Ana Armorov, imparatoriçe olarak taç giydikten hemen sonra suikasta uğramıştı ve galaksinin büyük kısmı onun öldüğünü sanıyordu. Ancak o eski hayatına geri dönmüştü ve Di’yi kurtarıp hakkı olanı yeniden kazanmanın bir yolunu arıyordu.
KOVAN’ı hackleyip de hayatta kalmış tek kişi olan Starbright’ın peşine düşen Ana ve ekibinin, düşündüklerinden çok daha büyük bir düşmanla karşı karşıya olduklarını anlamaları uzun sürmeyecekti. Galaksileri teker teker yutan Büyük Karanlık bu kez onların peşindeydi.
Ölüm tehlikesi, sırlar ve bilinmezlerle dolu yolculuklar, her birini hiç istemedikleri yerlere savuracaktı. Yıldızlarda yazanı gerçek kılıp bu nihai savaştan sağ çıkmaları için imkânsıza inanmaları gerekiyordu.
1
YILDIZ GEMİSİ
MellifaRe
Mezar sadece demir bir anahtarla açılabiliyordu. Mellifare karmaşık kilidi inceleyip parmağını kıvrık metal çubukların ve eski çarkların üzerinde gezdirdi. Kapının tepesindeki ay döngüleri oymalarından, bizzat kilidin üzerine işlenmiş kutsal yazılara kadar bunun öylesine bir mezarın değil, Tanrıça’nın mezarının girişi olduğuna emindi bir süredir aradığı mezarın. Demir Saray’daki soyluların önemli ölülerini taştan tabutlarla gömdükleri tapınağın iyice altındaydılar. Mellifare sessiz bir an boyunca bu ölüm yerinin küflü, unutulmuş kokusunun tadını çıkardı. Her şeyi ölüyken daha fazla seviyordu.
Kapının diğer tarafında tıpkı babasının söylediği gibi yüreği vardı. Babası Büyük Düşes’le beraber bu tapınaktaki mezarlardan birinde yatıyordu. Hepsi yeni gömülmüş, bir kütüphanedeki kitaplar gibi mühürlenip kaldırılmışlardı. Birkaç gün önce İmparatoriçe’ye düzenlenen suikast girişiminden sağ çıkmış olan başrahibeler tapınaktaki yas dualarına öncülük etmişti ama onlarla beraber şarkı söyleyecek kimse kalmamıştı. Optikleri titreşti. Mellifare birden sendeledi ve dik durabilmek için duvara tutundu. Zihninin gerisinde bir uyarı belirdi. Enerjisi bitiyordu. Son birkaç gün özellikle yorucu geçmişti. Suikast, takip eden çatışma, İmparatoriçe’nin kaçmasına izin vermek ama gücünün çoğunu bitiren…
“Kardeşim.” Oydu. İmparatoriçe ona Di diye hitap etmişti ama Mellifare anılarını parçalayıp onu tahta yüklerken bu ismi çalmıştı. Di, hâlâ gece kadar siyah taç giyme pelerinini takıyordu ve kızıl saçları düzgün bir atkuyruğuyla geriye toplanmış, altın bir tokayla tutturulmuştu. İmparatoriçe’nin sol yanağında açtığı o dayanılmaz yarayı narin gümüşi ipliklerle dikmişti. Sessizce Mellifare’i inceliyordu. “İyi misin?” Sesi yumuşak ve melodikti. Mellifare onun sesinden nefret ediyordu. Cevap olarak tıslar gibi, “Evet,” dedi ve duvardan uzaklaştı.
Onu KOVANlamıştı ama diğer Metalleri yazdığı gibi onu baştan yazacak gücü yoktu. Onlar basitlerdi ama bu Metal farklı yapılmıştı. Di neler yapabileceğini Mellifare anılarını koparmadan önce biraz daha iyi biliyor olsaydı, kızın bunu yapacak gücü olmazdı. Öyle bir durumda bu Metal karşılık verebilirdi ve eh, bunun bir önemi yoktu.
Mellifare uzun süre bu kadar güçsüz kalmayacaktı. Kapının arkasında, Tanrıça’nın mezarında kalbi yatıyordu ve Mellifare onu elde ettiğinde, göğsündeki sorun çıkaran bellek çekirdeğini çıkarıp tüm gücüne kavuşacaktı. Sonra da… sonra da… Neyse, aceleci davranmasa daha iyiydi. Mellifare elini uzatıp, “Anahtar, kardeşim,” dedi. Metal, başındaki Demir Tacı dikkatle çıkarıp ona uzattı. Mellifare tacı kapıdaki girintiye bastırınca karmaşık kilitler gıcırdayıp dönmeye başladı. Keskin bir çatırtı duyuldu ve kapı ikiye ayrılıp karanlığa inen bir merdiveni ortaya çıkardı. Mellifare yakındaki bir Messier’in kemerinden bir fener alıp mezarın derinliklerine inerken dilinde beklentinin keskin tadını alabiliyordu. Aşağı doğru yol alırken yüreğinin çağrısını duymaya çalıştı. Atışının tatlı sesini.
