. James Park’ın ağaçlarındaki serçe cıvıltılarınca ya da ardıçkuşlarının aşk dolu ama aralıklarla ansızın patlayan ötüşmelerince yankılanan ya da taklit edilen, kırılgan, çoğunlukla da kederli gayda seslerini dağıtıyordu ortalığa. Alanlardaki güvercinler, ağaçların tepelerinde incecik bir-iki sürgünü düşürerek kaynaşıyorlar, hep kesintiye uğrayan ninnilerini bir daha, bir daha mırıldanıyorlardı. Marble Arch’ın, Apsley Evi’nin kapılarını bu öğle sonrasında, etekleri kalçadan kabarık, rengârenk giysili hanımlar, yakalarına karanfil takmış, redingotlu, bastonlu beyler doldurmuştu. İşte geliverdi prenses, o geçerken şapkalar çıkarıldı. Evlerin bulunduğu uzun caddelerin bodrumlarında, başlıklı, önlüklü kızlar çay hazırladı. Dolambaçlı yollardan geçerek bodrumdan yukarı çıkan gümüş demlik masaya yerleştirildi, Bermondsey’in, Hoxton’un yaralarını sarmış olan ellerle bakireler, evde kalmış kızlar özenle ölçtü bir, iki, üç, dört kaşık çayı. Güneş batınca, tavuskuşunun tüylerindeki gözler biçiminde bir milyon küçük gaz lambası, camdan kafeslerini açtı ama yine de geniş karanlık uzantıları kaldı kaldırımlarda. Lambalarla, batan güneşin birbirine karışmış ışığı, Round Göl’le Serpentine’in huzur dolu sularından eşit ölçüde yansıdı. Akşam yemeğini dışarıda yemiş olanlar, faytonların içinde tırıs giderek köprüyü geçerken bir an bu çekici görünüme baktı. Sonunda ay doğdu, cilalı madeni para gibi yüzü, arada bir bulut kümelerince bulanıklaştırılsa da, dinginlik içinde, yalınlıkla ya da belki tümden ilgisizlikle parıldadı. Işıldağın ışık demetleri gibi ağır ağır dönerek günler, haftalar, yıllar birbiri ardından geçti gökyüzünden.
Albay Abel Pargiter, hafif öğle yemeğinden sonra kulübünde oturmuş, konuşuyordu. Deri koltuklardaki dostları kendisine benzeyen, bir zamanlar askerlik yapmış, devlet hizmetinde bulunmuş, artık emekli kişiler oldukları için şimdi Hindistan’daki, Afrika’daki, Mısır’daki geçmişlerine ilişkin eski şakalarla, öykülerle canlanıyorlar, derken doğal bir geçişle bugüne dönüyorlardı. Söz konusu olan bir atama, olası bir atama sorunuydu.
Ansızın üçünün içinde en genç ve en şık olanı öne doğru eğildi. Dün öğle yemeğini birlikte yemişlerdi… Burada konuşanın sesi alçaldı. Ötekiler ona yaklaştı, elini şöyle bir sallayarak Albay Abel kahve fincanlarını kaldıran garsonu yolladı. Üç dazlağımsı, kırımsı kafa birkaç dakika daha birbirine yakın kaldı. Sonra Albay Abel iskemlesinde kendini geriye attı. Binbaşı Elkin öyküsüne başladığında hepsinin gözlerine yerleşen o garip parıltı, Albay Pargiter’ın yüzünde tümden solmuştu. Doğunun kamaştırıcı ışığı hâlâ içlerindeymişçesine azıcık kısılmış gibi duran pırıl pırıl mavi gözlerle, toz hâlâ içlerindeymişçesine kıyıları kırışmış gözlerle önüne bakarak oturdu. Ötekilerin söylediklerine ilgisini yitirmesine yol açan bir düşünce düşmüştü aklına, gerçekten de söylenenlere katılamazdı. Ayağa kalkıp camdan Piccadilly’ye baktı. Purosu elinde sarkarken otobüslerin, at arabalarının, faytonların, kamyonların tepelerini izledi yukarıdan. Tüm bunların dışına çıktığını söylüyordu sanki davranışı, artık bu taraklarda bezi kalmamıştı. Gözlerini dikmiş dururken kırmızı yakışıklı yüzüne keder yerleşti. Ansızın aklına bir şey geldi. Soracak sorusu vardı, sormak için döndü ama arkadaşları gitmişti. Küçük topluluk dağılmıştı. Elkin telaşla kapıdan çıkıyordu bile, Brand başka biriyle konuşmak için uzaklaşmıştı. Albay Pargiter’ın lafı ağzında kaldı, yine Piccadilly’ye bakan cama döndü. Kalabalık caddedeki herkesin yöneldiği bir amacı vardı sanki. Herkes bir buluşmaya yetişme telaşı içindeydi. Faytonların, kupa arabalarının içindeki hanımlar bile şu ya da bu işe doğru Piccadilly’den tırısla geçiyordu. İnsanlar Londra’ya dönüyordu, bu mevsim için yerleşiyordu. Oysa onun için mevsim olmayacaktı, onun yapacak hiçbir şeyi yoktu. Karısı ölüyordu, ama ölmedi. Bugün daha iyiydi, yarın kötüleşecekti, yeni hemşire geliyordu; böylece sürüp gidiyordu. Eline gazeteyi alıp sayfaları karıştırdı. Köln Katedrali’nin batı yüzünün resmine baktı. Öteki gazetelerin arasındaki yerine gelişigüzel geri attı. Bugünlerden bir gün –karısının öldüğü zamana üstü kapalı değinme biçimiydi bu onun– Londra’dan ayrılacağını düşündü, taşrada yaşayacaktı. Oysa işte ev vardı, işte çocuklar vardı; hem sonra… yüzü değişti; daha az umutsuz oldu ama aynı zamanda da azıcık sinsileşti, tedirginleşti.
