Ödüllere doymayan saygın tarihçi Jeremy D. Popkin, bu abidevi eserinde Batı tarihinin köşe taşlarından biri hâline gelmiş Fransız Devrimi’nin cesur, kışkırtıcı ve yeni bir yorumunu okura sunuyor. Alanda elli yıla yaklaşan deneyimini ve ilk elden kaynakları kullanarak, iki yüzyıldır anlatılagelen devrim tarihini ve dünyanın çehresini değiştiren bu olayın aktörlerini yeniden ve farklı bir gözle düşünmeye çağırıyor.
Monarşiyi tasfiye edip yeni bir toplumun kurulmasına götüren olayları, hararetli tartışmaları, şiddetli çatışmaları, faillerinin gözünden, karşılıklı ilişkilerinden ve kıyasıya rekabetlerinden hareketle gün gün, ay ay ele alarak, Devrim’in Terör Saltanatı’na ve en sonunda tek adam yönetimine nasıl yol açtığını sürükleyici bir roman havasında anlatıyor.
Mirabeau, Robespierre, Danton, Marat gibi devrimin büyük isimlerinin yanı sıra, devrimin her adımında yer almalarına rağmen genellikle gözardı edilmiş Olympe de Gouges gibi kadınların ve ezilen halkların olaylarda en ön saflarda oynadıkları hayati rolleri de gözler önüne seriyor.
Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi ideallerle yola çıkan hareketlerin insanlığın karanlık yanına nasıl yenik düşebildiğini göstererek bugün çağdaş toplumların boğuştuğu milliyetçilik, totalitarizm, tek adam yönetimleri gibi siyasi ve toplumsal sorunların tohumlarının hangi anlarda ve nasıl atıldığını açığa çıkarıyor.
İÇİNDEKİLER
Teşekkür
Önsöz
Neden Fransız Devrimi’nin Yeni Bir Tarihi? 17
1
Eski Rejimde Yaşayan İki Fransız 25
2
Monarşi, Phılosophelar ve Halk 56
3
Monarşi Sürükleniyor
1774-1784
91
4
“Her Şey Değişmeli”
Ayan Meclisi ve 1787-1788 Krizi
108
5
Bir Ulus Ayağa Kalkıyor
Haziran 1788-Mayıs 1789
131
6
Tenis Kortu Devrimi
Estates General’den Ulusal Meclis’e
Mayıs-Temmuz 1789
158
7
Halk Devrimi
Temmuz-Ağustos 1789
177
8
“Büyük Korku”dan Haklar Bildirgesine
Ağustos 1789
197
9
Anayasa Yapımı ve Çatışma
Eylül-Aralık 1789
226
10
Bölünmüş Yeni Dünya
Ocak 1790-Haziran 1791
257
11
Firari Kral ve Anayasa Krizi
Haziran-Eylül 1791
308
12
İkinci Bir Devrim
Ekim 1791-Ağustos 1792
333
13
Krizlerden Doğan Bir Cumhuriyet
Ağustos 1792-Mayıs 1793
379
14
Eşikteki Devrim
Haziran-Aralık 1793
432
15
Terör Eğrisi
Ocak-Temmuz 1794
484
16
Cumhuriyet’in Yeni Başlangıcı
Temmuz 1794-Ekim 1795
533
17
Soruna Dönüşen Cumhuriyet 583
Ekim 1795-Eylül 1797
18
Fructıdor’dan Brumaıre’e 622
Eylül 1797-Kasım 1799
19
Ölüm Döşeğindeki Cumhuriyet 665
1799-1804
Sonsöz 709
Dizin 716
Önsöz
Neden Fransız Devrimi’nin Yeni Bir Tarihi?
