Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yeni Yaban
Yeni Yaban

Yeni Yaban

Diane Cook

Çok uzak olmayan, fazlasıyla tanıdık bir gelecek, nüfusun büyük çoğunluğunun yaşadığı bir metropol: Mevcut bütün yeraltı ve yerüstü kaynaklarını tüketen, kalan birkaç ağacın koruma…

Çok uzak olmayan, fazlasıyla tanıdık bir gelecek, nüfusun büyük çoğunluğunun yaşadığı bir metropol: Mevcut bütün yeraltı ve yerüstü kaynaklarını tüketen, kalan birkaç ağacın koruma altına alındığı Şehir’de Agnes, hava kirliliği yüzünden sağlığını kaybeden birçok çocuktan biridir. Görünürdeki tek çözüm, yeni başlayan bir araştırma kapsamında son el değmemiş doğa parçasına, Yeni Yaban Eyaleti’ne yerleşecek ilk insan topluluğuna katılmaktır. Ancak aralarında Agnes ve annesi Bea’nın da bulunduğu bu yeni avcı-toplayıcılar Yaban’da beklediklerinden çok daha çetin şartlarla karşı karşıya kalır, kendi zayıflıkları ve iktidar hırslarıyla yüzleşirler. Agnes medeniyetten uzakta, daha önce tanımadığı bir özgürlüğün tadını çıkarıp sağlığına ve yeni bir kimliğe kavuşurken, anne kızın kopmaz sandıkları bağlar da öngörülmez biçimlerde sınanacaktır.

Bilimkurgudan masala, büyüme hikâyesinden macera romanına çeşitli türler arasında ustalıkla salınan “Yeni Yaban”, iklim krizi, annelik ve günümüzde insan olmanın anlamı gibi birçok temel meseleyi ele alan, nefes nefese okunan bir hayatta kalma öyküsü.

“Güncelden de çok, unutulup daha yeni keşfedilmiş bir klasik gibi zamanın ötesinde, esaslı bir roman bu; insanlığa dair vahşi, büyüleyici bir peri masalı. Ama “Yeni Yaban”ın çekirdeğinde annelik ve çocuklarımız için nasıl bir dünya hazırladığımız (veya yok ettiğimiz) konusu var.” Washington Post

“Zamanımıza dair bu parlak sayfalarda ele alınan pek çok konu var: Kabilecilik, cesaret, tüketim, hikâye anlatma sanatı; Cook bunlardan sonuncusunu kamp ateşinin başındaki kökenlerine geri götürüyor. Okurların bu kitaptan en çok hatırlayacağı şeyse, dünyamızdaki insan olmayan bütün canlılara yönelik saf hayret duygusu olacak.” Observer

*

… genç olunacak bir yaban eli kalmamışsa, bir daha genç
olamayacağıma memnunum. Haritada tek bir boş yer yoksa, kırk
özgürlüğüm olmuş neye yarar?
Aldo Leopold
Çıkarın beni buradan, çıkarın beni buradan
Nefret ediyorum, çıkarın beni buradan
Alex Chilton

I. Bölüm
Beatrice’in Baladı

Bebek, Bea’nın içinden çürük renginde, mosmor çıktı. Bea kordonu aralarında bir yerden yakarak kopardıktan sonra faydasız olduğunu bile bile kızın ince boynundan çözdü, kızını ellerine alıp yumuşak göğsüne vurdu, yapışkan ağzına birkaç sığ nefes üfledi. Etrafında cırcırböceklerinin benzersiz sesleri yükseldi. Bea’nın cildi sıcaktan karıncalanıyordu. Sırtının, yüzünün teri kurumuştu. Güneş tepeye varmıştı ve olması gerekenden daha hızlı, tekrar alçalacaktı. Bea diz çöktüğü yerden Vadilerini, Vadi’nin saklı çayırlarını ve yavşanlarını görüyordu. Uzakta tek başına duran kütükler, daha yakındaysa bir yeri işaretleyen kurganları andıran çamurdan tümsekler vardı. Kaldera ufukta sarp ve bembeyaz duruyordu. Bea bir dalla, sonra da bir taşla sert toprağı kazdı, ardından çukur açıp eliyle düzleştirdi. Plasentayı içine koydu. Ardından da kızı. Çukur derin değildi, bebeğin karnı çukurun kenarından yüksekte kaldı. Doğumdan hâlâ ıslak olan küçük bedene kaba kum ve güneşin sıcağıyla saplarından kopmuş küçücük altın tomurcuklar bulaştı. Bea bebeğin alnına biraz daha toprak serpti, geyik derisi çantasından birkaç solgun yeşil yaprak çıkardı, kızın üzerine yaydı. Yakınındaki yavşanlardan pütürlü dallar koparıp şişmiş karnının, şaşılacak kadar küçük omuzlarının üstüne koydu. Bebek yaprak yeşilinden, pas kırmızısı kandan ve ıslak teninin altından görünen solgun menekşe rengi damarlardan yapılma biçimsiz bir yığındı şimdi. Kızı hisseden hayvanlar yaklaşıyordu şimdi. Gökte fır dönen şahinler işin ilerleyişini kontrol eder gibi alçaldılar, sonra sıcak bir hava akımıyla yükseldiler. Bea kır kurtlarının yumuşak ayak seslerini duydu. Buğulu yavşanların arasından dolaşarak ilerliyorlardı. Düzensiz vuran gölgelerin altından bir anneyle üç sıska yavru çıktı. Bea iniltiye dönüşen kayıtsız esnemelerini duydu. Bekleyeceklerdi. Bir rüzgâr esti, Bea tozlu sıcağı içine çekti. Agnes’ı doğurduğu hastane odasının durgun kokusunu özledi; aradan sekiz yıl geçmiş olmalıydı. Kaşındıran hastane geceliğinin göğsünde gerilmesini, iki yanına dönmeye çalışınca vücuduna dolaşmasını özledi. Kalçasının etrafından, bacaklarının arasından, doktoruyla hemşirelerin baktıkları, kurcaladıkları, Agnes’ı içinden çektikleri yerinden serin havanın geçişini. O histen nefret etmişti. Çok açıkta hissetmişti kendini, kullanılmış, hayvan gibi. Ama burada da toz toprakla sıcak havadan başka bir şey yoktu. Burada, bir eliyle üzerine atılan saksağanı engellerken, öbür eliyle küçük bedene –beş aylık mı hamileydi? Altı mı? Yedi mi?– yol göstermesi gerekmişti. Bu iş için yalnız kalmak istemişti. Ama yoklayan eldivenli eller, bayat devridaim havası, vınlayan makineler, altında çöl tozu yerine temiz çarşaflar için neler vermezdi. Biraz steril konfor için. Annesinin yanında olması için neler vermezdi. Bea kır kurtlarına tısladı. “Gidin” deyip az önce kazdığı toprakla çakıl taşlarından fırlattı. Ama kaçacak yerde kulaklarını arkaya attılar, anne kıçını yere yaklaştırdı, yavrular burnunu ısırıp onu sinirlendirdiler. Herhalde yavrularına fazladan yiyecek bulmak ya da eşinip yemek arama, hayatta kalma alıştırması yaptırmak için sürüden ayrılmıştı. Anneler böyle yapardı. Bea bebeğin gözlerine yaklaşan sineği kovdu; başta gözleri yaşayamadığına şaşırmış gibi bakmıştı, şimdiyse suçlar gibi bakıyordu. İşin aslı, Bea bu bebeği istememişti. Burada olmazdı. Onu bu dünyaya getirmek yanlış olurdu. Başından beri böyle hissetmişti. Ama ya kız Bea’nın korkusunu hissetmiş de istenmediği için ölmüşse? Nefesi tıkandı. Kıza, “En iyisi bu” dedi. Kızın gözleri tepelerinden geçen bulutlarla bulutlandı. El fenerinin olduğu ve feneri yakan pilleri hâlâ yanında taşıdığı dönemde, bir gece yürüyüşünde, fenerin ışığına parlayan bir çift göz takılmıştı. Bea gözleri korkutmak için el çırpmış ama gözler yalnızca alçalmıştı. Uzun bir hayvandı ama çömeliyordu, belki de oturuyordu, Bea kendisini takip etmesinden korkmuştu. Nabzı hızlanmış, o güne dek birkaç defa yaşadığı soğuk dehşetin, tehlikede olduğu hissinin içinde belirmesini beklemişti. Ama belirmemişti. Hayvana yaklaşmıştı. Gözler gene yalvarır gibi, itaat eden bir köpek gibi alçalmıştı ama köpek değildi. Sırtı eğimli, sivri kulaklı, kuyruğunu uysalca titreten bir geyik olduğunu ancak yaklaşınca görebilmişti. O sırada Bea ışıkta küçük, kendisine bakmayan ama düzensizce titreyen bir göz daha görmüştü. Geyik ayağa kalkınca o göz de sallanarak yukarı kalkmıştı. İncecik, titrek bacaklarının üstünde durmaya çalışan küçük, pırıl pırıl bir geyik yavrusu. Bea  farkında olmadan bir doğuma tanık olmuştu. Karanlıkta sessiz bir doğuma. Anneye yırtıcı bir hayvan gibi gizlice yanaşmıştı. Ve o anda annenin canının bağışlanmasını diler gibi başını yere eğmekten başka yapacak bir şeyi yoktu. Bu günlerde, çok basit ve çok acımasız bir sağ kalma mücadelesiyle dolu bu kestirilmez günlerde, Bea’nın kendine pişmanlık duyma izni verdiği pek az şey vardı. Ama keşke o gece başka tarafa yürüseydi, ışığını o gözlere tutmasaydı da dişi geyik doğumunu yapsa, yavrusunu burnuyla dürtüp, yalayıp temizleseydi, hayatta kalma mücadelesi başlamadan bebeğine ilk rahat gecesini yaşatma şansı bulabilseydi. Ama dişi geyik bitkin halde, hantalca kalkıp kaçmış, yavrusu da yönünü şaşırmış halde sendeleyerek peşinden gitmişti; hayatlarının birlikte geçirecekleri kısmının başlangıcı böyle olmuştu işte. Bea günler önce, tekmeler, hıçkırıklar ve çırpınmalar kesilip de bebeğin öldüğünü anlayınca, doğum için yalnız kalmak istediğini işte bu yüzden anlamıştı. Birlikte olacakları tek an buydu. Bunu başkalarıyla paylaşmak istemiyordu. Başka birinin kendi karmaşık acısını izlemesini istemiyordu. Anne kurda dikkatle baktı. “Anlıyorsun, değil mi?” Kır kurdu sabırsızca sıçrayıp sarı dişlerini yaladı. Epey aşağıdaki bir sırttan, yamaçların yamaçlarından neşesiz bir uluma geldi; gözetlemede bir kurt leşçil kuşları görmüş, av işareti veriyordu. Bea’nın gitmesi gerekiyordu. Güneş alçalıyordu. Artık kurtlar da biliyordu. Gölgesinin uzayıp incelmesini izlemişti; bu görüntü kendi açlıktan ölümünü izliyormuş gibi onu hep hüzünlendirirdi. Ayağa kalktı, kumda çukur çukur olmuş dizlerini esnetti, derisindeki, tuniğindeki çöl tozunu silkeledi. Ölü olduğunu bildiği bebeği canlandırmaya çalıştığı için kendini aptal gibi hissediyordu. Yaban’ın, içindeki bütün duyarlılığı yok ettiğini sanmıştı. O ânı kimseye anlatmayacaktı. Bir çocuğu olmasını ne kadar çok istediğini asla kabul etmez sandığı Glen’e anlatmayacaktı. Agnes herhalde hayat bulmamış kız kardeşine dair bir şeyler bilmek, annesine dair gizli ayrıntıları anlamak isterdi ama ona da söylemeyecekti. Hayır, basit hikâyeye sadık kalacaktı. Bebek yaşamadı. Başka pek çoğu da yaşamamıştı. Hayatımıza devam edeceğiz. Adını Madeline koymak istediği kıza son bir kez bakmadan arkasını döndü. Kır kurdu anneye sert bir tekme attı, tekme hayvanın postundan belli olan kaburgalarına isabet etti. Anne kır kurdu acı acı havladı, sürünerek geriledi, sonra hırladı ama bir insanın hakaretiyle uğraşmaktan daha acil sorunları vardı. Bea arkasından gelen tepinmeyi, tiz havlamaları duydu. Köpeklerin artan heyecanı yeni doğan bebek çığlığına benzese de Bea bunların sadece açlığın sesi olduğunu biliyordu. Belirgin bir patika izi kampa çıkıyordu. Topluluk’un etkisiyle mi açılmıştı, kendi hayvan yollarını açan hayvanların patikası mıydı, yoksa Yaban Eyaleti haline gelmeden önce burada olanların bir kalıntısı mıydı, anlamak zordu. Belki de bu patikayı Bea tek başına açmıştı. Vadi’den her göçtüklerinde buraya olabildiğince sık geliyordu. Madeline için burayı seçmesinin sebebi de buydu. O manzarada incelikli bir taraf vardı. Saklı bir vadiye benziyordu. Yemyeşil otlarla gür çalıların olduğu kısım etrafındaki araziden biraz daha alçakta kaldığı için ufku ve ufuktaki kara dağların tepelerini gören gizli bir manzarası vardı. Görüş alanındaki bütün arazi bulanık, yumuşak renklerden bir mozaik oluşturuyordu. Güzel, sessiz ve mahrem, diye düşünürdü Bea. İnsanın ayrılmak istemeyeceği bir yerdi. Bea, Madeline’i oraya bıraktığı için anlık bir ferahlık duydu gene; Madeline bu bilinmez manzaraya onunla –yolunu rahatça bulamayacağını hisseden bir anneyle– beraber göğüs germek zorunda kalmayacaktı. Bea kamptakilerin seslerini duyabiliyordu. Sesler engebesiz boş araziyi aşıp onun durduğu yere kadar ulaşıyordu. Ama Bea yanlarına dönmek, sorularıyla, daha da beteri sessizlikleriyle karşılaşmak istemiyordu. Yön değiştirdi, ailesinin vakit geçirmeyi sevdiği sığ mağaraya –gizli yerlerine– giden kayalara tırmandı. Yukarıda kocası Glen ve kızı Agnes’ı gördü, toprakta diz çökmüş onu bekliyorlardı. Glen’in, elindeki yaprağın sapını çevirip her açıdan dikkatle bakarken, yaprağın yeşil sırtındaki bir şeyi Agnes’a gösterip sıradan şeklindeki dikkate değer bir ayrıntıyı fark etmesini isterken, alnının odaklanmaktan kırıştığını gördü. Yaprak kendilerine sırrını söyleyecekmiş gibi yaprağa eğilip dikkatle baktılar, yüzlerinde sevinç belirdi. Glen onun yaklaştığını görünce elini sallayıp çağırdı. Agnes da bir kayaya çarpıp kırdığı tırtıklı yeni dişleriyle gülümseyerek, cömert ve beceriksiz bir kol hareketiyle aynısını yaptı. Bea kızının  başını ellerinin arasına alıp parlak, kanlı dudağının altındaki hasarı incelerken, Neden süt dişlerinden biri kırılmadı ki? diye düşünmüştü. Agnes kımıldamadan sessizce durmuştu, gözünden bir damla yaş sızmış, kirli yüzünde iz bırakarak akmıştı. Kazanın kızını ürküttüğünü ancak bu sayede anlamıştı Bea. Bir hayvan gibi Agnes da korkunca donup kalır, tehlike karşısında kaçardı. Bea, Agnes büyüdükçe bu durumun değişeceğini düşünüyordu. Kendini avdan çok yırtıcı gibi görmeye başlayabilirdi. Kızının tebessümünde vardı bu, adlandırılamayan bir kavrayış. Zamanını bekleyen bir kızın gülümsemesiydi. Bea yanlarına vardığında Glen, “Kızılağaç bu” diyordu. Bea’nın elini tutup nazikçe öptü, Bea elini çekene dek dudaklarını ayırmadı. Bea onun karnına bakıp yüzünü buruşturduğunu gördü. Glen kaba tahta kâsede sıcak su hazırlamıştı ama su soğuyup hava sıcaklığına gelmişti. Bea yanlarına çömeldi, tuniğini kaldırıp dizlerini ayırdı. Avcuna su alıp eteğinin altından bacaklarının arasını, genişlemiş, yıpranmış kıvrımlarını, kan sıçramış uyluklarını nazikçe yıkadı. Canı yanıyordu ama yırtık olmadığından emindi. Agnes da Bea’ya dikkatle bakarak çömeldi, ince biçimsiz bacaklarını ayırıp kendine su çarpıyor gibi yaptı. Bebeğin olduğu yere bakmamaya çalışıyor gibiydi. Agnes bir tür taklit safhasındaydı. Bea bunu hayvanlarda görüyordu. Başka çocuklarda da görmüştü. Ama Agnes’ın taklitçiliğinde onu yumuşatan bir taraf vardı. Yakın zamana kadar Agnes’ı anlıyordu. Fakat yaprakların renklerinin son kez döndüğü sıralarda Agnes ona yabancı gelir olmuştu. Ana babaların çocuklarıyla yaşadıkları bir şey, anne kız arasında olan bir şey miydi bu çatlak, yoksa yalnızca Agnes’la ikisinin çekmek zorunda kalacakları bir güçlük müydü, bilmiyordu. Burada Bea’nın olayları tamamen normal görüp peşini bırakması zordu, zira buradaki hayatları hiçbir bakımdan normal değildi. Agnes yaşına göre normal mi davranıyordu, yoksa kendini kurt sanıyor olması mümkün müydü? Agnes sekiz yaşına girmişti ama haberi yoktu. Artık günleri saymayı bıraktıkları için yaş günlerini de saymıyorlardı. Ama Bea ilk geldiklerinde bazı çiçeklerin açtığını fark etmişti. O sıra Agnes beş yaşına yeni girmişti. Nisan ayıydı. Bea yürüyüşlerinin ilk birkaç gününde bir menekşe tarlası görmüştü. Menekşeleri bir daha gördüğünde, aradan bir yıl geçmiş gibi gelmişti; yaz sıcağını hissetmişler, ağaçların renklerinin döndüğünü görmüşler, karlı dağlarda üşümüşlerdi. Kar kalkmıştı. Menekşeleri dört defa görmüştü. Dört yaş günü. Agnes’ın sekizinci doğum gününün son dolunaydan sonraya, son kamplarının yakınındaki otların arasında menekşeler gördüğü sıralara denk geldiğini biliyordu. İlk geldiklerinde Agnes o kadar ağır hastaydı ki Bea bir daha kızıyla menekşeleri görebileceklerinden şüphe etmişti. Ama işte bir aradaydılar, Agnes aralarında hopluyordu. Bea sürünerek sığ mağaranın dibine gitti. Bir kaya bloğunun arkasından, burada ilk kamp kurduklarında açtığı bir oyuktan, yenilediği mekânlardan birinin fotoğraflarının yayımlandığı tasarım ve mimari dergisini ve yastığını çıkardı. Dergi ülke çapında yayımlanıyordu ve iki sayfalık bu haber meslek yaşantısında bir dönüm noktası olmuştu ama yayımlandıktan kısa bir süre sonra Yaban’a gelmek üzere ayrılmıştı. Bunlar onun Şehir’den gizlice kaçırdığı gizli hazinesiydi ama oradan oraya taşımamak, diğerlerinin küçümseyen yüzleriyle karşılaşmamak ve açık havadan etkilenmelerini önlemek için Kılavuz’da açıklanan kurallara aldırmayıp pek de uğraşmadan buraya saklamıştı. Yılda birkaç defa Vadi’den geçerlerken, biraz daha kendisi gibi hissedebilmek için hazinelerini çıkarıyordu. Glen’in yanına oturup yastığına sarıldı. Sonra başparmağıyla derginin sayfalarını çevirdi, bir yandan da yaptığı seçimlerle sebeplerini hatırladı. İnsanın bir evi olmasının nasıl bir his olduğunu hatırladı. Glen, Bea hazinelerini ortaya çıkardığında her zaman yaptığı gibi, “Korucular bunları bulacak olursa başımız derde girer” dedi, kuralları çok dert ediyordu. Bea kaşlarını çattı. “Ne yapacaklar? Bir yastık yüzünden bizi kovacaklar mı?” Glen omuz silkti. “Belki.” “Rahatla” dedi Bea. “Asla bulamazlar. Hem bunlara ihtiyacım var. Yastığın nasıl bir şey olduğunu unutmamam gerek.” “Ben yeterince iyi bir yastık değil miyim?” Çok tatlı söylemişti. Bea onun yüzüne baktı. Glen bir deri bir kemikti. İkisi de aynı durumdaydı. Bea’nın gebeyken neredeyse hiç belirginleşmemiş karnı bile hemen içine çökmüş gibiydi. Başını kaldırıp yüzüne bakınca Glen hafifçe gülümsedi. Bea başını evet anlamında salladı. Glen de aynı şekilde karşılık verdi. Sonra Agnes’a bakarak sesli …..

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Kızıl Veba ~ Jack LondonKızıl Veba

    Kızıl Veba

    Jack London

    Yıl 2013… Hızlanan kalp atışları, yükselen ateş ve kasılmalar; kızıla çalan yüzler ve vücutlar… Derken telaşsız bir uyuşukluk ağır ağır vücudu kaplıyor, kalbe ulaştığındaysa...

  2. Yüzyüze ~ Cengiz AytmatovYüzyüze

    Yüzyüze

    Cengiz Aytmatov

    Cengiz Aytmatov’un Yüzyüze isimli hikâyesi, bir Kırgız köyündeki erkeklerin askere alınması neticesinde hayatlarını tek başlarına idame etme mecburiyetinde olan kadınları, onların çektiği çileleri anlatır....

  3. Kül ve Ateş ~ Jane AustenKül ve Ateş

    Kül ve Ateş

    Jane Austen

    Klasik İngiliz Edebiyatı’nın en önemli kadın yazarlarından Jane Austen’in daha sonraki romanlarına bir ilk adım ve anahtar olarak değerlendirilen ilk eseri Kül ve Ateş...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur