Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yetişkinler
Yetişkinler

Yetişkinler

Marie Aubert

Yetişkinler, prestijli Ungdommens Kritikerpris ödülüne layık görüldü ve on dört ülkede yayımlandı. Ida; bekâr, çocuksuz bir mimar. Kendini genç hissediyor ama artık orta yaşa…

Yetişkinler, prestijli Ungdommens Kritikerpris ödülüne layık görüldü ve on dört ülkede yayımlandı.

Ida; bekâr, çocuksuz bir mimar. Kendini genç hissediyor ama artık orta yaşa yaklaşmanın ilk belirtilerini fark etmeye başladı. Biyolojik saati işliyor. Annelik onun için önemli bir konu, uzun süreli bir ilişkisi olmamasına rağmen sürekli bunu düşünüyor. Bu arada önünde yaz tatili, sıcak hava ve göl evinde kutlayacakları annesinin doğum günü var. Rahatlamak, hayat ve gelecek üzerine düşünmek için güzel bir ortam gibi görünüyor. Oysa bu tatil bambaşka şeylere gebe.

Kız kardeşi Marthe de sevgilisi ve üvey çocuğuyla orada. Ida tam da anne olmakla ilgili verdiği kararı aile üyelerine açıklamayı planlarken kız kardeşi kendisiyle ilgili harika haberi veriyor. Marthe aile mutluluğunu Ida’nın burnunun dibine sokunca bomba patlıyor ve hayal kırıklığına uğrayan Ida, onun cennetini baltalamaya başlıyor.

Yetişkinler; zedelenmiş aile bağlarının, kıskançlığın, kendini keşfetme ve hepsinden önemlisi sevgi eksikliğinden kaynaklanan utancın hikâyesidir. Marie Aubert bize, bir noktada seçeneklerin daraldığı, eş ya da anne olmanın dışında kabul gören çok az sosyal rolün kaldığı modern toplumda bekâr bir kadın olmanın ne anlama geldiğine dair de eşine az rastlanır türden bir roman sunuyor.

“Aubert, daha açılış sahnesinden itibaren hikâye anlatımındaki ustalığını gösteriyor. Diyaloglar o kadar keskin ki edebî bir alay komedisi gibi garipliğin sınırlarında geziniyor.” -Ungdommens Kritikerpris jürisi

“Başta tatlı görünen kısa bir roman… Sonrasında Aubert’in hafif ve zarif bir şekilde felakete doğru sürüklediği, neredeyse gerilim dolu bir aile hikâyesine dönüşüyor.” -Dagens Nyheter

*

Başkalarının çocukları; her zaman, her yerde. Otobüste hep daha kötü, kaçamadığımda yani. Sırtım terliyor ve sinirliyim. Güneş kirli pencerelerden içeri giriyor, otobüs Drammen’den beri dolu; Kopstad, Tønsberg ve Fokserød’de çok daha fazla insan biniyor; her yolcuya koltuk garantisine rağmen koridorda ayakta durmak zorunda kalıyor, sıkıca tutunarak sallanıyorlar. Arkamdaki koltukta bir baba ve tahminen üç yaşında bir çocuk oturuyor ve çocuk iPad’in sesini açmış Hakkebakkeskogen* filmini izliyor. Ses metalik ve rahatsız edici, baba ara sıra sesi kısıyor fakat çocuk öfkeyle uluyunca tekrar açıyor.

Kitabımı okumaktan midem bulandı ve telefonumun şarjı neredeyse bittiği için podcast’leri dinleyemiyorum, duyabildiğim sadece Klatremus’un şarkısındaki metalik pling, plong sesleri ile Brumlemann’ın sabunlu bezi ve süpürgesinden gelen köpük sesleri. Telemark Tüneli’ne yaklaşırken daha fazla dayanamıyor ve babaya dönüyorum; hippi kılıklı, kısa sakallı ve saçma bir topuzu var. Dudaklarıma geniş bir gülümseme yerleştirip “Sesi biraz kısabilir mi lütfen?” diye soruyorum.

Sesimdeki keskinliği duyabiliyorum; adam benim bundan keyif aldığımı söyleyebilir ama bu şekilde oturamazlar, temmuz ayında tıka basa dolu bir otobüste bunu yapamazlar.

