BİR EFSANE FISILDANIYOR!
Meleklerin kanıyla doğan çocukların efsanesi…
Ateşe, suya, toprağa, havaya, bitkiye, bedene, zihne; zamana
ve talihe hükmeden çocukların…
Ve Lokman Hekim’in destanı, kurduğu Yedi Kartal Ocağı’nın destanı.
Meleklerin kudretiyle doğmuş çocukları yetiştirip, her birini kartal edip melanete
savaş açtığı anlatılıyor kulaktan kulağa…
Karanlığa karşı durduğu ve bu yolda solukları tükenmesin diye kartallarına
ölümsüzlüğün sırrını emanet ettiği fısıldanıyor.
BİR EFSANE DOLAŞIYOR!
Yedi Kartal’ın günümüze kadar kanat vurduğu…
İçimizde yaşadıkları, bugün, şimdi, şu an aramızda oldukları, etrafımızda dolaştıkları
ve hâlâ âlemin dirliğini kolladıkları söyleniyor…
İsimleri biliniyor…
İklimin Efendisi Behruz ve çırağı Ateşler Ecesi Niran.
Bitkiler Üstadı İdris, Toprağın Kumandanı Salih.
Ve İlyas; Suların Hünerbazı, ve Bengi; Bedenlerin Mahiri,
ve Elif; Zihin Hükümranı…
BİR EFSANE YAYILIYOR…
YEDİ KARTAL YAŞIYOR…
Pir-i Lezzet adlı romanı on yedi dile tercüme edilen çağdaş söylencelerin kalemi
Saygın Ersin’den bir destan:
Zülfikar’ın Hükmü.
*
RİVAYETLER
Rivayet olunur ki, kadim zamanlarda büyü denilen kudret cennetin ve cehennemin kapılarının ardında kilitliymiş. Zaman yeniymiş, zaman körpeymiş daha. Akıl ve emek hüküm sürmekteymiş yeryüzünde. Tarlalar işlenmekte, nesiller yürümekteymiş. Topraktan evler, evlerden şehirler, şehirlerden ülkeler kurulmaktaymış. Her iki âlem de kıvanç duyarmış eylediklerinden. Lanetlenmişler ise, zamanlarının gelmesini beklerken, öfke, kin ve sabır biriktirirlermiş kuytu köşelerde.
Ve o şeytanmış ki bin türlü hilenin mucidi, kara kalpli uşaklarıyla birlikte göndermiş büyüyü yeryüzüne. Büyü güçlüymüş, büyü güzelmiş. İblisin hizmetkârları karanlık ilimlerin en iğrençlerini öğretmeye başlamışlar insanoğluna. Cehennemin alevleri yeryüzüne inmiş. Akıl, emek, erdem, mertlik… Güç denen dipsiz kuyuda yitip gitmiş hepsi.
Cennette çıt çıkmaz olmuş. Gördükleri ikinci ihanetmiş bu ama ilkinden daha ağır gelmiş. Zamanlarca susmuşlar, zamanlarca ihanetin yasını tutmuşlar. Onlar sustukça, yeryüzü cehenneme dönmekteymiş. Tereddütteymiş melekler. Kapilarinin ardında tuttukları büyü, iblisin yeryüzüne gönderdiklerinden kat kat daha güçlüymüş ama bir şüphe kemirirmiş içlerini: “Ya bunu da şer yolunda kullanırlarsa, ya sanatımızı iblisin öğrettikleriyle yoğururlarsa!” Cennet ihanetin dehşetinde ve şüphenin esaretindeyken, iki melek atılmış ileriye: Harut ile Marut. Kefaletlerini vermişler ve cennetin sanatıyla yeryüzüne inmek için müsaade istemişler. Bir ışık parıldamış cennette zamanlar sonra ve göğün kapıları ardına kadar açılmış.
Rivayet olunur ki; melekler taifesinden Harut ile Marut, Babil şehrine inmişler ve yaşayanların arasından yüzlerini kara çıkarmayacak dokuz kişi seçmişler. Dokuz sanatı dokuzuna, dokuz ayrı öğütle vermişler: “Sanatın koruyucudur, kötü ilimlerden koru. Sanatın paktır, cehennemin kelamıyla kirletme. Sanatın kudretlidir, kudretinden taht kurma. Sanatın güzeldir. güzelliğinden kibirlenme. Sanatın eceldir, namerde katil olma. Sanatın yüceltir, layık olanı yücelt. Sanatın ezelidir, öğret ve ebedi kil. Sanatın sırdır, dillere dolama. Sanatın cennetin kefaletini taşır, yeryüzünü ve gökyüzünü utandırma.”
