I. Bölüm
BELLEROSE
Büyü değmiş bir vücutta akıldan çıkmayan bir şey vardır. Çoğu insan ilk önce kokuyu fark etmişti: Çürümenin yaydığı kokuşmuşluk değil de burunlarına dolan boğucu bir tatlılık, dillerinde hissettikleri keskin bir tattı bu. Çok az kişi ise havada bir karıncalanma hissetti. Cesedin derisinde kalan aurayı. Sanki büyü hâlâ bir şekilde oradaydı, izliyor ve bekliyordu. Canlı bir şekilde. Bu tür şeyler hakkında konuşacak kadar aptal olanların sonu kazığa oturtulmak olmuştu elbette. Geçen yıl Belterra’da toplam on üç ceset bulunmuştu; önceki yıllara kıyasla iki kat fazla. Kilise her ölümün gizemli detaylarını örtbas etmek için elinden geleni yapsa da hepsi kapalı tabutlara konmuştu.
“İşte orada.” Coco köşedeki bir adamı işaret etti. Mum ışığı, gölgedeki yüzünün yalnızca yarısını aydınlatmış olsa da paltosundaki altın sırmalı kumaşın ya da boynundaki ağır nişanın tanınmayacak bir yanı yoktu. Sandalyede sopa yutmuş gibi oturuyordu, yarı çıplak bir kadın onun tombul göbeğine yayılmış olduğu için besbelli rahatsızdı. Sırıtmadan edemedim. Sadece Madam Labelle, Pierre Tremblay gibi bir soyluyu genelevin arka odalarında bekletirdi.
“Hadi.” Coco karşı köşedeki bir masayı işaret etti. “Babette birazdan gelir.” “Ne tür bir gösteriş meraklısı yas tutarken sırmalı kumaş giyer ki?” diye sordum. Coco omzunun üzerinden Tremblay’ye bakıp sırıttı. “Paralı türden bir gösteriş meraklısı.” Kızı Filippa, bulunan yedinci ceset olmuştu. Gecenin bir yarısı ortadan kaybolduktan sonra, L’Eau Mélancolique’in* kenarında, boğazı kesilmiş bir hâlde yeniden ortaya çıkmasıyla elit tabaka derinden sarsılmıştı. Ama daha kötüsü de vardı. Ağarmış saçları, buruşuk cildi, kataraktlı gözleri ve boğum boğum olmuş parmakları hakkındaki söylentiler tüm krallığa yayılmıştı. Daha yirmi dört yaşında, bir kocakarıya dönüşmüştü. Tremblay’nin soylu çevresi buna anlam verememişti. Bilindiği kadarıyla bir düşmanı yoktu, böylesi bir vahşet için gerekçe gösterilebilecek bir kan davası da. Filippa’nın düşmanları olmasa da gösteriş meraklısı babası büyülü eşya kaçakçılığı yaparken onlardan bolca biriktirmişti. Kızının ölümü bir uyarı niteliğindeydi: Cadıları sömürmenin cevapsız kalmadığını gösteren bir uyarı.
“Bonjour, messieurs.” Bal rengi saçlı bir fahişe umutla kirpiklerini kırpıştırarak bize yaklaştı. Coco’ya attığı pişkin bakışlar beni güldürdü. Coco erkek kılığında bile gözalıcıydı. Yara izleri ellerinin koyu kahverengi derisini bozmasına rağmen –onları eldiven takarak gizlemişti– yüzü pürüzsüzdü ve siyah gözleri bu loş ortamda bile parlıyordu. “Sizi bana katılmaya ikna edebilir miyim?” “Üzgünüm, hayatım.” En yapmacık ses tonumu takınarak diğer erkeklerin yaptığına şahit olduğum gibi fahişenin elini okşadım. “Ama bu sabah için sözümüz var. Matmazel Babette birazdan bize katılacak.” Sadece bir saniyeliğine durup dudak büktükten sonra, davetini hevesle kabul eden yan masaya geçti.