Etraf sessizdi. Mezarın ortasında karmaşık süslemeleri olan, taştan bir tabut yatıyordu, etrafına düzinelerce ıvır zıvır yerleştirilmişti. Vazolar ve yadigârlar, altın şamdanlar ve üzerlerinde uzun zaman önce ölmüş İmparator’un yüzünün bulunduğu bakır paralarla dolu keseler. Mellifare iki uzun adımda tabuta vardı ve kapağını açtı. Kapak bir tangırtıyla yere düşüp ortaya…
Hiçliği çıkardı. Ne Tanrıça vardı. Ne kemikleri. Ne yüreği… Hiçbir şey. Mellifare’in yüzü öfkeyle buruştu. Vahşi bir çığlıkla Tanrıça’nın eski taştan heykellerinden birini yere itti ve topukları üzerinde döndü, gözleri kızgınlıktan kırmızı parlıyordu. Neredeydi bu? Tanrıça yüreği şimdiden çalmış mıydı? Yoksa yürek farklı bir mezarda mıydı? Kehanet, Tanrıça’nın nerede yattığına dair ipuçları vermişti ve tabut buradaydı ama yüreği değildi.
Mellifare ahmak yerine konmanın verdiği nefretle dişlerini gıcırdattı. Merdivenlerin tepesindeki İmparator ona meraklı bir bakış attı. “Kardeşim?..” “Bütün tapınağı yakıp kül et. Küller dışında hiçbir şey kalmasın.” “Ama…” Mellifare elini uzatınca KOVAN’ın görünmez iplikleri Metal’in koduna dolandı. Parmağını bir büküşüyle tereddüdünü itaat olarak baştan yazdı. “Tamam, kardeşim,” dedi Metal.
Tapınağın mabedinden gümüş rengi ihtişamlı bir cüppe giyen bir başrahibe çıktı, arkasında da Cerces’teki Demir Tapınak’tan yeni gelen iki rahip yürüyordu. Cerces’te kalmalılardı. Arkalarındaki açık tabutu görünce başrahibenin gözleri büyüdü. İmparator’a telaşla, “Ekselansları! Buraya gelmeniz yasak!” diye bağırdı. “Burası sevgili Tanrıçamızın mezarı! O…İmparator, “O burada değil,” diye yanıt verdi. Sonra başrahibenin arkasındaki bir Messier yaşlı kadını kafasından yakaladı ve bir büküşle boynunu kırdı. Rahipler çığlık attı ve mabetten kaçmaya çalışırlarken kendi ayaklarına takılıp tökezlediler. İki Messier kaçmalarına fırsat vermeden onları kılıçtan geçirdi.
Mellifare çitle çevrili tezgâhta duran mumlardan birini alıp vaiz kürsüsünün arkasına, Tanrıça’nın hikâyesini anlatan mor duvar kilimlerinden birine fırlattı. Duvar kilimi bir gürlemeyle yanmaya başladı. Alevler cızırtı ve çatırtılarla perdelerden kirişlere ulaştı, kulağına çok hoş gelen bu ses Mellifare’e yedi sene önce Kuzey Kule’yi yakan yangını hatırlattı. Yangında onu rahatlatan bir şey vardı – yiyip bitirişinde ve arkasında küller dışında hiçbir şey bırakmayışında. Yeni baştan başlamak için boş bir sayfa. Mellifare ve İmparator tapınaktan kaçarlarken alevler Tanrıça’nın flamalarını sarıp ikonlarını alazladı, bin mumu eritti ve her şeyi yaktı.
ANa
“Yanmana izin vermeliydim,” diye fısıldadı bir ses kulağına. Ana hemen omzunun üzerinden baktı ama sokak bir ısıtıcının başında ısınmaya çalışan bir grup insan dışında boş ve karanlıktı. Ana boğazına çöreklenen korkuyu yuttu. E0S yanında süzülüp merakla bipledi. Ana başını iki yana salladı. Ufak robota, “Önemli bir şey yok,” deyip kalın, içi kürklü paltosuna sıkıca sarındı. Bu ses, en iyi arkadaşına aitmiş gibi gelse de önemli değildi.