Gidecek yeri vardı yine de. Oturmuş dedikodu yaparlarken, kafasının bir köşesinde bu düşünce saklı kalmıştı. Dönüp de ötekileri gitmiş bulunca, yarasının üzerine sürdüğü merhem buydu. Mira’yı görmeye gidecekti, en azından Mira onu gördüğüne sevinecekti. Böylece de kulüpten çıkınca işleri olan adamların gittiği doğuya dönmedi, Abercorn Sokağı’nda kendi evinin bulunduğu batıya da dönmedi, bunlar yerine Westminster’e doğru Green Park’ın içinden geçen sert patikalara yöneldi. Çimenler yemyeşildi, yapraklar filizlenmeye başlıyordu, kuşlarınkine benzeyen yeşil küçük pençeler dallardan fışkırıyordu; her yerde bir kıvılcım, bir canlanma vardı; hava tertemiz, canlandırıcı kokuyordu. Oysa Albay Pargiter ne çimenleri görüyordu, ne ağaçları. Sıkı sıkı düğmelenmiş paltosunun içinde, dümdüz önüne bakarak uygun adım yürüyordu parkta Albay Pargiter. Ama Westminster’e gelince durdu. İşin bu bölümünden hiç hoşlanmıyordu. Kilisenin devasa gövdesi altında uzanan küçük sokağa, pencerelerinde sarı perdeler, kartpostallar olan pislik içindeki küçük evlerin dizildiği sokağa, pidecinin sanki hep zilini çaldığı, çocukların kaldırımlardaki beyaz tebeşir çizgilerinin içine dışına sıçradıkları, çığlıklar attıkları sokağa her yaklaştığında duraklar, sağına soluna bakardı; sonra dosdoğru otuz numaraya yürür, zili çalardı. O kapı eşiğinde dururken görülmek istemezdi. İçeri alınmak için beklemekten hoşlanmazdı. Mrs. Sims’in kendisini içeri almasından hoşlanmazdı. Evde hep bir koku olurdu, arka bahçede ipe asılı kirli çamaşırlar olurdu hep. Ağır adımlarla, suratı asık merdivenleri çıktı; oturma odasına girdi.
İçeride hiç kimse yoktu; çok erken gelmişti. Beğenmezlikle odayı gözden geçirdi. Ortalıkta bir yığın ıvır zıvır vardı. Hasırotuna konmak üzere olan bir yalıçapkınının resmedildiği manzaranın önünde, kumaşla kapatılmış şöminenin başında dimdik dururken kendini bütünüyle aşırı iri, buraya yabancı duydu. Üst kat döşemesinde telaşlı adımlar orada burada sürükleniyordu. Yanında birisi mi vardı? diye sordu kendine kulak kabartarak. Dışarıdaki sokakta çocuklar bağrıştı. İğrençti, bayağıydı, sinsiydi. Bugünlerden bir gün, dedi kendi kendine… ama kapı açıldı, metresi Mira içeri girdi.
“Ah Bogy, hayatım,” diye çığlık attı. Saçları karmakarışıktı, hafif tombulcaydı ama kendisinden çok daha gençti, onu gördüğüne de gerçekten sevinmişti, diye düşündü. Küçük köpek kadına doğru atıldı.
“Lulu, Lulu,” diye bağırdı bir elini saçına bastırırken ötekiyle köpeği tutarak, “gel de Bogy Amcan sana baksın.”