“Sence yanında mıdır?” Coco, yüzüksüz parmaklarında biraz oyalanarak kel kafasının tepesinden cilalı ayakkabılarının topuğuna kadar Tremblay’yi dikkatle süzdü. “Babette yalan söylemiş olabilir. Bu bir tuzak olabilir.” “Babette yalancı olabilir ama aptal değil. Parasını almadan bizi satmaz.” Diğer fahişeleri hastalıklı bir hayranlıkla izledim. İncecik belleri ve taşan memeleriyle, korseleri onları yavaş yavaş boğmuyormuş gibi daimi müşterileri arasında salına salına dans ediyorlardı. Ancak dürüst olmak gerekirse birçoğu korse giymiyordu. Ya da herhangi bir şey. “Haklısın.” Coco ceketinin cebinden para kesemizi çıkarıp masaya attı. “Sonrasında satacak.” “Ah, mon amour,* kalbimi kırıyorsun.” Babette sırıtıp şapkamın siperine hafifçe vurarak dibimizde bitiverdi. Genelevdeki diğer kızların aksine, soluk tenini örtebildiği kadar kırmızı ipekle sarmalamıştı. Geri kalan kısımlar yoğun, beyaz makyajdan ve yara izlerinden ibaretti.
Kollarını ve göğsünü Coco’nunkilere benzer şekilde sarıyorlardı. “Ayrıca on altın couronne** daha verseler bile sana ihanet etmeyi aklımdan bile geçirmem.” “Günaydın Babette.” Kıkırdayarak bir ayağımı masaya dayadım ve geriye yaslanıp sandalyemin arka bacakları üzerinde dengemi buldum. “Ne zaman parayı çıkarsak saniyeler içinde belirmen gerçekten olağanüstü. Kokusunu falan mı alıyorsun?” Sırıtmamak için kendini zorlayan Coco’ya döndüm. “Sanırsın kokusunu alabiliyor.” “Bonjour Louise.” Babette, Coco’ya doğru eğilip sesini alçaltmadan önce yanağımı öptü. “Cosette, her zamanki gibi büyüleyici görünüyorsun.” Coco gözlerini devirdi. “Geciktin.” “Özür dilerim.” Babette sevecen bir gülümsemeyle boynunu büktü. “Ama sizi tanıyamadım. Böyle güzel kadınların neden erkek gibi davranmakta ısrar ettiğini asla anlayamayacağım…”
“Yanında refakatçi olmayan kadınlar çok dikkat çekiyor. Bunu
sen de biliyorsun.” Yapmacık bir şekilde sırıtırken, üzerinde çalışılmış bir rahatlıkla masada parmaklarımla tempo tuttum. “İçimizden
herhangi biri cadı olabilir.”
“Hah!” Mânâlı mânâlı göz kırptı. “Sadece bir aptal sizin kadar
çekici iki varlığı o sefil, vahşi yaratıklarla karıştırır.”
“Şüphesiz.” Şapkamı daha da alçaltarak başımla onayladım.
Coco ve Babette’in izleri mahiyetlerini ortaya koyarken, Dames
Blanches*
toplumda neredeyse fark edilmeden hareket edebilirdi.
Tremblay’nin üstündeki kahverengi tenli kadın onlardan biri olabilirdi. Ya da merdivenden çıkıp gözden kaybolan bal rengi saçlı fahişe. “Gelgelelim Kilise önce alevleri konuşturur. Sorular ise ikinci
plandadır. Kadın olmak için tehlikeli bir zaman.”
“Burada değil.” Babette kollarını açtı, dudakları yukarı doğru
kıvrıldı. “Burada güvendeyiz. Burada kıymetimiz biliniyor. Hanımımın teklifi hâlâ geçerli…”
“Hanımın gerçeği bilseydi seni de bizi de yakardı.” Bariz serveti
iki fahişeyi daha cezbeden Tremblay’ye tekrar baktım. Pantolonunu
açma girişimlerini kibarca reddetti. “Onun için buradayız.”
Coco para kesemizi masaya boşalttı. “Konuştuğumuz gibi, on
altın couronne.”
Babette parayı kokladı ve burnunu havaya kaldırdı. “Hımm…
Yirmiydi diye hatırlıyorum.”
“Ne?” Sandalyem büyük bir patırtıyla yere devrildi. En yakınımızdaki müşteriler bizim tarafa bir bakış attı ama onları görmezden geldim. “On demiştik.”
“Bu, siz duygularımı incitmeden önceydi.”
“Lanet olsun, Babette.” Babette daha dokunamadan Coco paramızı kaptı. “Bu miktarda bir parayı biriktirmemiz ne kadar sürdü
biliyor musun?”
Sesimi yükseltmemek için çaba gösterdim. “Yüzüğün Tremblay’de olup olmadığını bile bilmiyoruz.”
