Yeniden Çarmıha Gerilen İsa, çağdaş Yunan ve dünya edebiyatının en seçkin kalemlerinden Nikos Kazancakis’in ünlü romanlarından biridir.Yunanistan’ın Likovrisi köyünde Paskalya Yortusu’nda geçen olaylar, köyün ileri gelenlerinin İsa’nın Çarmıha Gerilişi’ni yeniden canlandırmak istemeleriyle başlar. Köyden bir İsa, bir Yahuda, bir Mecdelli Meryem, bir Yakup bir de Petrus seçilir.Bu seçimlerden sonra köy, bir daha o eski köy, köylüler de eski köylüler olamazlar. Gerçekleştirilmek istenen bu tiyatro oyunu bir gösteri olmaktan çıkıp hayatın ta kendisi olur.Kazancakis bu romanında; Yunanlıların sonu iç savaşa kadar giden kendi iç çatışmalarını, komünizmi dinî inançlarının karşısında görüp çıkarlarına ters düşenleri Bolşeviklikle suçlamasıyla başlayan felaketleri acı bir ironiyle okuruna sunar.
I
Bir Yahuda aranıyor
Likovrisi (Kurt Çeşmesi) Ağası, köy meydanına bakan balkonuna oturmuş çubuğunu tüttürüyor ve rakısını yudumluyordu. İnce, ılık bir yağmur serpiştiriyordu hafiften. Ağa’nın yeni siyaha boyanmış kalın bıyıklarında bir an takılı kalan küçücük damlalar ışıltılar saçıyordu. Rakının verdiği sıcaklıkla gevşeyen Ağa dudaklarını yaladı ve bıyıklarından süzülen serinliğin tadını çıkardı. Sağında, bir maymun kadar sinsi, şaşı bakışlı bir Doğulu olan uşağı ve muhafızı Hüseyin, elinde borazanıyla dikiliyordu. Solunda ise ayaklarını altına toplamış bir çocuk, kadife yastıkta oturmuş, Ağa’nın çubuğunu söndükçe yakıyor ve kadehi boşaldıkça rakıyla dolduruyordu.
Ağa ağırlaşan gözkapaklarının arasından, altında uzanan bu dünyayı tadını çıkara çıkara izliyordu. Tanrı’nın yaratmış olduğu her şey ne denli kusursuz diye düşündü: Bu dünya gerçek bir başarı. Aç mısın? İşte ekmek ve et ya da tarçınlı pilav. Susadın mı? İşte o gençlik suyu rakı. Uykun mu geldi? Tanrı uykuyu yaratmış; uykusuzluk için biçilmiş kaftan… Kızgınsan işte kırbaç ve reayanın kıçı demiş. Üzgünsen, üzüntülerini gidermek için türküler yakmış. Ve son olarak, bu dünyanın tüm dertlerini ve kuşkularını unutasın diye Yusufaki’yi yaratmış.
“Olağanüstü bir sanatçı bu Tanrı!” diye mırıldandı duygulanarak. “Evet gerçekten işini bilen, olağanüstü ve hünerli bir sanatçı. Rakıyı ve Yusufaki’yi yaratma düşüncesini de nereden bulmuş?”
Ağa’nın gözleri yaşarmıştı; o kadar çok rakı içmişti ki yüreği sevgi ve şefkatle kabarmıştı. Balkonundan aşağı eğilerek, geniş kırmızı kuşakları, yeni yıkanmış poturları, uzun mavi tozlukları ile en iyi giysileri içinde meydanda dolaşan yeni tıraş olmuş reayaları izledi. Bazıları fes, bazıları sarık, ötekilerse koyun derisinden yapılmış kasketler geçirmişlerdi başlarına. En süslüleri de kulaklarının ardına bir fesleğen dalı ya da bir sigara sıkıştırmıştı.