“Yani,” diyor hipster baba boynunu ovuştururken. “Sizi rahatsız mı etti?”

Belirgin bir Stavanger aksanı var.

“Ses biraz yüksek de,” diyorum gülümsemeye devam ederken.

Babanın suratı asılıyor ve iPad’i çocuğun elinden koparırcasına alınca korkunç öfkeli bir çığlık başlıyor, önümde oturan yaşlı çift kafalarını çevirip yılgın bir şekilde bana bakıyorlar; çocukla babasına değil, bana.

“Sesi kısmama izin vermediğinde işte böyle olur, bayan rahatsız oldu, daha fazla seyredemezsin.”

Otobüs ihtiyaç ve kahve molası verilecek benzin istasyonuna girdiğinde çocuk koltuğa yatmış çığlık atmaya devam ediyor, ben çantamı alıp sesi arkamda bırakarak koridorda hızla uzaklaşıyorum.

Vinterjær’da Kristoffer ve Olea oturmuş beni bekliyorlar. Marthe onlarla değil. Kristoffer çok uzun, Olea çok kısa.

Bu sonbahar kız okula başlayacak ama bence bunun için çok ufak, incecik ve çelimsiz.

“Seni görmek çok güzel,” diyor Kristoffer. Kollarını bedenime sıkı sıkıya sararak uzun bir süre sarılıyor.

“Seni de öyle,” diye cevaplıyorum. “Olea, saçların çok uzamış,” diyorum at kuyruğunu nazikçe çekiştirerek.

“Olea, dün yüzmeyi öğrendi,” diyor Kristoffer.

Olea sırıtıyor, üstte dört dişi eksik.

“Babam beni tutmadan yüzdüm,” diyor kız.

“Ooo!” diyorum, “Bu doğru mu? Harikasın.”

“Marthe fotoğrafımı çekti,” diyor Olea. “Gittiğimizde bakabilirsin.”

“Muhtemelen Marthe su kenarında uzanıyordu,” diyorum bavulumu bagaja yerleştirirken.

“Evet,” diyor Olea, arka koltukta hâlinden memnun görünüyor. “Gerçekten çok ama çok tembel.”

“Böyle şöyler söylemiyoruz Olea,” diyor Kristoffer ve arabayı çalıştırıyor. “Bunu biliyorsun.”

Olea’ya dönüp göz kırpıyorum ve fısıldıyorum:

“Marthe azıcık tembel.”

Kristoffer gırtlağını temizliyor.

“Ben böyle söyleyebilirim,” diyorum. “Böyle şeylerle dalga geçmeye hakkım var.”

Bu çok cezbedici; arada sırada Marthe’nin kıçına ufak bir şaplak atmak, Olea’ya göz kırpmak, gözlerini kocaman açıp yaptığım komikliğe gülmesi çok keyifli. Arabayla sahil boyunca giderken Kristoffer’e hipster babadan ve Hakkebakkeskogen’i izleyen çocuktan bahsediyorum.

“Sonra insanlar bana gıcık oldu,” diyorum. “Kaldı ki gürültü yapan ben değildim. Ve çocuğun babası gerçekten suratsızdı.”

Kristoffer’in tanıdık bir kokusu var. Kulübe, boya, tuzlu su ve ten kokusu karışımı.

“Bildiğin gibi onları sakinleştirmek her zaman kolay değil,” diyor.

“Ama muhtemelen Olea üç yaşındayken dolu bir otobüste son ses iPad’le oturmasına izin vermediniz,” diye cevaplıyorum.

“Hayır,” diyor Kristoffer, “ama insanlar çocuklara o kadar sinirleniyorlar ki anlamıyorlar. Çocukların çocuk olmasına izin verilmeli.”

Kristoffer her zaman böyle şeyler söyler. Çocukların çocuk olmasına izin vermeli, bedeni dinlemeli ve bunun gibi şeyler.

“Yine de ağlamakla sesi sonuna kadar açmak arasında fark var,” diyorum.

Çok zorladığımı fark ediyorum; bu şekilde kendimi ifşa ediyorum, bu durumun anlamadığım bir şey olduğunu ortaya koyuyorum. Kristoffer omuz silkip gülümsüyor.

“Dolu otobüste son ses,” diyorum yeniden.