Babette sadece omuz silkti ve avucunu uzattı. “Sıradan suçlular gibi sokakta yankesicilik yapma konusunda ısrar etmen benim suçum değil. Bellerose’da tek bir gecede bunun üç katını kazanırsın ama bunun için fazla gururlusun.” Coco derin bir nefes aldı, masanın üzerindeki ellerini yumruk yaptı. “Bak, hassas duygularını incittiğimiz için üzgünüz ama on diye anlaştık. Yoksa karşılayamayız…” “Cebindeki parayı duyabiliyorum, Cosette.” Şaşkınlık içinde bakışlarımı Babette’e diktim. “Sen hakikaten lanet olası bir tazısın.”
Gözleri parladı. “Hadi ama, seni buraya hanımımın Mösyö Tremblay ile olan işine kulak misafiri olman için kendimi riske atarak çağırıyorum, yine de gelmiş bana hakaret ediyorsun, şeymişim gibi…” Fakat tam o anda uzun boylu, orta yaşlı bir kadın merdivenlerden aşağı süzüldü. Üzerindeki koyu zümrüt rengi elbise, alev rengi saçlarını ve kum saati figürünü ortaya çıkarıyordu. Tremblay, onu gördüğü gibi ayağa kalktı ve –Babette dahil– etrafımızdaki tüm fahişeler reverans yaptı.
Çıplak kadınların reveranslarını izlemek oldukça garipti. Tremblay’nin kollarını büyük bir gülümsemeyle kavrayan Madam Labelle, adamın hem yanaklarını öptü hem de duyamadığım bir şeyler mırıldandı. Kolunu Tremblay’ninkine geçirip onu merdivenlerin karşısındaki odaya geri götürürken içimi bir panik sarmaya başladı. Babette gözünün ucuyla bizi izliyordu. “Çabuk karar verin, mes amours* . Hanımım meşgul bir kadın. Mösyö Tremblay ile işi uzun sürmeyecek.” Ona baktım, ellerimi güzel boynuna sarıp sıkmamak için kendimi zor tutuyordum. “En azından bize hanımının ne alacağını söyleyebilir misin? Sana bir şey söylemiş olmalı. Yüzük mü yoksa? Tremblay’de mi?” Ciğer görmüş kedi gibi sırıttı. “Belki… bir on couronne daha verirseniz söylerim.”
Coco ile birlikte ona ters bir bakış attık. Babette dikkatli olmazsa yakında ne kadar sefil ve vahşi olabileceğimizi öğrenecekti. Bellerose, fahişelerinin konuklarını eğlendirmesi için ayarlanmış on iki lüks odasıyla iftihar duyardı ancak Babette bizi bunların hiçbirine götürmedi. Bunun yerine, koridorun sonundaki, üzerinde işaret olmayan on üçüncü kapıyı açıp bize içeri kadar eşlik etti. “Bellerose’un gözlerine ve kulaklarına hoş geldiniz, mes amours.” Gözlerimi kırpıştırarak bu yeni, daha dar koridorun karanlığına alışmalarını bekledim. Dikdörtgen şeklinde, büyük ve bir duvar boyunca düzenli aralıklarla dizilmiş on iki pencereden içeri ince bir ışık süzülüyordu. Ancak daha yakından baktığımda onların pencere değil, portre olduklarını fark ettim.
En yakınımda duranın burnuna dokunarak çerçevenin sonuna gelene kadar parmağımı sürttüm: Çekici kıvrımları ve davetkâr bir gülümsemesi olan güzel bir kadındı. “Kim bunlar?” “Geçmiş yılların ünlü fahişeleri.” Babette kadına düşünceli bir ifadeyle gıpta ederek baktı. “Onun portresinin yerine bir gün benimki asılacak.” Kaşlarımı çatarak söz konusu kadını incelemek için biraz daha yaklaştım. Aynadaki yansıması çizilmişti, bir şekilde tüm renkleri soluktu, sanki bir resmin arkası gibiydi. Bir de… Yok artık. İki altın sürgü gözlerini kapatıyordu. “Bunlar gözetleme delikleri mi?” diye sordu Coco yakınlaşarak.
“Bu nasıl bir saçmalık, Babette?” “Şşş!” Babette aceleyle işaretparmağını dudaklarına götürdü. “Göz ve kulak, hatırladın mı? Kulak. Burada fısıldaman gerek.” Böylesi bir mimari özelliğin amacını düşünmek bile istemedim. Bunun yerine evime, tiyatroya döndüğümde oldukça uzun bir banyo yapmak istiyordum. Liflenecektim. Güzelce liflenecektim. Liflenirken gözlerimin yuvalarından çıkmayacağını umuyordum. Ben tiksintimi dile getiremeden, etrafımda iki gölge hareket etti. Gölgeler şekillenmeden önce botumdaki bıçağa davranarak hızla döndüm. İki feci şekilde tanıdık, feci şekilde sevimsiz adam bana
pis pis bakarken öylece durdum.
