Babası bebeği görebilsin diye çocuğu kucağıma alıp cama yaklaştırıyorum. Bebek minik ellerini babasına uzatıyor. Yaşlı adam, ihtiyarlık lekeleriyle bezeli, ince parmaklı, hünerli ellerini oğluna uzatıyor. İki minik, iki büyük el soğuk cama çarpıyor. “Görüş bitti!” diye bağırıyor nöbetçi. Parmaklıklar arkasındaki adamın, yaşlı babanın, minik bebeğin gözlerinde biriken yaşlar, o an okyanus kadar bir damla olup görüş hücresini dolduruyor. Oya Baydar, yine unutulmayacak incelikte bir metin sunuyor okuruna; olaylarla değil anlık duygularla anlatılan bir yaşamöyküsü, bir çeşit otobiyografik roman bu. Öyle anlar vardır ki, bir bakış, bir ses, bir mimik; insana, dünyaya, yaşamanın eşsiz güzelliğine ya da derin kederine dair çok şey anlatır. O ânın duygusunu sadece biz biliriz, biz hissederiz. O anlar yalnızca bizimle vardır. Yetim Kalacak Küçük Şeyler’de Oya Baydar o anları derliyor; yetim kalmasınlar, başkalarında yaşasınlar diye. Çünkü, “An gelir, gitme vaktidir.”
Biyografiler kişinin yaşadıklarını anlatır; insan hep eksik kalır. Otobiyografiler mâsumca yalan söyler; çünkü insan en çok kendini sever. Yaşadıklarımız değil, yaşadıklarımızın anlık duygusudur gerçek “ben”. Ânın duygusunda yalan, riya, çarpıtma yoktur: Sevinçtir, kederdir, coşkudur, tutkudur, korkudur, utançtır, kindir, ihanettir, intikamdır; zaferin sarhoşluğu, yenilginin ezikliği, hazzın doyumu, yitirmenin pişmanlığıdır. Ömür boyu yaşanan, biriktirilen yüzbinlerce, milyonlarca ânın toplamıdır insan. O anların duygusunu kişinin kendinden başka kimse bilemez. Anlar kişinin mahremidir, riya bilmez bir aynanın karşısında çırılçıplak kendisidir. Kişi göçüp giderken o küçük şeyler de hiçliğe karışır, yitip gider. Gün gelip vaktin daraldığını hissettiğinizde anlarınız yok olmasın, bilinmez boşluğun bir yerlerinde yaşasın istersiniz. Sizi siz yapan o küçük şeyler yetim kalmasın diye oturup yazmaya başlarsınız. Yazmak, insanın var olma çırpınışından başka nedir ki zaten!
Oya Baydar
Ekim 2014
Pıt pıt…pıtırt…pıt pıt pıt… İncecikten bir miiii… Uykulu kirpiklerde belli belirsiz bir titreşim, pati seslerinin halıda kadifeleşip kaybolması, uyku çökmüş odanın yarı aydınlığında bir an, kısacık bir an simsiyah dalgalanan bir korsan gemisi bayrağı, süzülüp kaybolan siyah saten bir kurdele… Şafak gezintisinden döndüğünde içeri girebilsin diye aralık bıraktığım pencereden odaya atlayan zifirî gölge, çalıbülbülünün ötüşü, manolyanın baygın kokusu, ipeksi bıyıklarında titreşen çiğ taneleri, cisimsiz bedensiz dingin bir yumuşaklık, alacakaranlıkta yatağa süzülüp aramıza giren sıcacık, kapkara mutluluk. Uykuyla uyanıklık arasında gülümsüyorsun. Sağ elin sabah serinliğini yatağa taşıyan yumuşacık, ipeksi kürke uzanıyor. Saniye sürmeyen, belli belirsiz bir okşayış, kedice bir teşekkür mırıltısı, yorgana gömülen mahmur bir kedi gülümsemesi, birbirine karışan uykular, parmaklarımın ucunda minicik yüreğin telaşlı, hızlı atışı. Gözlerimi açmıyorum. Görmeye ihtiyacım yok. Adam ve kedi, sen ve sen, oradasınız. Size parmaklarımın değil duygularımın ucuyla dokunuyorum. Pıt…pıtırt… pıt pıt pıt… Çalıbülbülü dem çekiyor, gün ağarmıştır artık, sabahtır. Manolyaların kokusu taze ot kokusuna karışıp odaya doluyor.
