Selçuk Baran’ın öykü kitapları dizisinde yer alan “Yelkovan Yokuşu” (1989) yedi öyküden oluşuyor: “Yelkovan Yokuşu”, “Değirmen”, “Bozacıda”, “Öğle Saatleri”, “Rose Bonbon”, “Bakırçalığı”, Eğrelti Yeşili”.
Yalnızlık ve umutsuzluk dolu öykülerinde düşsel, şiirli bir hava yaratmakta başarı gösterdiği kabul edilen Selçuk Baran, Behçet Necatigil’den Vedat Günyol’a, Füsun Akatlı’dan Selim İleri’ye, Hulki Aktunç’tan İbrahim Yıldırım’a, İnci Aral’dan Behçet Çelik’e pek çok yazarın övgüyle üstünde durduğu, ancak günümüz okuru tarafından daha fazla keşfedilmeyi bekleyen bir yazar.
“Genliğim mi?
Oysa zaman güneşli bir tarladır. Öyle olmalıydı. Nereden bakarsan bak, her şeyi görebilirsin; uzaktır biraz belki, işte hepsi o kadar ama.”
*
Yelkovan Yokuşu
Cuma günleri öğle yemeğini lokantada yiyordu. Üstelik bir saatlik öğle tatilini uzatmak için elinden geleni yapıyor, özel izinler istiyor ya da ancak dışarda kovuşturabileceği işler yaratıyordu. Cuma yemeklerine törensel bir nitelik vermek için de ayrıca çaba gösteriyordu. Sözgelimi, rasgele giyinmekten vazgeçiyor, boyunbağıyla çoraplarının renk uyumlarına dikkat ediyor, o sabah mutlaka yıkanıyordu. Dahası, cuma yemekleri için bir esirgemezlik örneği göstererek -tabii taksitlefazladan bir takım elbise bile almıştı. O gün karşısına çıkacağı kişinin ya da kişilerin üzerinde iyi bir izlenim bırakmalıydı. Bırakmalıydı ki, onlar da masalarına bir başkasının, bir yabancının oturmasına izin versinler; en önemlisi onunla konuşsunlar.
Çünkü bu, yaşama tutunabilmek, kısacası yere bastığını -ille de sımsıkı olmayabilir, şöyle bir bassin yeterduyabilmek için başvurduğu son önlemdi. Başka yolların hepsini denediğini sanıyordu (arkadaşlık, sevda girişimleri, kulüplerde briç, aletli cimnastik filan); hiçbiri tutmamıştı.
Şimdi başkalarıyla –kısacası bir yemek boyu edinilen, bir daha karşı karşıya gelinmese de unutulmayandostlarla (bu sözcüğü, gerçek anlamını düşünmeden kullanmayı öğreneli çok olmadı) söyleşerek geçirilen öğle yemeğinden ötürü, cuma akşamlarını kurtarmakla kalmıyor, iki günlük hafta tatilini, o korkunç pazar hastalığını atlatacak gücü kendinde buluyordu. Haftanın üç gününü kurtarabildin mi, geriye kalan dört gün boşluğa bassan, sallansan da olur. Hem perşembe akşamlarını, ertesi günkü öğle yemeği için varsayımlarda bulunarak geçireceğinden (o anda yüzüne bir gülümseme bile yayılabilir ki, hiç yoktan iyidir) haftanın yarısı, kısacası yaşamın yarısı kurtarılmış sayılır ve insan daha fazlasını istemeyebilir.
Genellikle değişik lokantaları seçiyor (ama mutlaka kalabalık olanlarını; çünkü tenha bir lokantada başkasının masasına hangi özürle oturursunuz?); garsonların kendisine yardım etmelerine yol açmamak için suratlarına bakmayarak, bu yüzden de başını dimdik tutarak (yaşına bakmayın, önemli bir kişiye benziyor, dedirtecek kadar) masasını arıyordu. Genellikle orta yaşın üstündekileri ya da yaşlıları seçiyordu: Dinozorları kısacası… Öyle seviyordu ki onları! Yalnız kendileri değil, yaşamış oldukları yıllar ve hâlâ inatla barındıkları zaman ve mekân da çağdışıydı, dahası eskildi. Gene de onlarla konuşurken yaşadığını anlıyordu genç adam. Tamamlanmış bir yaşamın; zamana, geçişlere, değişimlere, dönüşümlere karşı koyarak ayakta duranların dirimi, gücü… Ancak onlarla birlikteyken hayat, hayata benziyordu. O küçücük kafaları, iri gövdeleriyle gençliğine saygı duyup, “yaşam serüveni” sandıkları şeyi anlatırkenki içtenlikleri, sevecenlikleri ve tabii gülünçlükleri, beceriksizlikleri…
Ama bugün yanlarına oturabileceği dinozorlar yok. Yoksa bu lokanta dinozorlara yasak mı? Ya şu iki kadın… Şimdiye kadar dinozor eşlerinden başka kadınlarla konuşmadı. Öyleyse…
“Artık o mavili dönemine hiç dönmemen ne garip!”