En iyi arkadaşı onu altı ay önce öldürmeye çalışmış olsa da önemli değildi. E0S ona inanmadı, zaten Ana da kendine inanmamıştı. İliklere kadar üşüten bir rüzgâr dar sokaklarda kuvvetle esip kısa siyah saçlarını karıştırınca Ana ürperdi. Soğuktan nefret ediyordu neredeyse dondurulmuş meyvelerden ve korselerden nefret ettiği kadar. Ama Neon Şehir’den nefret etmeye içi elvermiyordu. Burası Eros’taydı ama rüyalardan fırlamış gibi duran yeşil arazinin geri kalanı gibi gelmiyordu.
Gezegenin güney çeyreğinde yer alan Neon Şehir sürekli nemli çimento, lağım suyu ve taze yağmur gibi kokuyordu ama uzaktan güzeldi su birikintilerinden ve sokaklarda süzülen sislerin içinden yansıyan ışıklarla çevriliydi. Binalar delip geçici hançerler gibi göğe yükseliyordu, yağmurdan ıslak ve parlaktılar. Bu, şehre periliymiş gibi ürpertici bir ışıltı veriyordu. Şehrin Ana’nın yürüdüğü dış mahallelerinde sokaklar karanlıkla örtülüydü. Di’nin Demir Taht’a çıkışından beri altı ay geçmişti.
Di’nin onun karnına bir ışıkkılıcı sokup onu neredeyse öldürmesinin üzerinden geçen altı ay – hayır, Ana bunu düşünemezdi. Düşünmeyecekti. Yoksa karnındaki yara zonklayacaktı ve KOVAN kırmızı gözleriyle Di’nin kulağına usulca fısıldayışını hatırlayacaktı, “Yanmalıydın.” Üstelik Di’yionun Di’sini sonsuza dek KOVAN’a kaybetmişti. KOVAN’ın ne olduğunu doğru dürüst anlamıyordu bile kısmen Yapay Zekâ, kısmen beyin yıkayan bir virüs. Lord Rasovant bunu zor Metalleri boyunduruk altına almak için yaratmıştı ama program onların düşüncelerini, hatıralarını…
her şeylerini siliyordu. Ta ki Metaller sadece kuklaya dönüşene dek. Ana, saraya varana kadar KOVAN’ı Lord Rasovant’ın değil de başka bir şeyin kontrol ettiğini fark etmemişti. Büyük Karanlık. Büyük Karanlık’ın nasıl bir şekil aldığını bilmiyordu –bir Yapay Zekâ mıydı, bir insan mıydı yoksa bir canavar mıydı ama Di kılıcı karnına saplarken gözlerinin kırmızısında korkunç bir şey görmüştü. Sokakta yine bir esinti dolaşıp çöplerle kurumuş yaprakları havalandırdı ve Ana’nın kapüşonunu açtı. Ana ve E0S krallıktaki düzinelercesi gibi içi boşaltılmış ve yanmış bir Demir Tapınak’ı geçtiler. Kimse henüz kundakçıyı bulamamıştı ama İmparator ve Demir Kurul’daki Demirkanlılar başıboş Metalleri suçluyorlardı tıpkı Ana’nın suikastı için başıboş Metalleri suçladıkları gibi. Ana’nın ölümünün ardından İmparator hiç olmadığı kadar fazla Metal’i KOVANlamış, muhakeme gücü olmayan askerlerden bir ordu yaratmıştı. Karşılığında, Siege ve donanması sığınaklar yaratmıştı: Metal lerin ve onları destekleyen kişilerin güvende olmak için gidebilecekleri yerler. Ya da en azından daha güvende olmak için. Demir Tapınak’ın ön kapıları patlatılarak açılmıştı, menteşelerinden alazlanmış hâlde sarkıyorlardı; tapınağın kendisi ise içi dışına çıkarılmış bir ceset gibiydi, kararmış ve küllerle kaplıydı. Altındaki kutsal mezarlar da saygısızlığa uğramıştı. Bina neredeyse bin yıldır ayaktaydı ve yangından sonra bile durmaya devam ediyordu.
Başıboş Metaller bir tapınağı öylesine yakmazlardı bir mezarı içinden hiçbir şey almadan yağmalamazlardı. Bu, Ana’ya hiç mantıklı gelmiyordu. Bunun arkasında KOVAN vardı, Ana buna emindi. Yangınlar, İmparator tahta geçtikten kısa süre sonra başlamıştı ve her tapınak aynı şekilde yok ediliyordu izledikleri kalıp fazla netti. KOVAN bir şey arıyordu. Ama Ana bunun ne olduğunu çözememişti. İçeride az sayıda insan bir çöp bidonundaki harlı olmayan ateşin etrafına sokulmuştu. Rüzgâr, kutsal şarkıları söyleyen seslerle dolu canlı bir kemanın sesini taşıdı. Bu, Wick’in çaldığı ve Riggs’in detone şekilde söylediği şarkıları hatırlattı Ana’ya o sırada Di’yi daldığı sıkıcı bir tıp kitabından çekip çıkarırdı ve dans ederlerdi. Ya da dans etmeye çalışırlardı. Metaller dans etme konusunda pek iyi değillerdi.