Paskalya’nın içindeydiler ve günlerden salıydı. Ayin biraz önce sona ermişti. Hava çok güzel ve ılıktı. İlkyaz güneşi ve yağmur, limon çiçeklerinin nefis kokusu, ağaçların tomurcuklanışı; çimenlerin yeniden canlanışı; toprağın her parçasından İsa yükseliyordu. Hıristiyanlar meydanda bir aşağı bir yukarı geziniyorlar ve geleneksel kutlama sözleriyle kucaklaşıyorlardı: “İsa dirildi!” “Gerçekten dirildi!” Ardından Kostandis’in kahvesine ya da meydanın ortasındaki çınar ağacının altına oturmaya gidiyorlardı. Nargileyle kahve ısmarlayıp zaman yitirmeden o ince yağmur kadar sonsuz bir gevezeliğe dalıyorlardı.
“İşte cennette de böyle olacak,” dedi zangoç Haralambos, “sonsuza değin ılık bir güneş, sessizce düşen yumuşak bir yağmur, tomurcuklar içindeki limon ağaçları, nargileler ve tadına doyulmaz konuşmalar.”
Meydanın öbür ucunda, çınar ağacının ardında, zarif çan kulesi ile yeni beyaza boyanmış köy kilisesi yükseliyordu: “Çarmıha Geriliş”. Bugün kilisenin girişi palmiye ve defne dallarıyla süslenmişti. Çevresi küçük dükkânlar ve ahırlarla kuşatılmıştı. “Alçı Yiyen” diye çağrılan ve kaba saba bir insan olan saraç Panayotaros’un dükkânı da buradaydı. Bir zamanlar köye Napoléon’un alçıdan yapılmış bir heykelini getirmişlerdi ve o, bunu oturup bir güzel yemişti. Daha sonra bir tane daha; Kemal Paşa’nınkini getirmişlerdi. Onu da öğütüvermişti. Sonunda Venizelos’un heykelini de diğerlerinin yanına göndermişti.
Bitişikte Andonis’in, tabelasında “Andonis” yazan berber dükkânı vardı. Kapının üzerinde ise kalın, koyu kırmızı harflerle şöyle yazılmıştı: “Diş de çekilir”.
Biraz ötede yaşlı topal Dimitros’un kasap dükkânı yer alıyordu. “Taze dana başları, HERODIAS1 ”. Her cumartesi bir dana keserdi. Ne var ki bu işi yapmadan önce hayvanın boynuzlarını parlatır, alnını boyar, boynuna kırmızı kurdeleler takar ve topallaya topallaya, hayvanı, meziyetlerini sayarak köyün içinde gezdirirdi.
Son olarak, her zaman ağır bir kahve, tütün ve kışları ise adaçayı kokusunun doldurduğu, ince uzun ve serin bir oda olan tanınmış Kostandis Kahvesi. Duvarlarında parlak kâğıda basılı, köyün gururu olan üç etkileyici portre asılıydı. Bir yanda, tropik bir ormanda yarı çıplak bir durumda Azize Geneviève; öte yanda mavi gözleri ve iri sütnine göğüsleriyle Kraliçe Victoria; tam ortada ise, sert yüz çizgileri, öfkeyle bakan kül rengi gözleri ve uzun astragan kalpağıyla Kemal Paşa.
İyi insanlardı bu köylüler; iyi işçiler, iyi babalar ve rakıya, misk ve nane gibi ağır kokulara ve solunda, kadife yastığın üzerinde oturan güzel çocuğa olan düşkünlüğüyle Ağa da iyi bir insandı. Ağa neşelenmişti ve sürüsünü gözleyen bir çoban gibi Hıristiyanlara zevkle bakıyordu.
“Mükemmel insanlar,” diye düşündü; “bu yıl kilerimi yine Paskalya armağanlarıyla, peynirlerle, susam ekmekleriyle, hamur işleri ve kırmızı yumurtalarla doldurdular. Bir tanesi, Tanrı onu korusun, Yusufaki’m için çiğnesin de küçücük ağzı mis gibi koksun diye bir kutu sakız getirmiş bana…” Ağa kendini çok mutlu hissetti. “Kilerim,” dedi kendi kendine, “bir sürü güzel şeylerle ağzına kadar dolu, yağmur ince ince düşüyor, horozlar ötüyor ve hemen yanı başımda, ayaklarımın dibinde Yusufaki’m sakızını çiğniyor ve dilini şapırdatıyor.” Ağa birden sanki yüreği kanatlanıp uçacakmış gibi hissetti kendini. Başını kaldırdı ve bir türkü söylemeye hazırlanırken böylesine bir gayret harcamayı gözüne kestiremedi; Hüseyin’e dönerek reayaları susturması için borazanını çalmasını işaret etti. Sonra soluna döndü:
“Söyle Yusufaki (dualarım seninle olsun), ‘Dünya da bir, rüya da bir, aman aman!’ türküsünü söyle bana! Söyle yoksa çıldıracağım!” dedi.
Güzel çocuk, acele etmeden, ağzındaki sakızı çıkardı ve çıplak dizinin üstüne yapıştırdı. Sağ avucunu yanağına dayayarak Ağa’sının en sevdiği türküyü söylemeye başladı: “Dünya da bir, rüya da bir, aman aman!”
İçli sesi, bir kumrunun ötüşü gibi yükselip alçalıyordu. Ağa büyülenmiş gibi kapattı gözlerini ve oğlanın şarkısı bitinceye değin içkisini unuttu. “İyi günlerinden biri,” diye fısıldadı Kostandis kahveleri verirken, “Tanrı rakıyı kutsasın!” dedi.
“Tanrı Yusufaki’yi kutsasın,” dedi Yannakos, pis pis sırıtarak. Köyün postacısı ve seyyar satıcısıydı. Kırçıllı gür bir sakalı ve gözlerinde yırtıcı bir kuşun bakışları vardı.
“Onu ağa, bizi reaya yapan bu kör talihe lanet olsun,” diye homurdandı papazın kardeşi, köy öğretmeni Hacı Nikolis. Konuşunca âdemelması bir aşağı bir yukarı oynayan, gözlüklü ve zayıf biriydi.
Atalarını düşünerek ateşlendi, içini çekti: “Bir zamanlar halkımız, Helenler bu toprakların efendisiydi. Çark döndü, Bizanslılar geldi. Onlar da Helen’di ve Hıristiyan. Çark bir kez daha döndü ve Hacer’ın çocukları geldi… Ne var ki dostlarım, İsa yeniden doğdu; ülkemiz de bir gün yeniden doğacak! Haydi Kostandis, bir daha doldur!”
Türkü sona ermiş, güzel oğlan sakızını ağzına atmış ve uykulu bir biçimde çiğnemesini kaldığı yerden sürdürmeye başlamıştı. Borazanın sesi bir kez daha duyuldu: Reayalar artık gülebilir ve rahatça bağırabilirlerdi.
Köyün yaşlılar heyetinin beş üyesinden biri olan Kaptan Fortunas kahvenin kapısında göründü. Bir zamanlar gemi sahibi olan Kaptan, Rus mısırı taşıyıp ve aslında kaçakçılıktan başka bir şey yapmadan yıllarca Karadeniz’i arşınlamış, uzun boylu, iri yapılı eski bir gemiciydi. Çenesinde tek bir kıl yoktu. Zeytin yeşili teni, derin kırışıklıkları ve parıltılar saçan küçük kara gözleri vardı. Gemisi de kendisiyle birlikte yaşlanmış ve bir gece, Trabzon kıyılarında bir kayaya çarparak parçalanmıştı. Düşleri yıkılan Kaptan Fortunas, mümkün olduğunca çok rakı tüketmek ve günü geldiğinde yüzünü duvara dönüp ölmek amacıyla köyüne dönmüştü. Gözleri çok şey görmüştü ve artık yetmişti; hayır yeterince değil. Yorgundu ama bunu kabul etmeye utanıyordu.
Bugün, kaptan çizmelerini, sarı kemerini ve köyün önde gelenlerinden biri olduğunu simgeleyen gerçek astragandan kalpağını giymişti. Elinde köyün yaşlılarınca kullanılan uzun bir baston vardı. İki-üç köylü saygıyla ayağa kalkarak, bir kadeh rakı için onu aralarına çağırdılar.
“Zamanım yok, çocuklarım, rakı için olsa bile,” dedi. “İsa dirildi! Papazın evine gidiyorum, yaşlılar heyetinin toplantısı var. Bir saatten kısa bir süre içinde, tüm çağrılanların orada olmaları gerekiyor. Çabuk, haç çıkarın ve gelin. Biliyorsunuz bugün çok işimiz var. Ah, birinizin gidip saraç Panayotaros’u o şeytan sakalıyla birlikte getirmesi gerek. Ona çok gereksinmemiz var.”
Bir an sustu ve gözlerini kırpıştırdı, sonra muzip bir tavırla, “Eğer evde değilse, dulun yanındadır,” dedi. Herkes kahkahalarla gülmeye başladı.
Aşkı gençlik günlerinde öğrenmiş olan –ve bunun bedelini oldukça ağır ödemişti– yaşlı katırcı Hristofis kızgın bir sesle dışarı çıktı:
“Ne gülüp duruyorsunuz kaz kafalılar? Adam haklı. Keyfin ne isterse onu yap Panayotaros ve bunların söylediklerine aldırma! Yaşam kısa, ölüm ise uzun. Devam et aslanım!”
Şişko kasap Dimitri kazınmış kafasını salladı:
“Tanrı dulu, Katerinamızı korusun! Kaçımızı boynuzlanmaktan kurtardığını ancak şeytan bilir.”
Kaptan Fortunas güldü:
“Hadi çocuklar artık tartışmayın. Her köyde böyle bir kadın olmalıdır, böylece namuslu olanlar da tedirgin olmazlar. Bu, yol kenarındaki bir çeşmeye benzer, işte o kadar. Susayanlar orada durur ve bir yudum su içerler. Yoksa hepsi gelip kapılarımızı çalarlardı bir bir ve kadınlar kendilerinden su istendiğinde…” Geriye döndü ve öğretmeni fark etti.
“Hey sen hâlâ burada mısın ihtiyar? Sen de heyet üyesi değil misin? Kahveyi bile okula çevirdin. Dersler bitti, gel hadi!”
“Benim de gelmemi istemez misin?” diye sordu yaşlı Hristofis, ötekilere göz kırparak. “Ben de Yahuda olurdum.”
Ne ki Kaptan Fortunas ağırlığını bastonuna vererek yokuşu tırmanmaya başlamıştı. Bugün pek iyi görünmüyordu. Romatizması iyice azmış, bütün gece gözünü kırpmamıştı. Tabii o sabah ilaç niyetine iki-üç kadeh rakı yuvarlamış ama şeytan götürsün, ağrılar bir an bile kesilmemişti. Rakı bile bir işe yaramamıştı.
“Utanmasam bağırmaya başlayacağım, bu belki sancımı biraz dindirir. Ama kendime olan bu lanet olası saygım ve neşeli görünüşüm yok mu? Bastonum elimden kaysa, hiçbir afacanın yardım etmesine izin vermem. İlla, eğilip ben alacağım… Hadi Kaptan Fortunas sık dişlerini, aç yelkenlerini, çevir dümenini dalgaların içine, hadi aslanım! Kendini utanılacak bir duruma sokma. Tanrı aşkına, yaşam da bir fırtınadır, geçer gider.”
Homurdandı ve kendi kendine küfretti. Tepeye tırmanırken bir duvardan ötekine yalpalayıp duruyordu. Bir an durup çevresine bakındı. Görünürde kimse yoktu. Gürültüyle içini çekti ve bu, onu biraz olsun rahatlattı. Köyün yukarı ucuna doğru kaldırdı gözlerini ve ağaçların arasından beyaz bir leke görür gibi oldu. Bu, papazın mavi panjurlu eviydi.
“Bu yaşlı bunak, hangi akla hizmet edip de evini bu tepenin üzerine kurmuş,” diye homurdandı. “Başımın belası.” Ve tırmanmayı sürdürdü.
Köyün önde gelenlerinden ikisi gelmişti bile, divanın üzerinde bağdaş kurup oturmuşlar, yapılacak ikramı bekliyorlardı. Papaz, emirlerini vermek için tek kızı Mariori’nin kahve, soğuk su ve reçel hazırladığı mutfağa gitmişti.
Pencerenin önüne Likovrisi’nin en yaşlı kişisi kurulmuştu. Çuhadan yapılmış bir şalvar, altın sırmalı bir cepken giymiş, işaretparmağına iri, altın bir yüzük takmıştı. Şişmandı ve oldukça kibirli bir hali vardı. Yüzüğünün üzerinde adının baş harfleri yazılıydı: G. P.; Georgios Patriarheas. Elleri bir piskoposunkiler kadar tombul ve yumuşaktı. Yaşamı süresince hiçbir iş yapmamıştı. Emrinde bir sürü hizmetkâr ve serf vardı. Şiş göbeği, koca bir kıçı, sarkık bir karnı ve kıllı göğsü üzerinde üç katlı bir gerdanı vardı. Önden iki-üç dişi eksikti – ki bu onun tek kusuruydu ve biraz kekelemesine ve peltek peltek konuşmasına neden oluyordu. Ne var ki bu kusuru bile onun üstünlüğüne bir şeyler katıyordu. Çünkü onunla konuşan herkes ne söylediğini duyabilmek için ona doğru eğilmek zorunda kalıyordu.
Sağındaki köşede zayıf, kirli, kadavraya benzer başı, çapaklı gözleri, iri nasırlı elleri, basit ve kendini önemsemez haliyle ikinci önde gelen kişi, köyün en zengini yaşlı Ladas oturuyordu. Yetmiş yıl boyunca toprağı sürmüş, ekip biçmiş, zeytin ağaçları ve asmalar dikmiş ve bunları ezip kanlarını içmişti. Şimdi ise bu nedenle iki büklümdü. Çocukluğundan beri bir kez olsun topraktan ayrılmamıştı ve doymak bilmez bir biçimde bire bin vermesini istemişti. Yine de bir kez olsun, “Şükürler sana Tanrı’m,” dememiş, tersine sürekli bir hoşnutsuzlukla homurdanıp durmuştu. Şimdi, bu yaşlı halinde bile toprak onun için hâlâ yeterli değildi. Ölümü yaklaştıkça ve yazgısının sonuna geldiğini hissettikçe tüm köyü hırsla yiyip yutmak için sabırsızlanıyordu. Yüksek faizle borç vermeye başlamıştı. Şansı yaver gitmeyen insanlar, evlerini ve asma bahçelerini rehine koyarlar, ödeme zamanı geldiğinde ise ceplerinde tek kuruş olmadığından, mallarının mezatta satıldığını ve yaşlı Ladas’ın topraklarını yiyip yuttuğunu görürlerdi. Ama o yine de hiç durmadan sızlanır ve hiçbir zaman yiyecek fazla bir şeyi olmazdı. Karısı Penelope çıplak ayakla dolaşırdı. Biricik kızının hastalanmasına neden olduğunda doktora göndermektense ölmesini yeğlemişti.
“Dünyanın parası,” demişti. “Büyük kentler çok uzakta, nasıl bir doktor getirebilirim? Üstelik başkalarının bildiğinden fazlasını mı biliyorlar? Tanrı belalarını versin! Bizim papazımız var, eski ilaçları biliyor ve ben ona yalnızca kutsal yağ için para vereceğim. Şöyle ya da böyle, nasılsa iyileşecek. Böylesi bana daha ucuza gelecek.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYeniden Çarmıha Gerilen İsa
- Sayfa Sayısı536
- YazarNikos Kazancakis
- ÇevirmenTuğrul Tanyol
- ISBN9789750718519
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Varşova Anagramları ~ Richard Zimler
Varşova Anagramları
Richard Zimler
iyi adamlar savaştığında kötülükler savrulacak… 1941 yılının son günleri… Erik Cohen yeniden Varşova gettosunda, ama bu defa bir “ibbur” olarak. Onu görebilen tek kişi...
- Gizemli Çikolata Dükkânı ~ Kim Ye Eun
Gizemli Çikolata Dükkânı
Kim Ye Eun
Seul’de gizemli bir çikolata dükkânı vardır, adı Sarang de Chocolate, yani Aşk Çikolatası. Burada pek çok mucize yaşanır, tüm âşıkların hikâyeleri dinlenir, dertleri teselli...
- Kristal Kan ~ Nina Blazon
Kristal Kan
Nina Blazon
ZAMANIN KÖŞESİNE TUTUNUP KALMIŞ BİR ŞEHİR… ŞİDDETİN VE BASKININ HÜKÜM SÜRDÜĞÜ BİR ZAMAN VE TÜM BUNLARA RAĞMEN SÜREGELEN YASAK BİR AŞK! Nehir yeşili gözlü...