Otuz otuz beş yaşlarında yuvarlak yüzlü, mavi gözlü olanı böyle demişti karşısındakine; genç adam izin isteyip de masalarına oturur oturmaz. Sanki daha önce susuyorlardı ya da bambaşka bir konu üzerinde söyleşiyorlardı da, adamın masaya oturmasıyla çoktan beklenen belirtge gerçekleşmiş, kadın da kendisine önceden belletilmiş cümleyi söyleyivermişti.
Yuvarlak yüzlü, mavi gözlü kadın tombul sayılırdı.
Adam da tombul kadınlardan hoşlanmazdı hele böyle genç sayılabilecek bir yaşta olurlarsa. Kendi gözlerine, kendi beğenisine yapılan bir haksızlık, gibi alırdı onların çok güzel olmalarına ramak kalmışken, birden gereksiz çıkıntılara, yuvarlaklara bürünerek her şeyi berbat etmelerine. Ama bu kadın, tombulluğunu, bir karakter özelliği, kimselerde bulunmayan, sahip olunmak istenen, ama bir türlü ele geçirilemeyen; insanı sağlam, güvenilir, gene de erişilmez kılan bir özellik gibi taşıyordu. Masaya oturmak üzere sandalyesini çeken adama yönelttiği, iki üç saniyeden fazla sürmeyen bakışlarındaki meydan okuma belki bu yüzdendi.
Öteki çok daha yaşlıydı; elli filan… Daha doğrusu inceliğinden (dahası kuruluğundan) ya da bilinmeyen bir özelliğinden ötürü (belki saflıktır, hamlıktır; aa bak, aydın kadınlar da belli etmezler yaşlarını… Ama bu daha çok evkadınına benziyor; öğle vakti votka içmeye kalkışmaması gereken bir evkadınına) daha genç gösteriyordu. Acı kahve bir eteklikle kakao rengi bir kazak, taba pabuçlar, koyu kahve çoraplar giymişti. Sonra bütün bu kahverengi bolluğunun uyuşmazlığını turunculu yeşilli bir üçgen eşarpla dengelemeye kalkışmıştı. Sanki bir rastlantı sonucu giyinmişti: Onu ordan, bunu şurdan alıp, kimisi ödünç… Eteği yıpranmış, kazağıysa yeni satın alınmış gibi…
“Sen hiç soru sormazdın,” dedi votka bardağını döndürerek. “Özür dilerim.” Mavi gözler yalvararak bakıyordu karşısındakine.
Adam, o sırada genç olanına Deniz, yaşlısına Güz demeye karar verdi.
“Soru sormadım. Yalnızca mavilerden vazgeçmiş olduğunu söyledim. Birden farkına varıverdim. Dündü sanırım.”
“Maviyi hep kullanırım, bilirsin ya…”
“Yanılıyorsun. O dönemin mavilerine bir daha hiçbir resminde rastlamadım.”
Güz, sesini çıkarmadı, votkasından küçük bir yudum aldı. “Mavi, senin o döneminde kullandığın mavi, ruhsal bir baskıyı imler.”
Güz, hafifçe gülümsedi. Bu saptamayı arkadaşının gençliğine bağışlar gibiydi. Önem vermiyordu. Karşısındakinin aldırışsızlığı Deniz’i etkilemedi. O, ağırlıklı bir cümle söylediğinin bilincindeydi. Havada da kalsa, bu ağırlığın kendini duyurması için bir süre bekledi.
“Osmanlı çinilerinin egemen mavisi,” diye sürdürdü sonra konuşmasını. “Selçuklular o maviyi hiç kullanmadılar. Çünkü Selçuklu döneminde baskı yoktu. Osmanlı, Osmanlılığa kalkıştığında çinilerin mavisine bir şeyler oldu. Küsmedi… O zaman’ bozarırdı. Baskı öylesine yoğun ve insafsızdı ki, mora da dönüşmedi; başkaldırmadı kısacası… Öyle için için acıdı kaldı: Ağulu bir mavi oldu.”