İncecik, kısacık bir mii, sevgi mırıltısı. Yaz kış her sabah, her sabah, her sabah; hep aynı, hep aynı, hep aynı… yaşanan günlerin bütün sabahları, hep aynı… Alışkanlığın kanıksanmış gri huzuru. Sonsuz tekrardan boğuluyorum. Bir başka oda, bir başka yatak, bir başka adam, bir başka kedi, bir başka hayat… Manolyanın koyu yeşil yaprakları birer birer aydınlanıyor. Arı kuşlarının alçakgönüllü cikcikleri çalıbülbülünün demine karışıyor. Başka bir ağaç, başka bir koku, başka bir ses. Alışkanlıklardan boğuluyorum, alışkanlıkları yitirmekten korkuyorum. Odadan, yataktan, kediden, adamdan boğuluyorum; odayı, yatağı, kediyi, adamı yitirmekten korkuyorum. Pıt… pıtırt…pıt pıt pıt… Kedi açık pencereden odaya atlıyor, usulca yatağa sokuluyor, ıslak burnunu boynuma gömüyor, mutlu oluyorum. Benden başka kimsenin duymayacağı, bilmeyeceği, hatırlamayacağı o belli belirsiz miiii sesi; gündelik yaşamın tek bir âna sığdırılmış özeti. Çekip gittiğimde benimle birlikte gidecek, hiç yaşanmamış olacak, yetim kalacak milyonlarca andan biri. Zamana karışıp unutulacak bir kedi gölgesi, kedimsi bir mutluluk, kadınca bir boğuntu…
Baba köşeye serilmiş yer yatağında kıpırtısız yatıyor. Dışarıda kar, tipi, fırtına. Çoktan sönmüş odun sobasının ısıtamadığı oda yonga yanığı, kolonya, ilaç, sucuk kokuyor. Sobada ızgara sucuk, küçük kızın hasta nöbeti rüşveti. Hiçbir zaman doyasıya yenilemeyen sucuk payı bu defa biraz daha fazla. Pencerenin tahta kepengi kilidinden kurtulmuş, sert rüzgârla biteviye çarpıp duruyor. Küçük kızın gözleri ağırlaşmış, içi geçti geçecek. Yarın okul tatil, bütün gün uyursun, demişti anne yatmaya giderken. O kadar perişan görünüyordu ki, içi burkulmuştu. Yarın okul tatil ama ben şimdi uyumak istiyorum, diyememişti. Tahta panjur bu defa balyoz gibi vuruyor pencereye, cam titreşiyor, gürültü odanın içine doluyor. Kız, babanın yatakta debelendiğini görüyor. Adam doğrulmaya çalışıyor, beceremiyor; belden aşağısı felçli. Birşeyler söylüyor, anlaşılmıyor. Ne istediğini anlama umuduyla yatağa yaklaşıyor. “Canım kızım,” diyor adam ya da babanın öyle dediğini sanıyor, eski güzel günlerde hep, canım kızım, derdi ona. Tek sevdiği ben miydim? Anne alıngan bir sesle tekrarlardı bunu: “Tek sevdiği insan sensin.” Alnı akıtmalı doru atının üstünde üniformasını kuşanmış doludizgin giden baba: “Gel, korkma, birlikte sürelim atı.Gelecek bahara bir tay alacağım sana. Benim kızım ufka at koşturan hür bir süvari olacak.” Böyle mi derdi gerçekten ya da böyle mi hatırlıyor şimdi? Adam dirseklerinin üstünde doğrulmaya çalışıyor. Elini babanın alnına koyuyor, uzamış sakallarını