Harut ile Marut, sanatlarını bu kutlu kişilerin ellerine, kalplerine, dillerine ve kanlarına işlemişler. İlk ustalar denmiş isimlerine. Çok uğraşmışlar kara ilimlerin kökünü kazımak için ama çirkef damlamış bir kere dünyaya…
Dünya yürümüş, çağlar değişmiş. İlk ustalar söylencelere, cennetin kelamı da nesillere karışmış. Hangi hikmettendir bilinmez, kanlarında ‘Meleklerin Sanatı’nı taşıyan çocuklar dünyaya gelmeye başlamış. Endermiş bu doğumlar. Birçoğu sanatının farkına varmadan göçüp gidermiş. Sanatını bilenler, cennetin öğütlerini bilmezlermiş. Korktukları başlarına gelmiş meleklerin. Şeytanın hizmetkarları, yetenekleriyle doğmuş çocukları binbir hainlikle ele geçirip, kötülüğün bataklıklarında yetiştirmeye başlamışlar. ‘Meleklerin Sanatı’ şerrin hâkimiyetine girmiş; cennetin kudreti, cehennemin kelamıyla karışmış. Yetenekleriyle dünyaya hükmedebildiklerini gören sanat sahiplerinin nefisleri kudurmuş. Sanatlarını şer yolunda kullanmaya başlamışlar. Kudretlerini tanımayanları bir el hareketiyle cehennem ateşlerine boğmuşlar, önlerinde eğilmeyenleri bir bakışla kendilerine kul etmişler, karşılarında durmaya kalkanların altlarındaki toprağı kaydırıp, gök kubbeyi başlarına yıkmışlar. Yine susmuş cennet lakin bu seferki öfkenin suskunluğuymuş. Ve ant içmiş gökyüzü bir daha yerin işine karışmamaya. Ve cennetin kapıları sonsuza kadar kapanmış.
Rivayet olunur ki, kadim zamanlarda, kalbindeki iyilik, elindeki keramet ve dilindeki bilgelik ile tanınan yüce bir kişi yaşarmış. Adina hekimlerin efendisi, tüm ilimlerin hakimi Lokman Hekim denirmiş. Yedi kartal beslermiş, ömrü yedi kartalının ömrü kadarmış. Hekim, bitkilerin dilini bilirmiş. Onlarla konuşarak, insanı ebediyete kadar yaşatacak bir iksirin reçetesini elde etmeyi başarmış. Lakin takdiriilahi öyle istemiş ki, Lokman Hekim Misis köprüsünden geçerken reçeteyi rüzgara kaptırmış. Ebedi yaşamın sırrı da nehre kapılıp gitmiş. Ölümsüzlüğün insanoğlunun harcı olmadığını anlayan Lokman Hekim, bu hayalinden vazgeçip, ilmini hastalara ve düşkünlere adamış. ‘Meleklerin Sanatı’ Lokman’a da bahşedilmiş lakin cennetin öğütlerinden haberdar olan Hekim, ağzını sihirli kelamlara mühürlemiş. İnsanoğlunun büyüye ihtiyacı olmayacağına, kendisine bahsedilenlerle yetineceğine, harama el uzatmayacağına inanmış Lokman. Aklı, ötesini hiç kesmemiş. Yeryüzünün dirliğinden emin: kulağına gelen kötü haberleri nadirden saymış, duymazdan gelmiş.
Günlerden bir gün, şer gözüne görünmüş Lokman’ın. Sanatıyla doğmuş bir çocuğu ele geçirmek için neler yapıldığına şahit olmuş. Görmüş Lokman. Kan çağıldayan nehirler görmüş, kor olan şehirler, orak olup insan hasadına çıkan kara vicdanlı katiller, canının son mecaliyle evladına siper olan analar, develer yükü altın bedeliyle şer ellere satılan çocuklar. Görmüş Lokman, gördükçe içindeki öfke de büyümüş. Kara ustaların zindanlarını görmüş. Tertemiz çocukların vicdanlarının nasıl çürütüldüğüne, katillerin nasıl yetiştirildiğine şahit olmuş. Nefislerin bu kadar kudurabileceğini hiç düşünmemiş Lokman. Hele ki ‘Meleklerin Sanatı’nın uğursuz menfaatlere alet edileceğini aklına bile getirmemiş o güne kadar. Saflığına lanet okumuş. Anlamış ki Hekim, kendisi yaşadığı âlemde dertlere deva ararken, kötülük almış yürümüş.
‘Meleklerin Sanatı’nın, insanoğlunun elinde oyuncak olduğunu gören Lokman, bu gidişe bir hâl çaresi bulmak gerektiğine kanaat getirmiş. Yollara düşmüş. Diyar diyar gezmiş, yedi iklimi, dört mevsimi dolaşmış. Sanatlarıyla birlikte doğmuş, daha kötü ellerin ilişmediği çocuklar aramaya başlamış. Yetenekli gençler aramış Hekim. Zeki, gözü pek, aklı başında ama en önemlisi kalplerine kötülüğün zerresi dokunmamış olsunlar istemiş. Hem atılgan ve yırtıcı hem tufan gibi taşkın hem de kuzey rüzgarı gibi keskin olsunlar istemiş. İstemiş ki. kötü ellerin karabasanı, şerrin kıyameti haline gelsinler. Merhametli olsunlar istemiş, tokken açın halinden anlasınlar, kul hakkına kılıç çalmasınlar, harama el uzatmasınlar. istemiş ki, kudretleri önünde dünya dize geldiğinde bile gurur içlerini çürütmesin.
Sonunda Meleklerin Sanatı’nı taşıyan yedi genç bulmuş. Yedisinin sanatı yedi ayrı kuvvete hükmedermiş. Lokman yedi genci eğitmiş, sanatlarında yüceltmiş, yüreklerine cesaret, dimağlarına irfan ekmiş. Toprağın hikmetini, ateşin kerametini, suyun bilgeliğini ve havanın alimliğini anlatmış onlara. Kardelene vol sormayı, karıncadan iz sürmeyi, uçan kuşa akıl danışmayı öğretmiş. Zamanları erişip, hepsi birer cengaver olunca, son öğütlerini verip kendi eliyle kılıç kuşatmış yedisine. Ocağın tılsımlı madalyonunu da kendi eliyle geçirmiş boyunlarına. Sonra, Lokman Hekim Ocağı’nın yedi kartalı, yedi keskin orak gibi dalmış şerrin arasına. Yediler öyle bir çökmüş ki karanlığın üstüne, şerrin efendileri ecellerinin nereden geldigini bile anlayamamış.
Kötülük sahiplerinin hükümranlığı son bulmuş bulmasına lakin savaş çok uzun ve çetin geçmiş. Lokman Ocağı’nın kartalları bir bir düşmeye başlamış savaş meydanlarında. Nihayet ortalık durulup, toprak akan kanı emdiğinde, Hekim’in öğrencilerinden bir tek havanın ve iklimin efendisi Behruz Usta sağ kalabilmiş. Lokman Hekim ile Behruz, bağırlarına taş basıp katlanmışlar yitirdikleri kardeşlerinin acısına. O diyarlara geri gelen huzurla avutmuşlar kendilerini. Lakin Hekim bilirmiş savaşın bitmediğini. Anlamış ki, ocağın kartalları bu diyarlar üzerinde dolaşmadıkça, huzur sonsuza dek sürmeyecek.
Hekim ile Behruz yeniden düşmüşler yollara yediyi tamamlamak için. Lokman beş yavru kartal taşımış yuvaya: Cihan, Cengiz, Selim, Melike ve Harun. Behruz Usta da Niran adında bir kız çocuğu bulmuş. Çocukların her biri sanatında hünerliymiş ama Niran bir başkaymış. Sanatı ateşe hükmedermiş. Behruz Usta elleriyle yetiştirmiş kızı. Çabuk büyümek zorundaymış çocuklar. Akranları oyun çağındayken, onlar kılıcı savuşturmayı, kem gözlerden, uğursuz sözlerden ve büyünün her türlüsünden sakınmayı öğrenmişler. Tez yetişmiş Yediler. Âlemin dirliğini gözetir olmuşlar, şer sahiplerine göz açtırmamışlar. Yaptıklarıyla insanların kalplerini kazanmışlar. İsimleri hep hayır dualarıyla anılır olmuş.
Zaman geçtikçe Niran Hatun’un ünü cihanı sarmış. Gazabı alev demekmiş, hiddeti yangın. Akkor kesilmiş ok gibi varırmış melanetin üstüne. Korku, yeis, gaflet… Yüreğinin alevinde boğmuş her birini. Savaş zamanı elinden gelenler, barış zamanı dilinden düşenler efsane olup ağızdan ağıza dolaşmış. Nerede dirliği bozacak bir oyun olsa, kendi varmadan ismi varırmış Niran Hatun’un. Araplar arasında ‘Nar Sultan’, Acem illerinde ‘Nigah-1 Ateşin’ diye tanınır olmuş.
Yediler mutluymuş, insanlar da öyle… Huzur hâkimmiş diyarlara ama bir düşünce kemirirmiş Lokman Hekim’in içini. Ölümü düşünürmüş… Kartallarının her biri gözünü budaktan sakınmayan birer cengavermiş ama bilirmiş Lokman, ölüm her kula nasip edilmiş bir kere. Yaşlanmaktaymış Yediler. Zaman akmaktaymış ve zamanın ilacı yokmuş. “Şerri almışız karşımıza” demiş Hekim. “Bir insan ömrü kâfi gelir mi bu savaşa?” Yıllar önce kafasından sildiği ebedi yaşam arzusu, yeniden düşmüş aklına. Hekim, ölümsüzlüğün reçetesini kaybetmiş kaybetmesine lakin oturup günlerce çalışmış. O kutlu bitkilerin kendisine anlattıklarını hatırlamaya çalışmış. Tüm ilmini ve irfanını dökmüş ortaya. Azmetmiş ve sonunda insanı ölümsüzlüğe kavuşturmasa da, yaşamı hatırı sayılır bir müddet uzatan bir iksir yapmayı becermiş. Yaptığı iksiri içen insanın zamanı elli yıl boyunca hiç akmazmış. Hazırladığı iksiri Yediler’e içirmiş. Sonra kelamını bir sayfaya yazıp yediye bölmüş. Her bir parçayı kerameti ilminden menkul lisanlarla ayrı ayrı şifrelemiş. Her bir şifrenin gizini, taştan oyduğu yedi madalyona okumuş. Kelamının yedi parçasını, yedi öğrencisine. yedi madalyonla birlikte vermiş ve demiş ki:
“Sizin için zaman elli yıl durdu. Artık insan elinden başka hiçbir şey sizi öldüremez. Ne hastalık, ne yaşlılık. İksirin anahtarını da size emanet ediyorum. Lakin sürekli cenktesiniz. Bela başınızdan eksik olmaz. Kelamımın sizde kalması tehlikelidir. Onları, ismini yalnız sizin bildiğiniz yedi emin insana emanet edin. İksir zamanı gelince de geri alın. Madalyonunuz boynunuzdayken yazıları okuyabilirsiniz. Dikkatli olun! Bir parçası bile kaybolursa iksiri yapmak mümkün olmaz. Hele reçete kötü ellere geçerse, bu vebalin altından ne bu dünyada, ne de öbür dünyada kalkabiliriz!”
Gel gör ki, şerrin kökünü kazımak mümkün değilmiş. Yediler’in tokadını yedikten sonra bir yerlere siner, yeniden ortaya çıkmak için fırsat kollarmış. Hele ki karanlık ilimlerin kudretli efendisi Sakafi, kötü hayvanların ve cehennem yara-. uklarının kraliçesi Kamer-i Hail, Eflak illerinde yaşayan ve sihir marifetiyle ölümsüzlüğün sırrına eren derebeyi Kabbath… Bu üçü menfaatleri müsaade ettikçe el ele verip Lokman’ın ve Yediler’in karşısına çıkarlarmış.
Cenge devam etmiş Yediler. Hiç yılmamışlar. Lokman’ın iksiri ölümü Yediler’den uzak tutarmış ancak hainliğin, kalleşliğin, arkadan gelen kılıcın ve sinsi okun çaresi yokmuş. Ölüm kol gezermiş aralarında ama yılmazlarmış. Adlarına…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıZülfikar’ın Hükmü
- Sayfa Sayısı432
- YazarSaygın Ersin
- ISBN9786055162948
- Boyutlar, Kapak14x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviApril Yayıncılık / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Piri Reis ve Nostradamus ~ Sercan Leylek
Piri Reis ve Nostradamus
Sercan Leylek
Gelecek görüsüyle ün salmış bu iki âlim geçmişte bir araya gelmiş olabilir mi? Yeni romanında bu sorudan yola çıkan Sercan Leylek okuyucularını gizem ve...
- Celaleddin ~ Şebnem Pişkin
Celaleddin
Şebnem Pişkin
Ne çok söz söylendi onlar hakkında… Ne çok hikaye yazıldı, ne çok şiir derlendi. Hepsi doğru, ama hepsi eksik kaldı. Ey cihanımın zarif, kibar,...
- Gemide Yer Yok ~ Ömer F. Oyal
Gemide Yer Yok
Ömer F. Oyal
“Gemide Yer Yok” “Her şeye rağmen şimdiye dek yaşadıklarımıza, bildiğimize tutunmaya çalışıyoruz, geçmişimizden başka bir şeyimiz yok. Tutunacak başka bir şey yok.” “Bu durumda...