“Osmanlı, Selçuklu çinileriyle ilgilendiğini bilmiyordum,” dedi Güz. Arkadaşının coşkusundan hiç etkilenmemişti. “Bana kalırsa uyduruyorsun!”
“Ağu mavisi diyorum ben ona. Kendim buldum. Baskı olan her yerde vardır. Şilililer’de gelenekti, duvarlarını resimlerlerdi. Allende’den sonra bir daha resim yapmadılar. Evlerini boyamak gerekince düz beyaz kireci denediler, olmadı. Sonra maviyi buldular. Şimdi Şili’de bütün evler mavi boyalıdır, ağu mavisi, baskı, zulüm mavisi, senin mavin…”
“Hikâyelerine bayılıyorum,” dedi Güz. Ama şimdi heyecanlanmıştı, daha genç gösteriyordu.
Deniz kendini savunmak gereğini duymadı. “Senin o mavilerin,” dedi yalnızca usul usul.
Bunların yemek filan yiyecekleri yok anlaşılan, dedi adam içinden. Tabaklarındaki şişler soğuyup katılaşmış. Birer yudum votkayla yetiniyorlar. Benimki ise bitmek üzere. Ne yapmalı? Garsonu çağırıp yarısını yediği bifteği alıp götürmesini söyledi ve ızgara balık ismarladı.
Izgara uzun sürer, ne iyi!
“Bana bir soru sormuştun,” dedi bu arada Güz. “Sormadım, inan, Sorulardan hoşlanmadığını bilirken… Eğer öyle bile olsa… Peki sorumu geri alıyorum.”
“Boş ver! Çünkü ben sorunu yanıtlamaya karar verdim çoktan.” Artık evkadını kimliğinden sıyrılmıştı. “O mavili resimleri hastaneden çıktıktan sonra yapmıştım.” Bir sigara yaktı. “Bana bir şeyleri kabul ettirmeye uğraşmışlardı; zorlayıp durmuşlardı. Yelkovan Yokuşu’nun, Suzi’nin var olmadığına inanmamı istiyorlardı.”
Deniz, telaşından votka bardağını devirdi. Masayı temizlemeye gelen garsona Çıkıştı:
“Aldırma bırak! Öylece kalsın. Ama bana çabuk bir votka daha getir!”
“Biliyorum, kızacaksın ama,” dedi Güz, bağışlanmak ister gibi yalvararak, “onlara boyun eğdim. Tamam, dedim, ben Yelkovan Yokuşu’nda oturmuyorum. Zaten Ankara’da denize inen yokuş ne arar? Ankara’da deniz mi var? Ayrıca, Suzi diye birini de tanımıyorum. Evet, Suzi’yi tanımadığımı söyledim onlara. Çünkü baskı altındaydım.”
Birden roller değişmişti. Güz’e hep saygılı davranan Deniz, egemen durumdaydı şimdi. Güz yalvarıp duruyor, bağışlanmak diliyordu.
“Dediklerini yaptım, onlara boyun eğdim. Çünkü orada, hastanede daha fazla kalamazdım. Hastaneden çıkınca doktorum resim yapmayı sürdürmemi istedi. Bakarsın, değişik bir şeyler çıkar ortaya, dedi. Her şeyin senin için altüst olduğu şu dönemde, bir daha hiç yapamayacağın bir şeyler… O, ne derse yapmak zorundaydım, daha doğrusu öyle sanıyordum. İşte mavili dediğin resimler o yıllardan kaldı.”
Salıverdiler beni… Suzi yoksa, Yelkovan Yokuşu da yoksa peki… Madem öyle, hadi güle güle. Ama sokaklarda, dolaşmamı buyurdular. Kocam da üsteleyip duruyordu. Tek başıma sokaklarda dolaşmaya alışmalıymışım. Bir öğleden sonra işe gitmek için kendisi otobüse binerken beni orta yerde bıraktı:
Kızılay’a kadar git ve dön, dedi, yürüyerek. Ben bir sürü tanımadığım insanın arasında ne yapabilirdim ki, tek başıma hem de.
Şimdi burada bir yabancısın, dedim kendi kendime. Bu, tekbaşınalığıma, öyle oluşuma katlanabilmek için
bulduğum bir oyundu. Öyle düşün. İstanbullu ya da taşralı biri değil ama; düpedüz bir yabancı. Yoo, turist olmaz. Turistleri sevmem. Suzi de nefret ederdi turistlerden. Kocası iş gereği gelmiş biri. Fransız? Olmaz! Çünkü o zaman Fransızca konuşmaya kalkışabilirim. Soğuk bir İngiliz? Aman aman, benim soğukluğum kendime yeter zaten, o da olmaz. Öyleyse Portekizli. En iyisi Portekizli olmak. Şimdi ben Portekizliyim. Denizi iyi tanıyorum, denizi seviyorum.
Gene de şu bulvar hiç fena değil. Atkestaneleri bir çiçek versin, o zaman seyreyle sen! Böyle diyor Portekizli.
Aferin kadına, nasıl da tanıdı atkestanelerini. Kültürlü kadınmış. Oysa ben, onun ancak jojayo, korokko gibi adları olan ağaçları bildiğini sanırdım. Vitrinlere bayıldı; camlara yapışacak nerdeyse. Ama alışveriş yapacak parası yok. Portekiz yoksuldur; orada yabancı ülkelere gidenlerin ceplerini dövizle doldurmazlar. Bu işime geliyor. Alışveriş etmek istemiyorum çünkü.
Bu esinti başkentte baharı muştular. Damarlarında kaynayan kana karşılık bacaklarında duyduğun kesiklik öfkelendirir seni. Ama saçların dağılıp eteklerin uçuşmaya başlayınca kendini tutamaz, gülersin işte.
Taşıt gürütlülerini sevmediniz mi Portekizli bayan, sinyora! Ama onlar ne kadar uygar olduğumuzun bir kanıtıdır, kıskanmayalım lütfen! Buna karşılık bana sakın okyanus kıyılarınızın güzelliğini anlatmaya kalkışmayın! Ben de Yelkovan Yokuşu’ndan başlarsam apışıp kalırsınız sonra.
Ne oldu bana böyle? Bana ne oldu? Eve dönmek istiyorum, hemen şimdi. Bir taksi… Hayır, olmaz! Eve yürüyerek döneceğime söz vermiştim. Kendime, doktoruma, tedavi harcamaları için arabasını satan kocama karşı başarmak zorunda olduğum bir sınav bu üstelik.
Eve yürüyerek dönmek zorundayım. Ama önümü göremiyorum. Birden kör mü oldum ne? Hiçbir yeri göremiyorum. Ağlıyorum da ondan. Ne olacak şimdi? Herkes bana bakıyor. Yoo, bakmıyor. Bakmıyorlar bile. Kimsenin aldırdığı yok. Şu yolda sersem sepelek, hem de ağlayarak yürümeye çalıştığımı görmüyorlar. Öyleyse ağlaya ağlaya yürü sen de.
Sinyora, siz en iyisi ülkenize dönün, Portekiz’e. Ben işte ağlıyorum..
Kaldırımlar ne kadar kalabalık! Bir tek kul, tek kişi çıksın da, “Ne oldu, niye ağlıyorsun?” diye sorsun bana. Sonra cevap filan beklemeden yanımda yürüsün. Birlikte eve dönelim, ona çay yapayım. Gelin ne olur! Hepinizi çağırıyorum. Çünkü boş evime gidiyorum. Çocuklarım
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıYelkovan Yokuşu
- Sayfa Sayısı104
- YazarSelçuk Baran
- ISBN9789750847158
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İçSavaşDiyarı Feci Düşüşte ~ George Saunders
İçSavaşDiyarı Feci Düşüşte
George Saunders
George Saunders’ın erken dönem öykülerinin ve bir novellasının yer aldığı İçSavaşDiyarı Feci Düşüşte siber terörizmle dolu, kâbus gibi bir kıyamet-sonrası dünya yaratarak okurları her zamankinden daha...
- Kumpanya ~ Sait Faik Abasıyanık
Kumpanya
Sait Faik Abasıyanık
[Sait Faik’te] yaşama hırsından başka, hatta ondan daha baskın bir “anlama hırsı” sezer gibi oluyorum. Tabiatı, eşyayı, insanları aynı nizam içinde harekete getiren büyük...
- Picasso’nun Gözleri ~ Asuman Portakal
Picasso’nun Gözleri
Asuman Portakal
Hayata, Picasso’nun gözleriyle bakmak… Asuman Portakal’ın imzasını taşıyan Picasso’nun Gözleri, çok yönlü sanatçı kişiliği ile adını sonsuzluğa yazdıran “dâhi” ressam Pablo Picasso’nun yaşamından ve başyapıtlarından...