Ana’nın kulakları tanıdık ayak sesleriyle dikildi Messierler. Bir kız, “Dağılın!” diye bağırınca grup farklı yönlere kaçtı, yanmış pencerelerden dışarı atlayıp dökülen duvarların arasına karıştılar. Ana paltosunun kapüşonunu hemen takıp bir evin gölgeli sahanlığına gizlendi, E0S de paltosunun içine daldı. Devriye yaklaştı ve Ana elini paltosunun iç cebine soktuğunda parmak uçları küp şeklindeki ufak bellek çekirdeğine değdi; Di’ninkiydi, bir erik boyundaydı ve soğuktu. Messierler geçerken Ana nefesini tuttu. Tertemiz mavi üniformalar, tıpatıp aynı mavi gözler, cilalı botlar ve cilalı metal yüzler.
Onlar gidince kapıya dayandı, nefesi dudaklarından bir buz buharı olarak çıkıyordu. Ana paltosuna takılı iletişim bağlantısına dokunup hedefine doğru ilerledi. “Bu gece gecekondu mahallesinde bir devriye dolaşıyor ama koordinatlara ulaşmak üzereyim.” Bir anlığına kulaklığında sadece cızırtı oldu, sonra kaptanı, “Tabii ki devriye var.
Muhtemelen yine bir Metal’i tutuklamak içindir. Dikkatli ol, canım. Robb, Jax, sizde durum nasıl?” dedi. Robb’un belirgin Eros aksanı, “Beklemedeyiz,” dedi. Kulağına arka plandan usul mırıltılar doldu. Robb ve Jax yakınlarda, gecekondunun barlarından birinde kumar oynuyorlardı. “Jax, onun çok fazla bahis yatırmasına izin verme,” diye ekledi Kaptan.
Jax iletişim bağlantısında oyuncu bir edayla nefesini tuttu. “Robb’un mu? Asla. O, para konusunda aziz gibidir.” Dossier’in cephane önderi Lenda, “Tabii, harcama konusunda,” diye homurdandı. Ana’nın kulaklığını kahkahalar doldurduğunda sinirleri biraz olsun yatıştı. “Bir şey yanlış giderse haber veririm.” “Dikkatli ol. Starbright özellikle seninle yalnız görüşmek istemeseydi orada bizzat kendim olurdum,” diye ekledi Kaptan. Ana alayla, “Başına bir milyondan fazla bakır konmuşken mi?” diye belirtti. “Sanmıyorum kusura bakma, Kaptan.” Herhalde o sırada Siege ve Lenda’yla beraber kokpitte olan Talle iletişim bağlantısından, “Hepimizin bir derdi var,” diyerek araya girdi. “Dikkatli olacağım demir ve yıldızlar üzerine,” diye söz verdi Ana ve bağlantıyı kesmek için yakasındaki yıldız şekilli ufak iletişim sistemine dokundu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYıldız Ruh – Demir Yürek 2. Kitap
- Sayfa Sayısı376
- Yazar Ashley Poston
- ISBN9786258387766
- Boyutlar, Kapak13,5*21, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bana Aitsin ~ Karen Rose
Bana Aitsin
Karen Rose
Bir sır saklıyorsunuz! Üstelik bir seri katilden! Hatta katilin izinde olan bir dedektiften! Baltimore Cinayet Masası Dedektifi J.D. Fitzpatrick meslek hayatı ve Afganistan’daki görev...
- Pirinç Kuşu ~ Natsume Soseki
Pirinç Kuşu
Natsume Soseki
Taze bahar soğuğunda Mabet önünde Bir turna düşledim.” Modern Japon edebiyatının kurucularından Natsume Sōseki, ülkesindeki topyekûn modernleşme sürecinde toplumda yaşanan hızlı ve keskin dönüşümün...
- Kağıttan Kentler ~ John Green
Kağıttan Kentler
John Green
Kendini ararken kaybolmanın ve yeni bir başlangıçla hayat ile aşkı keşfetmenin hikâyesi… Quentin Jacobsen tüm hayatını, maceraperestliğin kitabını yazmış Margo Roth Spiegelman’ı uzaktan severek...