1793’ün sonunda, Amerika’nın sınır bölgesindeki yerleşim yeri Lexington, Kentucky’de, Fransız Devrimi’nden Batı dünyasının diğer herhangi bir noktası kadar uzakta olan bir matbaacı, MS. 1794 yılı için hazırlanan Kentucky Almanağı’nı yayımladı. Almanağın içeriğinde gelecek yılın takvimi ve hava tahminlerinin yanı sıra “Fransa için Amerikan Duası” isimli bir şiir göze çarpıyordu. Şiirinde Tanrı’ya “İnsan Haklarının Koruyucusu” sıfatıyla hitap eden anonim şair, ona “seçtiği ırkı sevindirmesi / ve KRALLARIN hükmüne artık razı gelmemesi” için yalvarıyordu. Şiirin mesajı açıktı: Fransız Devrimi’nin sonuçları, sadece Fransa’nın “yiğit kahramanları ve adil yöneticileri” için değil, insanların doğuştan bireysel haklara sahip olduğuna ve keyfî yöneticilerin devrilmesi gerektiğine inanan herkes için önem taşıyordu. Öte yandan şairin sözleri, 1789 yılında Fransa’da başlayan ayaklanmayı uzaktan yorumlamanın güçlüğünü de gözler önüne seriyordu. Nitekim Kentuckyli yazar Devrim’i esirgemesi için Tanrı’ya sığınırken, Fransa’da devrimciler dinî ibadetleri yasaklıyor, yazar devrimcilerin eylemlerinin adaletinden övgüyle söz ederken Devrim Mahkemeleri adalet tanımının sınırlarını zorluyordu.
1789’da başlayan çarpıcı olayların üzerinden 200 yıldan fazla bir süre geçmiş olmasına rağmen, Fransız Devrimi’nin öyküsü, özgürlük ve demokrasiye inanan herkesi bugün de yakından ilgilendirmeye devam ediyor. Ne zaman dünyanın bir yerinde özgürlük hareketleri nüksetse, bu hareketlerin savunucuları 14 Temmuz 1789’da Bastille’i basan Parislilerin izinden gittiklerini iddia ediyorlar. 1789 yılının Ağustos ayında yayımlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ni okuyan herkes, modern demokrasilerin çerçevesini oluşturan bireysel özgürlük, yasalar önünde eşitlik ve temsilî hükümet ilkelerini bir bakışta tanıyıveriyor.2 Ne var ki Fransız Devrimi’ni düşündüğümüzde yalnız bunlar değil, devrime katılanlar arasında bölünmelere yol açan çatışmaları ve giyotinle gerçekleştirilen idamları da hatırlıyoruz. Diktatörlüğüyle hareketi sona erdiren karizmatik liderin iktidara yükselişi de benzer şekilde aklımızdadır. Bugün Lexington’daki çalışma odamdan Fransız Devrimi’ni anlamlandırmak, en az Kentucky Almanakı’nın anonim yazarı için olduğu kadar zor.
1970’li yıllarda akademisyenlik ve öğretmenlik kariyerime yeni başlamışken, öğrencilerin 1960’larda dünyanın farklı yerlerindeki üniversite kampüslerinde başlattıkları protesto hareketlerinin anısı zihinlerde hâlâ tazeydi. Bu hareketler, baskıcı bir toplumun başarıyla bertaraf edilişinin en büyük örneklerinden biri olarak gösterilip 1917 Rus Devrimi ile yan yana konan Fransız Devrimi’ne karşı belli bir ilgi uyandırmışlardı. Ne gariptir ki o çalkantılı yıllarda Fransız Devrimi’nin kavranış biçimi oldukça sabit bir hattı takip ediyordu: Neredeyse tüm tarihçiler, devrime giden yolun, yükselen “burjuva” sınıfı tarafından döşendiği hususunda ve bu sınıfın siyasi ve ekonomik ilerlemenin önünü tıkayan eski “feodal” düzeni yıkmaya kararlı olduğu konusunda hemfikirdi.