“Karnına doğru nefes al Ida,” diyor ve bacağıma hafifçe vuruyor.

Daha fazlasını söylemek için ağzımı açmaya kalkıyorum ama susuyorum, nasıl olsa anlamayacak. Benimle aynı fikirde olmaya meyilli olduğu için Marthe’ye söyleyebilirim, Olea gürültü yaptığında sinirleniyor. Aslında ona anlatmak istediğim başka bir konu daha var, hemen varır varmaz değil ama bu akşam, hepimiz birer kadeh şarap aldıktan ve Kristoffer, Olea’yı yatırmak için ortadan kaybolduktan sonra, o zaman anlatacağım.

 

İki hafta önce Göteborg’daydım. Tek başıma trenle gittim ve otelde kaldım. Birkaç sokak ötedeki tüp bebek merkezine sabahları yürüyerek gittim. Diğer doktor muayenehanelerine çok benziyordu, büyük saksılardaki yuka palmiyeleri ve duvarları süsleyen anne çocuk ya da kuş ve yumurta fotoğrafları ile biraz daha aydınlık ve güzeldi. Doktorun adı Ljungstedt’di ve caddenin karşısındaki spor salonu manzarasının doldurduğu bir ofisi vardı; kendimi, koşu bandında koşan ve ağırlık kaldıran insanlara gözümü dikip bakarken buldum. Bana bakmadan adımı bilgisayarına yazarken Ida gibi değil de daha çok Eida ya da Yjda gibi gırtlağının arkasından gelecek şekilde !sveççe telaffuz etti. Hızlıca sürecin üstünden geçti; döngümün hangi günlerinde hormon tedavisine başlayacağımızı, yumurtaları nasıl toplayacaklarını, o gün sadece bazı kan testi örnekleri alıp jinekolojik muayene yapacağını anlattı.

“Evet, yumurtaları dondurmak artık çok popüler,” dedi bana bir şey satmaya çalışıyormuş gibi ama ben zaten oradaydım. “Öyle galiba,” dedim ve gülümsedim.

Her şey açıktı; yakında yaz tatili başlayacaktı, Göteborg’da hava sıcak ve çok güzeldi, ben biraz pahalı şarap içip öğle yemeğimi yiyeceğim bir mekânda masa ayırtmıştım. Tasarruf hesabımı, yumurtalarımı toplatıp yumurta bankasına koymak üzere kullanmam şerefine kadeh kaldıracaktım, yumurtalarla dolu bir hesap açmak üzere.

“Erkek arkadaşınız yoksa ya da şu anda çocuk istemiyorsanız bu çok güzel bir fırsat,” dedi.

“Kesinlikle,” dedim. “Tatilden sonra yapmayı planlıyorum.” “Belki gelecekteki erkek arkadaşınla birkaç yıl sonra buraya gelirsin ve kırk iki ya da kırk üç yaşında onları kullanabilirsin,” dedi klavyesini tıklatırken. “Bu çok ama çok güzel olacak.”

Bir erkek arkadaş hayal etmeye çalıştım, uzun boylu ve sakallı diye düşündüm. Burada doktorun muayenehanesinde benimle birlikteydi, yüz hatlarını tam görememiştim ama buradan çıkarken asansörde kollarını bana doladığını hayal ediyordum, “Ebeveyn olacağız Ida,” diyordu. Bir gün, jinekoloğun koltuğunda uzandığımı düşündüm, bir gün işlerin yolunda gittiğini, bir gün, evli, birlikteliği olan, ilgisiz erkeklerden sonra işlerin yolunda gittiğini… Orada öyle uzanmak hem bu adamın hem de çocuğun gerçek olabileceğine inandırdı, orada olmam ve bunu yapıyor olmam bir gün bundan fazlasının olacağına dair bir vaatti.

Doktor ve ben ultrasonda rahmimi izledik. Bana ne iş yaptığımı sordu, ben de mimar olduğumu söyledim.

“O hâlde güzel evler çiziyorsundur,” dedi.