Andre ve Grue. Elimi bıçaktan çekmeyerek Babette’e ters ters baktım. “Onlar burada ne arıyor?”
Andre sesimi duyduğu gibi karanlıkta yavaşça göz kırpıştırarak
öne eğildi. “Yoksa bu…”
Grue yüzümü inceledi, bıyığımı atlayarak koyu kaşlarım, turkuaz gözlerim, çilli burnum ve bronzlaşmış cildimde gözlerini gezdirdi. Uğursuz bir gülümseme geçti yüzünden. Ön dişi kırılmıştı.
Ayrıca sarıydı. “Merhaba Lou Lou.”
Onu görmezden gelerek Babette’e imalı bir bakış attım. “Bu anlaşmanın bir parçası değildi.”
“Ah, sakin ol, Louise. Burada çalışıyorlar.” Kendini, adamların
az önce kalktıkları ahşap sandalyelerden birine attı. “Hanımım onları güvenlik olarak tuttu.”
“Güvenlik mi?” Coco kendi bıçağını almak için ceketine uzanarak alay edercesine güldü. Andre dişlerini gösterdi. “Röntgencilik
ne zamandan beri güvenlik sayılıyor?”
“Bir müşteriden rahatsızlık duyarsak tek yapmamız gereken iki
kez kapıya tıklatmak, böylece bu sevimli beyler müdahale ediyor.”
Babette solgun, yara izli ayak bileğini ortaya çıkararak tembel bir
şekilde ayağıyla portreleri işaret etti. “Onlar birer kapı, mon amour.
Ânında erişim sağlıyorlar.”
Madam Labelle aptalın tekiydi. Bu şeyin tek açıklaması buydu,
bu… aptallığın.
Tanıdığım en aptal hırsızlardan ikisi, Andre ve Grue, Doğu Yakası’ndaki bölge sınırlarımızı sürekli ihlal etmişlerdi. Biz nereye gitsek onlar –genellikle iki adım gerimizden gelerek– takip etmiş ve onlar nereye gitse polis de kaçınılmaz olarak onların peşinden gelmişti. Büyük, çirkin ve gürültücü bu iki tip, Doğu Yakası’nda başarılı olmak için gerekli incelik ve beceriden yoksundu. Tabii bir de zekâdan.
Herhangi bir şeye ânında erişim ile ne yapacaklarını hayal bile etmek istemedim. Özellikle seks ve şiddete. Bu ticarethane örneğine bakılacak olursa, belki de bunlar genelev duvarlarının arasında meydana gelen ahlaksızlıklardan en hafifiydi. “Merak etmeyin.” Babette aklımı okumuş gibi, adamlara ufak bir tebessüm etti. “Bilgi sızdıracak olurlarsa hanımım onları öldürür. Öyle değil mi, messieurs?” Yüzlerindeki pis gülümseme kayboldu ve gözlerini çevreleyen rengi sonunda fark ettim. Morluklar. Yine de bıçağımı indirmedim. “Peki, onları hanımına bilgi sızdırmaktan alıkoyan ne?” “Yani…” Babette ayağa kalkıp koridorun ilerisindeki bir portreye gitti. Yanındaki küçük altın düğmeye basacak gibi elini kaldırdı. “Sanırım bu onlara ne vermeye razı olduğunuza bağlı.” “Hepinizi bıçaklasam nasıl…” “Ah, ah, ah!” Babette öne atıldığımda düğmeye bastı ve ben bıçağım havada dururken fahişe portresinin gözlerinin üzerindeki altın sürgüler açıldı. Madam Labelle ve Tremblay’nin boğuk sesleri koridoru doldurdu.