okşuyor, parmaklarıyla kurumuş dudaklarına dokunuyor: Bir şey mi istedin babacık, su getireyim mi? Babanın çakmak çakmak gözlerinde puslu bir nem. Keder mi? Hayır bambaşka bir şey: kıstırılmış bir hayvanın çaresizliği. Karlı bir gecede, yolda bulduğu kedi yavrusunu kaputunun içine, göğsüne saklayıp eve getiren baba. “Annen görmeden odana götür, biraz süt ver, ben onu razı ederim,” diyen suç ortağı. Yarı donmuş minicik bedenini göğsünde ısıtırken kediciğin gözlerinde babanın gözlerindeki ıslak keder mi vardı, yoksa şimdi mi yakıştırıyor. Sözcükler adamın ağzında yuvarlanıyor, tekrarlanıyor, zar zor şekilleniyor: “Ta…tabanca…tabanca…getir!” “Babanın beylik tabancası.” Bu sözü hatırlıyor. Ortada durmasın, bir kaza olmasın diye annenin sakladığı silah. Tabanca ne işe yarar baba? Öldürmeye yarar. Sen kimi öldürüyorsun? Ben kimseyi öldürmüyorum. Neden taşıyorsun o zaman? Komutanlar taşımak zorunda. O zaman komutan olma baba. Adam son bir gayretle hafifçe doğruluyor. “Tabanca… canım kızım… orada… tabanca… getir… tabanca…” Tahta panjur pencereye çarpıyor. Kurşun sesi… “Ööl ldür!” diye kekeliyor baba ve sonra çığlık gibi: “Beni kurtar!” Bu defa sözleri tane tane, apaçık anlaşılıyor. Çocuk sokak kapısını açıp çıplak ayaklarıyla karlara çıkıyor, ahşap panjurun kanadını mandala sıkıştırmaya çalışıyor. Parmakları, soğuk metale yapışıyor. Kan izleri… Karın üstünde kan izleri var mıydı gerçekten? Babamı öldürememenin acısını içimde duyduğum; öldüremediğim için sevgimden kuşkuya düştüğüm an.
Mevsimlerden yaz; aylardan temmuz, yıllardan eskilerde kalmış, unutulmuş bir yıl. Yazları kalabalık, kışları ıssız bir banliyö istasyonu. Vagonun havası bunaltıcı. Yarı açık pencereden tozlu sıcak bir hava doluyor içeri. Öğle saati; plajcılar dönüşe geçmedi henüz, tren tenha. Banliyö katarının ikinci mevki kompartımanında o ikisi tam karşımda oturuyor. Az önce kulaç attığım suların serinliği yavaş yavaş terk ediyor bedenimi, tuz ve deniz kokusu, kompartımana sinmiş ter kokusuna karışıyor. Güneş gözlüğüm, deniz kabuklarından kolyem, elimde kitabım, incecik bürümcük şeffaf bluzum, uçuşan eteğim.Ve güneş yanığı göğsüm, omuzlarım, çıplak kollarım, bacaklarım… Karşımda oturuyorlar; serâpa öteki, yabancı, iğreti, tedirgin, suskun, alabildiğine yoksul, yorgun, sıska, upuzun… ve sarı; açlık sarısı, hastalık sarısı, hüzün sarısı, göçmen sarısı. Baba oğul, kompartımanın yapışkan sıcağında birbirlerine sokulmuşlar: kendilerini görünmez kılmak istercesine, bir bedende tek olup güç kazanmak istercesine, yalnızlıklarını, yabancılıklarını birbirlerinde gidermek istercesine.
Varlığımın farkındalar mı? Başları önde, gözleri yerde, ürkek ve mahcup durmayı kader bellemiş olanlardan, karşısındakinin gözlerinin içine bakamayanlardan onlar. Camdan dışarı bakıyorlar. Uzaklara dalmışlar. Oğlan on üçon dört yaşlarında; bedeni delikanlı, yüzü çocuk. Babanın yaşı yok, hiç olmamış sanki ya da bin yaşında. Nereye gidiyorlar, nereden dönüyorlar? Hiçbir yer’e gider gibiler, Hiçbir yer’den döner gibiler. Israrla gözlerini arıyorum, bakışlarımın gölgesini yüzlerinde hissetsinler, dönüp baksınlar istiyorum tacizci bir merakla. Çocuğun, terden yer yer vücuduna yapışmış beyaz naylon gömleği, paçaları eprimiş siyah pantolonu; babanın kırmızı mavi kareli mintanı, pantolonun yıpranmış kemerine sokulmuş sigara paketi. Çocuğun elinde tuttuğu dişlenmiş simit parçasına takılmasaydı gözüm, sağ bileğine çizdiği saati fark etmeyecektim. Mavi tükenmezkalemle, özenle çizilmiş bir kol saati: yuvarlak kadranın içinde akrep, yelkovan, saati gösteren rakamlar, saat kayışı; her şey yerli yerinde, usta işi, gerçek. Yakıcı arzunun, erişilmez özlemin, yokluğun, yoksunluğun nesnesi: kol saati. Gözümü çocuğun bileğinden ayıramıyorum. Saatin tik takları mı şakaklarımda atan yoksa kalbim mi? Saat hangi sonsuz zamana kurulmuş, kaçı gösteriyor? Yelkovanın ve akrebin ezelî, ebedî hareketsizliğinin ölü noktası neresi? Görmek için hafifçe öne eğiliyorum. Beni ilk o zaman fark ediyor, sol eliyle bileğini kavrıyor, saat resmini –ya da resim saatini– ince, kemikli parmaklarıyla saklamaya çalışıyor. Göz göze geliyoruz, ikimiz de tarifsiz utanıyoruz. Ben görmemem gereken şeyi: olmayan saat özlemini görmüş olduğum için, o yoksunluğun kuyusunda sakladığı kol saati özlemi suçüstü yakalandığı için. Varyok saatin utancını sessizce paylaşıyoruz. Gözlerimi kapatıyorum. Islak, ılık bir duygu gözlerimde buğu, ağzımda tuz tadı oluyor. Babamdan hâtıra saatim –kahverengi deri kayışlı, zarif, değerli bir Omega– bileğimde kızıl kor bir kelepçe, göğsümün orta yerinde, kıvrıla kıvrıla tırmanan soğuk bir yılan şimdi. Baba camdan dışarı bakmayı sürdürüyor. Ağaçlar, yollar, evler, insanlar geçiyor tren boyunca, tren hızında. Delikanlılığın eşiğindeki çocuk, yüzünü cama dönüyor. Baba oğulun profilleri üst üste biniyor. Evler, ağaçlar, yollar, insanlar sessizce geçip gidiyor solgun yüzlerinden. Çocuğun sol eli, sağ bileğine tükenmezle çizdiği saatin üstünde. İşaretparmağıyla bileğini ovuşturuyor, saat resmini silmek, kazımak, kurtulmak istiyor. O anda baba yadigârı saatim bileğime de, yüreğime de ağır geliyor. Tren ara istasyona yaklaşıyor. Saatin kayışını çözüyorum. Önce kucağıma, sonra yer yer çakıyla, bıçakla kesilmiş kirli meşin koltuk döşemesine kayıyor saat. Vagonda baba, oğul, bir de benden başka kimse yok. Tren istasyona girerken sessizce kalkıyorum yerimden. Perona aceleyle atlıyorum, vagondan yana bakmadan koşar adım uzaklaşıyorum. Ben bu istasyonda inmeyecektim aslında…
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı
- Kitap AdıYetim Kalacak Küçük Şeyler: An’lar Kitabı
- Sayfa Sayısı320
- YazarOya Baydar
- ISBN9789750724114
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gizli Kapaklı Şeyler (Jinekolog Terapistin Çekmecesindeki Notlar) ~ Gökçen Erdoğan
Gizli Kapaklı Şeyler (Jinekolog Terapistin Çekmecesindeki Notlar)
Gökçen Erdoğan
Kadınların gizli kapaklı dünyasına bir uzman gözüyle elini dokunduruyor Gökçen Erdoğan. Sadece kadınların hayatı mı… Hayır… İkili ilişkilerin en gizli ve en konuşulmayan cinselliğe...
- İyilik Yolunda Anadolu ~ Hacı İbrahim MUTLU
İyilik Yolunda Anadolu
Hacı İbrahim MUTLU
Gözleri çakmak çakmak bakan, 14 yaşında genç bir kız, dört erkek kardeşi ve annesinin yaşadığı bir ev bu. Bir ahır-ev… Şimdiye kadar duyduklarımızdan ve...
- Dedem Kurt Seyit ve Ben ~ Nermin Bezmen
Dedem Kurt Seyit ve Ben
Nermin Bezmen
Canım dedem Kurt Seyit, Seninle hiç rastlaşmadık! Ben doğmadan çok önce, sen buralardan göçüp gitmiştin, hayatımın kahramanı olacağını bilmeden, kendi ölümünü kendin seçip isteyerek,...