Albay gıcırdayan hasır iskemleye yerleşti. Kadın köpeği onun dizine bıraktı. Kulaklarından birinin arkasında kızarıklık –belki de egzema– vardı. Albay gözlüğünü takıp köpeğin kulağına bakmak için eğildi. Yakasının ensesiyle birleştiği yerden öptü onu Mira. Sonra da gözlüğü düştü. Kadın kapıp gözlüğü köpeğe taktı. Koca çocuğun keyfinin bugün yerinde olmadığı duygusuna kapıldı.
Kendisine asla sözünü etmediği o kulüplerden, aile yaşamından oluşan gizemli dünyada yolunda gitmeyen bir şey vardı. Daha saçını yapamadan gelmişti, bu da tatsızdı. Ama görevi onun ilgisini başka yöne çekmekti. İşte böylece de hızla dolandı –bedeni irileşse de hâlâ masayla iskemlenin arasından süzülebiliyordu– orada burada; Albay onu durdurmadan önce, örtüsünü kaldırıp kiralık odaların gönülsüzce yanan şöminesini tutuşturdu. Sonra da adamın iskemlesinin koluna tünedi.
“Ah Mira,” dedi kadın aynada kendine bakıp, saç tokalarının yerini değiştirirken, “ne korkunç pasaklı bir kızsın sen!” Uzun bir bukleyi açtı, omuzlarına döktü. Kırkına yaklaşıyor da olsa, gerçeği söylemek gerekirse, Bedford’da arkadaşlarıyla birlikte yatılı okulda okuyan bir kızı da olsa hâlâ güzeldi, altın parıltıları saçıyordu saçları. Kendiliğinden, kendi ağırlığıyla dökülmeye başladı saçlar, onların dökülüşünü gören Bogy eğilip öptü. Caddenin aşağılarında laterna çalmaya başlamıştı, çocukların hepsi ansızın çöken bir sessizlik bırakarak oraya koşuşturmuştu. Albay kadının boynunu okşamaya başladı. İki parmağı eksik elini daha aşağılarda, boynun omuzla birleştiği yerde gezdirdi. Mira yere kayıp sırtını onun dizine yasladı.
Sonra merdivenlerde bir gıcırtı oldu, birisi sanki orada olduğu uyarısını yaparcasına tıkırdadı. Mira hemen saçlarını tokayla toparlayıp ayağa kalktı, kapıyı kapadı.
Albay sistemli tavrıyla tekrar köpeğin kulağını incelemeye koyuldu. Egzema mıydı? Yoksa egzema değil miydi? Kızarıklığa baktı, sonra köpeği sepetin içine ayaküstü bırakıp bekledi. Dışarıda sahanlıkta uzayan fısıldaşmadan hoşlanmamıştı. Sonunda Mira geri geldi, kaygılı görünüyordu, kaygılı göründüğünde yaşlı görünürdü. Yastıkların, örtülerin altında bir şeyler aranmaya başladı. Çantasını istiyordu dediğine göre, nereye koymuştu çantasını? Bu çerçöp yığınının içinde, diye düşündü Albay, kimbilir neredeydi. Kanepenin köşesinde, yastığın altında bulduğunda incecik, yoksul düşmüş görünümlü bir çanta çıktı ortaya. Ters çevirdi kadın. Salladıkça mendiller, buruşturulmuş kâğıt parçaları, bakır, gümüş bozukluklar döküldü içinden. “Ama bir de altın lira olması gerekiyordu,” dedi kadın. “Dün bir tane vardı, eminim,” diye söylendi.
“Kaç para?” dedi Albay.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYıllar
- Sayfa Sayısı388
- YazarVirginia Woolf
- ISBN9789750535826
- Boyutlar, Kapak13 x 19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dönüşüm ~ Franz Kafka
Dönüşüm
Franz Kafka
Sıradan bir pazarlamacı olan Gregor Samsa, bir sabah sıkıntılı rüyalardan uyandığında kendini tuhaf, devasa bir böcek olarak bulur. İnce titrek bacakları, çirkin, boğum boğum...
- Truvalı Helen ~ Margaret George
Truvalı Helen
Margaret George
Margaret George sürükleyici üslubuyla Helen’in ağzından hem Helen’e hem de Paris’e yeniden hayat veriyor. Hiçbir ayrıntı atlanmadan kaleme alınan bu romanı nefesinizi tutarak okuyacaksınız....
- Kağıttan Kentler ~ John Green
Kağıttan Kentler
John Green
Kendini ararken kaybolmanın ve yeni bir başlangıçla hayat ile aşkı keşfetmenin hikâyesi… Quentin Jacobsen tüm hayatını, maceraperestliğin kitabını yazmış Margo Roth Spiegelman’ı uzaktan severek...