“Dikkatli düşün, mon amour,” diye fısıldadı Babette. “Değerli yüzüğün hemen yan odada olabilir. Gel, kendi gözlerinle gör.” Parmağı hâlâ düğmenin üzerinde, portrenin önünde durmama müsaade ederek kenara çekildi. Bir küfür mırıldanarak fahişenin gözlerinden görmek için parmak uçlarımda durdum. Tremblay, odanın lüks, çiçek desenli halısı boyunca yürüdü. Sabah güneşinin her şeyi yumuşak, altın bir ışığa bürüdüğü bu soluk renkli odada teni daha da solgun görünüyordu ve boncuk boncuk terlemişti. Gergince dudaklarını yalayarak, kapının oradaki bir uzanma koltuğundan onu izleyen Madam Labelle’in bakışlarına karşılık verdi. Otururken bile kadından muhteşem bir zarafet yayılıyordu, başı dikti ve ellerini kavuşturmuştu. “Sakin olun, Mösyö Tremblay. Sizi temin ederim, gerekli parayı bir hafta içinde hazırlayacağım. En fazla iki hafta.”
Adam aksi bir şekilde başını iki yana salladı. “Fazla uzun bir
süre.”
“İstediğiniz fiyat göz önüne alındığında yeterince uzun olmadığı bile söylenebilir. Sadece kral böylesi uçuk bir miktarı karşılayabilir ve kendisinin de büyülü yüzüklere ilgisi yok.”
Kalbim boğazıma tırmanırken Coco’ya bakmak için portreden
uzaklaştım. Kaşlarını çatıp daha fazla couronne için ceketini karıştırdı. Andre ve Grue neşeyle sırıtarak parayı cebe indirdiler.
Yüzüğü çaldıktan sonra canlı canlı derilerini yüzeceğime dair
kendime söz verdim ve dikkatimi tekrar odaya çevirdim.
“Peki… peki sana başka bir alıcım olduğunu söylersem?” diye
sordu Tremblay.
“Size yalancı derim, Mösyö Tremblay. Kızınıza olanlardan sonra
elinizdeki eşyalara sahip olmakla övünmeye devam edemezsiniz.”
Tremblay onunla yüzleşmek için döndü. “Kızımın adını ağzına
alma.”
Eteğini düzelten Madam Labelle onu tamamen görmezden geldi. “Hâlâ büyü karaborsasında olmanıza şaşırdım. Bir kızınız daha
var, değil mi?” Adam cevap vermediğinde, kadının yüzünde küçük
ve acımasız bir gülümseme belirdi. Zafer kazanmış gibi bir gülümseme. “Cadılar acımasızdır. Yüzüğe sahip olduğunuzu öğrenirlerse
ailenizden geriye kalanlara gösterecekleri öfke… hoş olmayacaktır.”
Adamın yüzü morarırken kadına doğru bir adım attı. “İma ettiğiniz şeyi takdir ettiğimi söyleyemem.”
“O zaman tehdidimi takdir edin, monsieur. Bana karşı gelmeyin
yoksa yapacağınız en son şey bu olur.”
Gülmemi bastırarak şimdi sessizce kahkahaya boğulmuş Coco’ya tekrar baktım. Babette bize sert bir bakış attı. Büyülü yüzükler bir yana, sadece bu konuşma kırk couronne değerinde olabilirdi.
Tiyatro bile bu melodramın yanında sönük kalırdı.
“Şimdi, söyleyin bana,” dedi Madam Labelle, kendinden hoşnut
bir şekilde, “başka bir alıcınız var mı?”
“Putain.”*
İsteksizce başını iki yana sallamadan önce birkaç saniye boyunca kadına baktı.
“Hayır, başka bir alıcım yok. Aylarımı eski tanıdıklarımla olan
tüm bağlantılarımdan feragat ederek geçirdim, tüm envanteri temizledim, yine de bu yüzük…” Zorlukla yutkundu ve öfkesi yavaş
yavaş dindi. “İblisler bende olduğunu öğrenecek diye herhangi birine bahsetmekten korkuyorum.”
“Onların herhangi bir eşyasını karaborsada satmakla akılsızlık
ettiniz.”
Tremblay cevap vermedi. Gözleri uzaklara dalmıştı, bakışları
boştu, bizim göremediğimiz bir şeyi görüyormuş gibiydi. Boğazım
açıklanamaz bir şekilde düğümlendi. Adamın çektiği çileden habersiz olan Madam Labelle acımasızca lafına devam etti. “Bunu
yapmasaydınız, belki de sevgili Filippa hâlâ bizimle olurdu…”
Kızının adını duymasıyla kafasını çevirmesi bir oldu, artık boş
bakmayan gözleri hiddetle parladı. “İblislerin ona yaptıkları şey
için yandıklarını göreceğim.”
“Ne kadar aptalsınız.”
“Pardon?”