“Evet,” diye onayladım. “Oldukça büyük bir firma, çoğunlukla kamu binaları üzerinde çalışıyoruz,” deyip kimin ne çizdiğine dair uzun bir açıklamaya girmiştim ki bacaklarım iki yana açık, bir alet içimde ilerlerken bunun saçma olduğunu düşünüp kendimi durdurdum. Yapış yapış ve soğuk ultrason jeliyle birlikte kan örneklerini vermek üzere odadan çıkarken doktor bana testlerin iki hafta sonra sonuçlanınca konuşabileceğimizi, ona göre ne zaman başlayacağımıza dair plan yapacağımızı söyledi.

 

Telefona bakıyorum, !sveç’ten gelen cevapsız bir arama yok. Kristoffer virajlarda hızla gidiyor, midem azıcık bulanıyor ve ayaklarımın dibindeki yarısı dolu Fanta şişesi ile içi boşalmış patates cipsi paketine bakmamaya çalışıyorum. Kristoffer biraz şişmanlamış, yanakları yuvarlaklaşmış; Marthe arabada onlarla değilken Olea ile meşrubat içip abur cubur yiyip yemediklerini merak ediyorum, kolları da bronzlaşmış. Marthe; birlikte çok güzel günler geçirdiklerini, küçük adacıklara gittiklerini, bol bol yüzdüklerini ama artık her şeyin yer değiştirmeye başladığını, mayoların yerini yün kazakların aldığını bana yazmıştı.

“Stein ve annem ne zaman geliyorlar?” diye soruyorum.

“Yarın,” diye cevaplıyor Kristoffer. “Bir akşamı birlikte biz bize geçirmek iyi olacak. Marthe pek havasında değil.”

“Harika,” diyorum.

“Nasıl olduğunu bilirsin,” diyor Kristoffer ve sakalını sıvazlıyor. “Hormonlar.”

Nasıl olduğunu b!l!rs!n derken aslında nasıl olduğunu bilmediğimi biliyor, ona rağmen “Of evet,” diyorum.

“Zavallı Marthe,” deyip kollarımı göğsümde kavuşturuyor, ellerimi terli koltuk altlarıma sokuyorum, böylece kötü kokup kokmadığımı anlamaya çalışıyorum.

Üç yıldır, yani birlikte olmaya başladıklarından beri sürekli deniyorlar. Marthe iki kez düşük yaptı. Bu konuda sessiz kalamıyor, ben de onunla birlikte her şeyi yaşıyorum; âdet dönemini, yumurtlama dönemini. Her buluşmamızda sadece bu konuyu konuşuruz, annemle her buluşmamızda da bunu konuşuruz ve Marthe ağlar, dayanamadığını, sadece üvey anne olmak istemediğini söyler; annem de sırtını sıvazlarken kimsenin ona artık üvey anne demeyeceğini söyler ve devam eder, onun adı bonus annedir. Bonus der Marthe, burada bir bonus yok, onun çocuğu var ama benim yok; muhtemelen sonunda olacak derim ona ben ve sırtını sıvazlarım, ben ve annem her seferinde her şeyin çok iyi olacağını söyleriz ama ne zaman böyle olsa sonunda Marthe ağlamaya başlar. Arada sırada iş arkadaşlarıma yemekte, küçük kız kardeşimin çocuk sahibi olabilmek için çok stres yaşadığını anlatırım; buna nasıl dayandığını anlayamadığımı, hayatta bununla uğraşmak ve sürekli denemekten başka şeyler olabileceğini söylerim.

Kulübeye doğru döndüğümüzde koltuğumda kıpırdanıyorum.

“Boya mı yaptınız?” diyorum.

“Evet,” diyor Kristoffer. “Dürüst olmak gerekirse büyük kısmını ben yaptım. Güzel olmuş mu?”

“Olmuş,” diyorum. “Mükemmel.”

Kulübeyi beyaza boyamışlar. Her zaman sarıydı, sarı kulübe… Ben de herkese her zaman bu sarı kulübe bizim derdim. Şimdi ise etraftaki diğer kulübelere benzemiş, sıradan. Kristoffer valizimi alıyor. “Kendim taşıyabilirim,” diyorum, Marthe gibi her şeyde Kristoffer’in yardımını isteyen biri değilim ama o, sorun değil diyor ve taşımaya devam ediyor. Olea önümüzden koşturuyor, çit boyunca çakıl taşları döşeli bahçe yolunu tırmanıyor. Onu bir yerlerde bekleyen bir eğlence varmış gibi koşuyor. Ben küçükken çit çok yoğun ve ağır bir mazıdandı, annem birkaç yıl önce filbahriyle değiştirdi, daha narin bir şeyler istemişti.