Dünyanın dört bir yanından gelmiş araştırmacılarla birlikte Fransız Devrimi’nin 200. yıldönümü şerefine gerçekleştirilen anma törenlerine katıldığım 1989 yılına geldiğimizde ise işler büyük ölçüde değişmişti. Doğu Avrupa’daki komünist rejimler artık tökezlemeye başlamış, Sovyetlerin ilhamını Fransız Devrimi’nden aldığı gerçeği Fransa’daki ayaklanmanın toplumsal ilerlemenin mi, yoksa totaliter aşırılıkların mı habercisi olduğu sorusunu gündeme getirmişti. Faal bir Fransız tarihçisi olan François Furet’nin polemik yaratan denemeleri, Devrim üzerine yapılan çalışmalardaki yaygın ortodoksiye meydan okuyordu. Furet söz konusu denemelerinde, başka şeyleri de ele almanın yanı sıra İngilizce konuşulan dünyadaki akademisyenlere konuya yeni bir gözle bakmaları çağrısında bulunuyordu.
1989 yılını takip eden onyıllarda Fransız Devrimi’nin gündeme getirmeye devam ettiği sorular bununla da sınırlı kalmadı. 1789 yılında Fransızlar, “bütün erkeklerin haklar bakımından özgür ve eşit doğup özgür ve eşit yaşadığını” ilan etmişlerdi. Peki ya kadınlar neredeydi? Amerikan Devrimi’nin başlangıcında, John Adams’ın eşi Abigail, Adams’a yazdığı ünlü mektupta ondan “kadınları unutma[masını] ve onlara karşı atalarının davrandığından daha cömert ve lütufkâr davran[masını]” rica etmişti.3 Oysa kadın hakları ve cinsiyetlerarası ilişkilere dair bugün hâlâ üzerinde durmaya devam ettiğimiz konular, Devrim döneminin Fransası’nda basında, siyasi kulüplerde, hatta ulusun yasama organında bile açıktan tartışılıyordu. Sözgelimi modern feminizmin öncüsü sayılan Mary Wollstonecraft, “Kadın Haklarının Gerekçelendirilişi” isimli çığır açıcı eserini Devrim döneminin Parisi’nde yazmıştı fakat Fransız bir eleştirmeninin de belirttiği üzere Paris’teki kadınlar, Wollstonecraft’ın hayal ettiğinden bile fazlasını başarabileceklerini çoktan ispatlamışlardı.4 Bu dönemde yaşayan kadınlardan bazıları –oyun ve broşür yazarı Olympe de Gouges, romancı ve salon sahibesi Madam de Staël, siyasetin arka odalarıyla iştigal eden Madam Roland ve mutsuz kraliçe Marie-Antoinette– yaygın bir karşılık bularak kayda geçirilen fikirleriyle önemli kamusal figürler hâline geldiler. Diğerleri ise kâh kitlesel ayaklanmalara katıldılar kâh ekmek fiyatlarına veryansın ederek etki uyandırdılar. Yeni evlilik ve boşanma yasaları kapsamında kimi kadınlar aile hayatındaki olası değişiklikleri memnuniyetle karşılarken, kimileri de devrimci erkeklerin Katolik Kilisesi’ni ortadan kaldırma çabalarını baltalamada kilit rol oynadılar. Tüm bunlar gösteriyor ki “kadınları hatırlamayan” bir Fransız Devrimi tarihi, eksiktir.
Diğer yandan, ırk ve kölelik meselelerinin Fransız Devrimi sırasındaki seyri, günümüzün dünyasında, geçmişte görmediği bir ilgi uyandırmaktadır. 1789 Fransası’nın denizaşırı imparatorluğunun dağınık adaları, haritaya bakıldığında İngilizlerin, İspanyolların ve Portekizlilerin mülklerine kıyasla epey cılız görünseler de esasen büyüklükleriyle ölçülemeyecek bir öneme sahiplerdi. 1787’de Fransa’ya ithal edilen malların %37’si sömürgelerden sağlanırken, ihracatın %22’sini de yine bu sömürgeler alıyordu. Dünyanın şeker ve kahve arzının yarısı, o dönem Fransız sömürgesi olan ve bugün Haiti’ye karşılık gelen Saint-Domingue’den tedarik ediliyordu. Bu kazancın kaynağı, tutsak siyah erkeklerin ve kadınların emeğiydi. 1789 yılında, bağımsızlığını yeni kazanan 13 Amerikan eyaletindeki kölelerin sayısı 670.000 civarındayken, Karayipler’e ve Hint Okyanusu’na yayılmış Fransız şeker adalarında 800.000 köle bulunuyordu. Aslına bakılırsa Fransız sömürgelerine nakledilen Afrikalıların sayısı, tam da Fransız devrimcilerin “bütün erkeklerin haklar bakımından özgür ve eşit doğup özgür ve eşit yaşadığını” ilan ettikleri bu dönemde doruk noktasına ulaşmıştı. Fransız sömürgeleri ve bu sömürgelerdeki köleler Avrupa’dan çok uzakta olsalar da Fransa’daki düşünürlerin zihinlerini meşgul ediyorlardı. Abbé5 Guillaume Raynal’ın sömürgecilik ve kölelik karşıtı pasajlar da içeren ve ciltler dolduran çalışması İki Hint Adasının Tarihi, devrim öncesi yılların çok satılan kitapları arasında yer alıyordu. 1788’de Marie-Antoinette, “Madam de Boisnormand’ın melezi” diye anılan ve oğluna oyun arkadaşlığı eden Jean-Pierre’e yaldızlı bir saat hediye edilmesine izin vermişti.6 Diğer yandan özgürlük ilkeleri ile sömürgelerin taşıdığı ekonomik önemin nasıl bağdaştırılacağı sorusu, 1790’lar boyunca devrimci liderlerin aklını kurcalayacaktı. Her ne kadar hummalı tartışmaların ardından köleliğin kaldırılmasına ve her ırktan insanın tüm haklarının eksiksiz bir şekilde tanımasına karar verildiyse de bu ancak 1804 yılında Amerika’daki ilk bağımsız siyah ulusun kurulmasıyla sonuçlanacak “Haiti Devrimi” başladıktan ve tarihin en büyük köle ayaklanması yaşandıktan sonra mümkün olacaktı. Daha önce ihmal edilen bu konulara hak ettiği ilgiyi gösteren bir Fransız Devrimi tarihi, hareketin anlamına ilişkin kavrayışımızı kökten değiştirmektedir.
Yüzyılımızın başında geleneksel siyasi kurumların yaygın bir biçimde sorgulanmasına yol açmış olaylar, bizi bir kez daha Fransız Devrimi’ne geri götürmektedir. Devrim döneminde ekonominin küreselleşmesinin ve serbest ticaretin yol açtığı sonuçlara karşı yükselen protestolar, günümüzün toplumsal hareketlerinin talepleriyle ürkütücü bir benzerlik sergilemektedir. Fransız devrimciler, hükümetin halkın iradesini temsil etmesi gerektiğini savunmaları itibarıyla hem modern siyasi demokrasinin hem de modern elitizm düşmanı popülizmin öncüleridir ve 1790’larda Fransa’da meydana gelen olaylar, bu ikisi arasında doğabilecek çatışmaları canlı bir şekilde gözler önüne sermektedir. Bugünün dünyası militan milliyetçiliğin yeniden canlanmasıyla baş etmeye çalışırken, Fransız Devrimi’nin “ulus” kelimesini patlamaya hazır bir güce nasıl dönüştürdüğünün hikâyesi kuşkusuz yeniden ve dikkatle ele alınmalıdır. Diğer yandan, devrimin gerek dinin toplumda nasıl bir yer işgal etmesi gerektiği konusunda başlattığı şiddetli tartışmalar, gerekse topluma seküler değerlerin dayatılması çabası sırasında karşı karşıya kaldığı güçlü direniş, bizim zamanımızın çatışmalarının da bir habercisidir. Dahası, iletişim ortamında bir dönüşüm yaşandığı hissi, bugünün insanları için geçerli olduğu kadar Fransız Devrimi’ne katılanlar için de geçerliydi. Sözgelimi gazetelerin ve broşürlerin sayısındaki artış, o dönemde de zamanın hızlandığı izlenimini yaratmış ve siyasi gerçekleri söylentilerden ayırmayı zorlaştırmıştı. Fransız Devrimi’nin tarihi, mevcut düzeni kasıtlı bir şekilde ortadan kaldırma denemesi sıfatıyla ele alındığında ise yıkımın siyasi bir program hâline geldiği günümüzle her zamankinden çok daha ilişkili hâle gelmektedir. Kendi yıkım deneyimimiz, Terör Saltanatı ile Napolyon’un yükselişi arasındaki beş yılda hareketin kazanımlarını kaybetmeden toplumu istikrara kavuşturmayı hedefleyen devrimcilerin çabalarına dair yeni bir anlayış geliştirmeyi de mümkün kılmaktadır.
Fransız Devrimi, halkın ilgisinin iyi ile kötü arasındaki keskin karşılaşmaları konu alan melodramatik oyunlara ve romanlara yöneldiği bir anda gerçekleşmişti. Devrim’i konu alan tarihsel anlatılar da genellikle bu örüntüyü takip ederler ama bu anlatıların yazarları hangi figürlerin ve hareketlerin kahraman, hangilerininse kötü karakter olduğu konusunda hemfikir değildir. Devrim üzerine yazıp çizen bir bilgin olarak kendi tuttuğum yol ise beni devrim döneminin kadınları ve erkekleri hakkında daha dengeli bir görüş geliştirmeye yöneltti. Fransız Devrimi’nin tarihine yönelik ilk araştırma projelerim, devrime karşı çıkan yazarlara ve gazetecilere odaklanıyordu. Muhafazakâr felsefelerini hiçbir zaman benimsememiş olsam da zeki ve belagatli insanların benim tartışmaya dahi açmayacak kadar aşikâr bulduğum özgürlük ve eşitlik ideallerine hararetli bir şekilde karşı çıktıklarını öğrenmek, benim için bir meydan okumaydı. Devrim dönemi gazeteciliği üzerine çalışmalarımı genişlettikçe hareketi destekleyen, hatta hareketin yeterince ileri gitmediğini düşünen yazarlarla karşılaşacak, Devrim sırasında sesleri en çok çıkan Jean-Paul Marat ve takma adıyla Père Duchêne gibi demokrasi taraftarlarının aynı zamanda açıktan şiddetin en ateşli savunucuları olmaları paradoksuyla cebelleşecektim.
Akademik kariyerimin ortasında, 1794 yılında Fransız devrimcileri köleliği kabul edilemez bir insan hakları ihlali olarak niteleyip sömürgelerdeki siyah nüfusun Fransız yurttaşları sayılması gerektiğine hükmeden tarihsel bildirgeyi ilan etmeye götüren yolun taşlarını döşemiş dramatik olayların peşine düşmüştüm. Fark ettim ki Devrim, bariz anlamıyla siyah/beyaz bir dram olsa da kahramanlar ile kötüler arasında basit bir yüzleşme de değildi. Fransa’daki kölelik karşıtı reformcular, köleliğin ve ırkçı önyargıların adaletsizliğinin farkındaydılar ama bu reformcuların önemli bir kısmı siyahların özgürlüğe henüz hazır olmadıklarından o kadar eminlerdi ki öne sürdükleri ilkelerden bugün bizim doğal bulduğumuz sonuçları çıkarmakta tereddüt ediyorlardı. Fransız sömürgelerindeki baskıya başkaldıran siyahlar da Fransız devrimcileri her zaman müttefikleri olarak görmüyorlardı. Örneğin Fransa’nın en büyük ve en değerli denizaşırı sömürgesini bağımsızlığa taşıyan hareketin ana figürü olan Toussaint Louverture, Fransızlara hitaben yaptığı konuşmada, devrimcilerin onlara sunmaya razı geldikleri özgürlük için değil “başka bir özgürlük” için savaştığını söyleyecekti.
Okurların bu sayfalarda karşılaşacağı yüzlerce figürü basitçe tasvir etmek pek mümkün değil. Sözgelimi XVI. Louis ve Marie-Antoinette özgürlük ve eşitlik gibi devrimci ilkeleri kavrayamıyorlardı ama ulusun köklü kurumlarını koruyup kollamayı görev biliyorlardı ve bu görevlerine samimiyetle bağlıydılar. Mirabeau’dan Robespierre’e varasıya önde gelen devrimciler takdire şayan ilkelerin savunuculuğunu yapmışlardı ama Devrim uğruna aldıkları tedbirler çok sayıda insanın hayatına da mal olmuştu. Sıradan erkekler ve kadınlar ise hem Bastille Baskını gibi cesaret gerektiren eylemlere hem de 1792 Eylül Katliamları’nın da dâhil olduğu insanlıkdışı zulümlere imza atmışlardı. Tüm bu insanların üzerinde mutabık olabilecekleri tek bir şey vardıysa bu, genç devrimci yasa koyuculardan Louis-Antoine de Saint-Just’ün şu sözlerindeki doğruluk payıydı: “Olayların gücü, belki de bizi asla öngöremediğimiz şeyler yapmaya zorladı.”
Fransız Devrimi’nin hâlâ güncelliğini koruması, 1789 olaylarının basitliğinin bir belirtisi olmadığı gibi, bu olayların günümüzün sorularına net cevaplar sunabilecekleri anlamına da gelmemektedir. Kadınların Devrim’de rolüne, devrimcilerin ırk ve kölelik üzerine giriştiği tartışmaların önemine ve devrimci siyasetin demokrasinin bugünkü ikilemlerine o zamandan nasıl yön verdiğine ilişkin yeni bakış açıları, devrimci hareketi yeni bir gözle görmemize olanak tanıyabilir ama Devrim’in mesajı ve sonuçları belirsizliğini hâlâ korumaktadır. Özgürlük ve eşitlik, o zaman olduğu gibi bugün de farklı insanlar için çok farklı anlamlara gelmektedir. Devrim’den alınacak en önemli derslerden biri, ilkin eleştirel muhafazakâr Edmund Burke’ün üstüne basa basa izah ettiği ve daha sonra 19. yüzyılın büyük siyaset kuramcısı Alexis de Tocqueville’in de güçlü bir şekilde dile getirdiği gibi, eylemlerin istenmeyen sonuçlar doğurmasının kaçınılmaz olduğudur. Devrim’den çıkarılabilecek bununla aynı derecede önemli bir diğer ders ise tüm risklere rağmen özgürlük ve eşitlik için savaşmanın gerekli olduğudur. Devrim’in kendi ilkelerinin içkin bir unsuru olan bireysel haklara saygı, bizi hem ona karşı çıkanların da insan olduğunu tanımaya hem de hareketin kendi vaatlerini her zaman yerine getirmediği yönündeki itirazlarını dillendirmek için bedel ödeyenlerin görüşlerini dikkate almaya zorlamaktadır. Fransız Devrimi, tüm eksikliklerine rağmen, demokrasi mirasının hayati bir parçası olmaya devam ediyor.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Felsefe Siyaset Felsefesi
- Kitap AdıYeni Dünyanın Başlangıcı - Fransız Devrimi'nin Yeni Tarihi
- Sayfa Sayısı728
- YazarJeremy D. Popkin
- ISBN9786258242553
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviFol Kitap / 2023