“Düşmanlarımın neler çevirdiğini bilmek benim işimdir, monsieur.” Kadın incelikle ayağa kalktı ve adam yarım adım geri tökezledi. “Onlar artık sizin de düşmanlarınız olduğuna göre benden
size bir tavsiye: Cadıların işlerine karışmak tehlikelidir. İntikamınızı unutun. Bu gölgeler ve büyü dünyası hakkında öğrendiğiniz
her şeyi unutun. Bu kadınlar karşısında güçsüz ve feci derecede
noksansınız. Ölüm, işkenceleri arasında en nazik olanıdır; sadece
onu hak edenlere verilen bir armağandır. Bunu, sevgili Filippa ile
öğrendiğinizi sanıyordum.”
Yüzü asıldı ve öfkeden tükürükler saçarak dikeldi. Madam Labelle yine de adamdan birkaç santim uzun görünüyordu. “Çi-çizgiyi aşıyorsun.”
Madam Labelle geri çekilmedi. Bunun yerine, hiç istifini bozmadan elini elbisesinin korsesinden aşağı götürüp eteğinin cebinden bir yelpaze çıkardı. Sapına gizlenmiş bir bıçak görünüyordu. “Hoşbeş buraya kadarmış. Peki madem. İşimize bakalım.” Kadın elindekini tek bir savuruşuyla açarak ona doğru uzattı. Tremblay dikkatle bıçağı süzerek bir adım geriledi. “Sizden yüzüğü almamı istiyorsanız tam şu anda alacağım; belirlediğiniz fiyattan beş bin altın couronne daha azına.”
Adamın boğazından tuhaf bir boğulma sesi yükseldi. “Sen kafayı yemişsin…” “Kabul etmezseniz,” diye devam etti kadın, sesi sertleşerek, “buradan, kızınızın boynunda bir ilmikle ayrılacaksınız. Adı Célie, değil mi? La Dame des Sorcières,* kızınızın gençliğini tüketip cildinin ışıltısını ve saçının parlaklığını içmekten zevk alacaktır.
Cadıların onunla işi bittiğinde tanınmaz hâlde olacak. Boş. Parçalanmış. Tıpkı Filippa gibi.” “Sen… sen…” Tremblay’nin gözleri fal taşı gibi açıldı ve parlayan alnında bir damar belirdi. “Fille de pute!** Bana bunu yapamazsın. Bunu yapamazsın…” “Hadi, monsieur, tüm gün sizi bekleyemem. Prens, Amandine’den döndü ve şenlikleri kaçırmak istemiyorum.” Adamın çenesi inatla kasıldı. “Ben… ben yanımda getirmedim.” Lanet olsun. Acı ve keskin bir hayal kırıklığı geçip gitti içimden. Coco bir küfür mırıldandı. “Sana inanmıyorum.” Madam Labelle odanın penceresine doğru yürüyerek aşağı baktı. “Ah, Mösyö Tremblay, nasıl olur da sizin gibi bir beyefendi kızını bir genelevin dışında bekletir? Ne kadar da kolay bir av.” Artık bolca terleyen Tremblay aceleyle ceplerini gösterdi. “Yemin ederim, yanımda değil! Bak, bak!” Ceplerinin içini kadına döndürdüğünde yüzümü portreye daha da yakınlaştırdım: İşlemeli bir el bezi, gümüş bir cep saati ve bir avuç bakır couronne vardı. Ama yüzük yoktu. “Lütfen, kızımı rahat bırak! Onun bu işle bir ilgisi yok!”
O kadar acınası görünüyordu ki tüm planlarımı mahvetmiş olmasaydı onun için üzülebilirdim. Ancak titreyen uzuvlarını ve solgun yüzünü görmek içimi kindar bir zevkle doldurdu. Madam Labelle de benimle aynı duyguları paylaşıyor gibiydi. Penceredeki elini indirerek dramatik bir şekilde iç çekti ve –merakla– arkasında durduğum portreye bakmak için döndü. Geriye sendeleyerek popomun üstüne düştüm ve içimden bir küfür savurdum. “Ne oldu?” diye fısıldadı Coco yanıma çömelerek. Babette kaşlarını çatarak, düğmeye basmayı bıraktı. “Şşş!” Odayı işaret ederek ellerimi çılgınca salladım. Sanırım – sesimi çıkarmaya cesaret edemediğimden dudaklarımı oynatarak konuştum– beni gördü. Coco’nun gözleri panikle açıldı. Kadının sesi daha yakından gelirken hepimiz donup kalmıştık, sessizdi ama ince duvardan duyulabiliyordu. “Lütfen söyleyin, monsieur… nerede o zaman?” Yok artık. Coco ve ben şaşkınlık içinde birbirimize baktık. Portreye geri dönmeye cesaret edemememe rağmen duvara öyle bir yapıştım ki sıcak ve huzursuz nefesimi yüzümde hissedebiliyordum. Ona cevap ver, diye yalvardım sessizce. Söyle bize. Mucizevi bir şekilde Tremblay, en tatlı müzikten daha ahenkli bir öfkeyle dolu cevabını lütfetti. “Konağımda kilitli, seni salope ignorante…
“Kâfi, Mösyö Tremblay.” Odalarının kapısı açılırken kadının suratında bir gülümseme olduğunu hayal ettim. Benim yüzümdeki gibi. “Umarım, kızınızın iyiliği için yalan söylemiyorsunuzdur. Şafakta paranızla birlikte konağınızda olacağım. Beni bekletmeyin.”
CHASSEUR
“Dinliyorum.”
Kalabalık pastanede oturan Bas, dantel kravatına bir damla bile
dökmemeye dikkat ederek bir kaşık chocolat chaud’yu*
dudaklarına
götürdü. Ona benimkinden bir damla sıçratmamak için kendimi
zor tuttum. Planladığımız şey için iyi bir ruh hâlinde olmasına ihtiyacımız vardı.
Bir aristokratı dolandırmak konusunda kimse Bas’ın eline su
dökemezdi.
“Mesele şu ki,” dedim, kaşığımı ona doğrultarak, “Tremblay’nin
kasasındaki her şeyi ödeme olarak cebine atabilirsin ama yüzük
bizim.”
Öne eğildi, koyu gözlerini dudaklarıma dikti. Sinirli bir şekilde
chocolat’yı bıyığımdan sildiğimde gülümsedi. “Ah, evet. Büyülü bir
yüzük. İtiraf etmeliyim ki böyle bir nesneyle ilgilenmene şaşırdım.
Her türlü büyüden feragat ettiğini sanıyordum.”
“Yüzük farklı.”
Gözleri bir kez daha dudaklarımla buluştu. “Elbette öyle.”
“Bas.” Dikkatini çekmeye çalışarak suratının önünde parmaklarımı şıklattım. “Odaklan, lütfen. Bu çok önemli.”
Bir zamanlar, Cesarine’e vardıktan sonra, Bas’ın oldukça yakışıklı olduğunu düşünmüştüm. Flört edeceğim kadar yakışıklı. Kesinlikle öpeceğim kadar yakışıklı. Sıkış tepiş oturduğumuz masanın öteki ucundan çenesindeki koyu çizgiyi süzdüm. Orada hâlâ küçük bir yara izi vardı –kulağının hemen altında, sakalının gölgesinde saklanıyordu– daha tutkulu gecelerimizden birinde onu ısırmıştım. Aklıma gelen anıyla kederli bir şekilde iç çektim. Teni esmerin en güzel tonuydu. Bir de sıkı, küçük bir poposu vardı. Aklımı okumuş gibi güldü. “Tamam, Louey, sen de aynısını yaptığın sürece düşüncelerimi toparlamaya çalışacağım.” Chocolat’sını karıştırarak yüzünde bir sırıtışla arkasına yaslandı. “Yani… bir aristokrat soymak istiyorsunuz ve elbette rehberlik için konunun uzmanına geldiniz.”
Alay edercesine gülmekle beraber dilimi tuttum. Bir baronun yeğeninin torunu olarak Bas, hem aristokrasinin bir parçası olduğu hem de olmadığı, kendine has bir yerdeydi. Akrabasının zenginliği sayesinde son modaya uygun giyinip en süslü partilere katılabiliyordu ancak aristokratlar adını hatırlamaya bile zahmet etmezdi. O partilere aristokratların değerli eşyalarını ceplemek için sık sık katıldığından bu, onun yararına bir saygısızlıktı. “Akıllıca bir karar,” diye devam etti. “Tremblay gibi budalalar sayısız güvenlik önlemi alıyor: Kapılar, kilitler, bekçiler ve köpekler bunlardan sadece birkaçı. Muhtemelen kızına olanlardan sonra daha da artırmıştır. Cadılar onu gece yarısı alıp götürdü, değil mi? Korumalarını artırmış olacaktır.”
Filippa başıma bela olmaya başlamıştı. Kaşlarımı çatarak pastanenin penceresine baktım. Görkemli vitrinde her türden hamur işine yer verilmişti: kremalı kekler, tatlı ekmekler, chocolat’lı küçük turtalar, her renkten makaron ve meyveli kurabiyeler. Ahududulu ekler ve bir elmalı tarte* vitrini tamamlıyordu. Ancak tüm bunlar bir yana, tarçını ve tatlı kremasıyla muazzam çörekler gerçekten de ağzımı sulandırdı.
Âdeta sözleşmişiz gibi Coco kendini yanımızdaki boş koltuğa
attı. Bir tabak çöreği önüme itti. “Al.”
Onu öpebilirdim. “Bir tanrıçasın. Bunu biliyorsun, değil mi?”
“Herhalde. Sadece daha sonra kusarken saçlarını tutmamı bekleme… Ah, bu arada, bana bir gümüş couronne borçlusun.”
“Hadi oradan. O benim de param…”
“Evet ama ne zaman istersen allem edip kallem edip o çöreği
Pan’dan alabilirsin. Ama couronne servis ücreti.”
Tezgâhın arkasındaki kısa, tombul adama omzumun üzerinden
baktım: Johannes Pan, bir pasta duayeni ve yarım akıllıydı. Daha da
önemlisi, Matmazel Lucida Bretton’ın yakın arkadaşı ve sırdaşıydı.
Ben Matmazel Lucida Bretton’dım. Kafamda sarı bir perukla.
Bazen takım elbise giyesim gelmiyordu ve Pan’ın kadınlara karşı
zaafı olduğunu çabucak keşfetmiştim. Çoğu zaman tek yapmam
gereken kirpiklerimi kırpıştırmaktı. Diğer günler biraz daha şey olmak zorunda kalmıştım… yaratıcı. Bas’a gizli bir bakış attım. Son
iki yıldır zavallı Matmazel Bretton’a her türden iğrenç davranışlar
sergilediğini hiç bilmiyordu.
Pan bir kadının gözyaşlarına dayanamamıştı.
“Bugün bir erkek gibi giyindim.” Nezaketten yoksun bir şekilde
ilk çöreği alıp yarısını ağzıma attım. “Oyrıca onun torcihi,” gözlerim sulanırken zar zor yuttum, “sarışınlardan yana.”
Beni izlerken Bas’ın karanlık bakışlarından bir sıcaklık yayıldı.
“O zaman beyefendi ağzının tadını bilmiyor.”
“Öğk.” Coco gözlerini devirerek öğürdü. “Bıraksan mı artık? Yas
tutmak sana yakışmıyor.”
“Bu takım sana yakışmıyor…”
Onları atışmaları için bırakarak dikkatimi tekrar çöreklere verdim. Coco beş kişiyi besleyecek kadar getirmiş olsa da bu meydan okumayı kabul ettim. Ancak üç çörek sonrası benim bile iştahımı kapamışlardı. Tabağımı kabaca ittim. “Zaman kaybetme lüksümüz yok, Bas,” diyerek araya girdim, Coco tam masanın karşısından ona atlayacak gibi dururken.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYılan ve Güvercin
- Sayfa Sayısı448
- Yazar Shelby Mahurin
- ISBN9786257973786
- Boyutlar, Kapak, Ciltli Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İklimler ~ Andre Maurois
İklimler
Andre Maurois
Sahaflarda buldum bu romanın eski bir baskısını. Varlık Yayınları’ndan çıkmıştı. 1967 yılında, Tahsin Yücel çevirisiyle. Sayfalarını karıştırırken bir ithafla karşılaştım, şöyle diyordu: “Sevgilim, bu...
- Teyzem Görünmez Oluyor ~ Salah Naoura
Teyzem Görünmez Oluyor
Salah Naoura
Keşke herkesin görünmez bir teyzesi olsa! Kaleme aldığı bol şamatalı aile hikâyeleriyle gönüllerde taht kuran ödüllü yazar Salah Naoura’dan, görünenlerle görünmeyenleri sevgi yolunda buluşturan katıksız bir aile güldürüsü...
- Var Olan Ada ~ Susanna Tamaro
Var Olan Ada
Susanna Tamaro
Yok oluş da, kurtuluş da bizim elimizde. Seçim yapma sorumluluğu bize düşüyor. Susanna Tamaro okurlarını “karası” düşüncelerden, “denizi” kelimeler den oluşan adasına davet ediyor....