Marthe merdivene çıkıyor, yüzünü ovuşturuyor, çok yorgun görünüyor. Gülümsüyorum.

“Ida teyzeyi aldınız mı?” diyor Olea’nın saçını karıştırarak. Olea uzaklaşıyor, Marthe’nin parmaklarından kurtularak koşmaya devam ediyor. Marthe, teyze diye çağırılmaktan hoşlanmadığımı bildiği hâlde yine öyle söylüyor. Kendimi Elsa Beskow çizimlerindeki Yeşil Teyze, Kahverengi Teyze ve Mor Teyze gibi görüyorum, kurumuş ve gıcırdayan.

Birbirimize sarılıyoruz.

“Merhaba,” diyor Marthe.

“Merhaba dostum,” diyorum. “Seni görmek güzel.”

Marthe güzel, tanıdık bir koku yayıyor, neredeyse kendi kokum gibi hissediyorum. Saçlarını daha açık renge boyatmış, hiç doğal durmuyor, birkaç yıl öncenin modası olduğunu hatırladığım tarzda kestirmiş.

“Ne hoş,” diyorum saçını elleyerek.

“Ne düşünüyorsun?” diyor Marthe. “Bence rengi biraz açık oldu.”

“Hayır, sen çok güzelsin,” diyorum.

İnsanlar benim Marthe’den daha güzel olduğumu düşünür, bu her zaman böyleydi. Marthe burnu ve göğüsleri konusunda kompleks yaşadığı için onun çok güzel olduğunu söylediğimde çok mutlu olur. Marthe’yi mutlu etmek çok kolay, ona bu tarz
bir iki kelime söylemek yeterli. Kristoffer kulübenin etrafında Olea’yı takip ediyor, biz de içeri giriyoruz. Kapı azıcık gıcırdıyor, içeride kulübe kokusu var; eski yazlar ve ahşap kokusu.

“Büyük gün için hazır mısın?” diyor ben her zaman uyuduğum küçük yatak odasına valizimi çekerken.

“Şöyle böyle,” diyorum. “Her hâlükârda şarap içmek için son derece hazırım.”

“Bir şeyler söylemeli miyiz?” diyor Marthe ve yatağımın kenarına oturuyor. “Konuşma yapmalı mıyız?”

“Kesinlikle hayır,” diyorum. “Ama her ihtimale karşı birkaç şey hazırladım.”

“Süper kız evlat,” diyor hafifçe aşağı eğik bir gülümsemeyle. “Benim gücüm yok.”

Pabuçlarımı çıkarıyorum, ayaklarım terli. Süper kız evlat demesi rahatsız ediyor ama etmemeli, sadece kıskanıyor.

“Ona ve Stein’e bir şeyler söylemek gerekiyor mu emin değilim,” diyorum. “Bunu beklemeyecektir, değil mi? Senin adına da konuşmalı mıyım?”

“Sevgili annem ve Taş Kafa*,” diyor Marthe kadeh kaldırır gibi yaparak.

“Stein çok kibar biri Marthe,” diyorum gülerek.

“Sevgili annem ve Taş Devri Adamı,” diyor Marthe.

“Sevgili annem ve Taş, Kâğıt, Makas,” diyorum.

Yarın akşam, annemin altmış beş yaş doğum gününü kutlayacağız; Marthe, Kristoffer, Olea, ben, annem ve Stein karides yiyip şarap içeceğiz. Annem benim kırkıncı yaşımı da kutlamamız gerektiğini söyledi ama istemedim, zaten üç ay geçti. Aslında ben o gün de kutlamadım, birkaç kız arkadaşımla yemeğe çıktık, üç çeşit yemek yiyip birer kadeh şarap içtik, hepsi o. Çoğu erken dönmek zorunda kaldı çünkü çocukları vardı. Doksanlı yıllarda anneme, kırk yaşını doldurduğunda “L!fe beg!ns at forty!”** diye bir doğum günü kartı gelmişti. Hâlâ hatırlıyorum, roketler ve yıldızlarla doluydu. Annem bunu çok eğlenceli bulmuştu, bütün yıl bu ifadeye tutunmuştu, l!fe beg!ns at forty, arkadaşları da kadeh kaldırmıştı. O kadınları çok iyi hatırlıyorum, kurumuş rujları ve okul çağında çocukları vardı. Buluştuklarında buna kızlar geces! derlerdi. Ben kırk yaşıma geldiğimde her şey önceki gibiydi, hayatın yeni başladığını gösteren bir şey yoktu. Bir arkadaşım doğum günü yemeğimde bir çeşit teselli olarak iyi göründüğümü söyledi, arkasından da yalnız olmak çok iyi olmalı dedi; bu, insana kendini tanıma imkânı verirdi, başkasını tanımanın da iyi olabileceğini düşündüğümü hatırlıyorum.

Stein ve annem beş yıldır birlikteler. Hâlâ, ne zaman Stein bizimle bir yerde buluşacak olsa evinde kalmasını dilerim, böylece sadece annemle biz olabiliriz. Stein’in çocuğu yok, olmasını istediğini de hiç düşünmüyorum, hatta Marthe ve benim kaç yaşında olduğumuzun da farkında olduğunu sanmıyorum, bize ergen kızlar muamelesi yapıyor. Annem kendisi ve Stein için “Late Bloomers* ” ifadesini kullanıyor. Kendisinin ve Stein’in geç olgunlaştığını söylüyor. Ne zaman bunu dese Marthe de ben de rahatsız oluyoruz. Bu doğru da değil üstelik, babamla evlendiğinde yirmi yaşındaymış ve sonuç ortada. Ona sık sık, sonunun benim gibi olmasını mı tercih edebileceğini sormak istiyorum. Aslında sonunun ben!m g!b! olması diye düşünmemeliyim; daha hiçbir şeyin bitmediğini, en iyisinin henüz gelmediğini kendisine hatırlatmam lazım. Ama bazen annem, Stein, Marthe ve Kristoffer’in benim için böyle düşündüğünü tahmin ediyorum. Hiçbir şey bilmiyorlar. Bir planım, bir sırrım var. Sanırım Marthe’ye akşamı beklemeden şimdi söyleyeceğim, şimdi söylemeliyim, !sveç’te yumurtalarımı donduracağımı söylemeliyim, o da gözlerini fal taşı gibi açıp “Vaay!” diyecek.

“Şey,” diyor Marthe. “Büyük bir haber duymaya hazır mısın?”

Yüzünde yeni bir ifade var, gülümsemesinin altında bir ciddiyet, azıcık titreme. Bir iki saniye ona bakıyorum, başta anlamıyorum ama sonra anlıyorum.

“Gerçekten mi?” diyorum.

“Evet,” diyor Marthe gülümseyerek, gözlerini açıyor, hafif yaşlı.

“Vaay!” diyorum, yatağa, onun yanına oturuyorum. “Gerçekten mi?”

Orada oturup bana bir şey söylemesini beklerken kendi konuştuklarımı hatırlamaya çalışıyorum; söylediklerimi, içki, Stein ve annem hakkında konuştuklarımı hatırlıyorum. Ona hemen sarılıyorum, hafifçe iç çekiyor, derinlerden bir hıçkırık duyuyorum.

“On beş haftalık,” diyor, daha ben bir şey sormadan ve ayağa kalkıp gözyaşlarını siliyor. “Biz iyice emin olmadan söylemeye cesaret edemedim.”

“Siktir,” diyorum.

Başka ne diyeceğimi bilemiyorum. Onu teselli etmeye alışkınım; sarılmaya, sırtını okşamaya, her şeyin yolunda gideceğini söylemeye, bazen dışarı çıkarıp şarap ısmarlayarak başka şeyler düşünmesini sağlamaya, “!çkinin tadını çıkar Marthe,” demeye. Annem de Kristoffer de Marthe’nin moralini düzeltmekte, onu iyi bir ruh hâline getirmekte ne kadar başarılı olduğumu söylerler. Ama bu…

“Yine de her şey ters gidebilir,” diyorum.

Marthe bana bakıyor ve hayretle homurdanıyor.

“On beş hafta pek uzun bir süre değil,” diyorum. “Yani düşündüğünde…”

“Evet ama en azından biraz daha rahatlayabiliriz,” diyor, ses tonu keskin.

“Sadece söylüyorum,” diyorum. “Sonra hayal kırıklığına uğramaman için.”

“Biliyorum zaten,” diyor Marthe.

“Vay canına, bu harika!” diyorum sonunda ve kocaman bir gülümsemeyle ona bir kez daha sarılıyorum. “Şuna bak, başardı.”

“Evet, gerçekten oldu,” diyor Marthe, mutlu olmak istiyor, tartışmak değil. “Bir kez daha tüp bebek deneyecektik ve birdenbire puf.”

“Puf,” diyorum. “Yani eski usul mü?”

“Evet, eski usul,” diyor ve zafer işareti yapar gibi yumruğunu sıkıyor.

Gülüyorum.

“Vay canına!” diyorum yeniden.

“Renk değiştirmemiz güzel olmamış mı?” diyor Marthe kapıdan çıkarken. “Bence beyaz sarıdan çok daha güzel oldu.

Daha Güneyli tarzı.”

Onu duymamış gibi yapıyorum ve odanın kapısını kapatıyorum.

Terli tişörtümü çıkarıp düzeltilmemiş yatakta arkama bırakıyorum, yatağa uzanıp tavana bakarak açık pencereden gelen seslere kulak veriyorum. Uzakta martılar çığlık çığlığa bağırırken Olea da ona bakması ya da buna benzer bir şey için Kristoffer’e bağırıyor, sesinde öfke var: “BAB-ba!” Ve o da “Seni görüyorum,” diye cevaplıyor. Uzaktan denizdeki bir teknenin sesini duyuyorum, hızlı gidiyor, hava bulutlu ve sadece sütyenle yatmak için soğuk. Ağlamıyorum. Burası her zaman havasızdı, yatak takımları yumuşak ve yıpranmıştı, çamaşır ipi kokardı, şilte ise eski bir süngerdendi, her zaman böyleydi ve ben küçüklüğümden beri her yaz bu yatakta yatarım. Şimdi yine buradayım. Marthe ile. Onun kocası, karnındaki bebekleri ve Olea ile.

Böyle bir şeyi hiç düşünmemiştim. Bütün kız arkadaşlarım beni geçti, hepsi, ama Marthe… !çimde bir yerde bunun olmayacağını, değişmeyeceğini düşünmüştüm. Marthe’yi hep orada, teselli etmem gereken biri olarak görmüştüm, o beni geçmeyecekti.

Beni geçemeyecekti.

Kollarımı vücuduma doluyorum, cildim biraz soluk ve kuru geliyor; vücudum artık hiçbir şey ifade etmiyor, artık kimse beni istemiyor. Bu kulübeye bugüne kadar kimseyi….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıYetişkinler
  • Sayfa Sayısı128
  • YazarMarie Aubert
  • ISBN9786259938684
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviYan Pasaj Yayınevi / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Şipşak Hikâyeler – 2 Anlatsam, İnanır Mısın? ~ Bernard FriotŞipşak Hikâyeler – 2 Anlatsam, İnanır Mısın?

    Şipşak Hikâyeler – 2 Anlatsam, İnanır Mısın?

    Bernard Friot

    “Şipşak hikâyeler nasıl mı? Sürükleyici, elden bırakılmaz, bitmesini istemeyeceğin halde akıp giden hikâyeler. Neden mi bahsediyor? Olan bitenden ya da hiç olmamış olandan. En azından komik...

  2. Ev, Kadınlar, Seks. ~ Margit SchreinerEv, Kadınlar, Seks.

    Ev, Kadınlar, Seks.

    Margit Schreiner

    Ev, Kadınlar, Seks. Yirmi yıllık evlilikten sonra Resi –Marie Thérèse olan daha şık çift adını kullanmakta ısrarcıdır artık– oğlunu da yanına alarak kocası Franz’ı...

  3. Emma ~ Jane AustenEmma

    Emma

    Jane Austen

    Jane Austen 1815’te 39 yaşındayken tamamladığı Emma’nın en sevdiği romanı olduğunu söyler. Bir taşra kasabasında yaşayan ve iyi bir çöpçatan olduğunu düşünen Emma’nın gerçek...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur