20. yüzyılın en hüzünlü, en akılda kalıcı anlarından biri: Tüm dünyanın ıstırap ve korku dolu bakışları eşliğinde, iki küçük oğlan, iki prens, annelerinin tabutunun ardından yürüyor. Prenses Diana’yı sonsuz yolculuğuna uğurlarken, milyonlarca insan Prens William ve Prens Harry’nin neler yaşadığını, nasıl hissettiğini ve bundan sonrasında hayatlarının neye benzeyeceğini merak ediyordu.
Şimdi Harry’nin kendi hikâyesini anlatma zamanı geldi.
Tahtın vârisi Prens William’ın karşısında kendini her zaman “yedek” konumunda bulan, annesini kaybetmesinden sorumlu tuttuğu basının, kendisini de sürekli “kalın kafalı, yaramaz, düşüncesiz” ilan etmesinden bıkmış, yaşıtları yaptığında hoş görülecek herhangi bir hatayı kendisi yaptığında gazetelere manşet olan, aradığı mahremiyeti ona sağlaması için 21 yaşında Britanya Ordusu’na katılan, sevgisiz geçen yıllarını ve Kraliyet ailesi mensupları arasındaki soğuk, mesafeli, rekabet dolu ilişkilerin sebep olduğu boşluğu doldurmak için ne yapacağını bilemeyen genç bir prens…
Yedek’te Harry, ilk kez her şeyi tüm çıplaklığıyla anlatıyor. Yalanları, öne çıkma çabalarını, Meghan’la ilişkilerinde olup biteni, Buckingham’daki entrikaları tüm gerçekliğiyle sayfalara döküyor. Bu ifşalarla ve içeriden bilgilerle dolu satırları okurken Prenses Diana, II. Elizabeth, Kral Charles ve Camilla, Prens William ve Kate’in kameralara yansımayan yönlerini öğrenecek ve Prens Harry’nin kendini niçin “kafese kapatılmış bir kuş” gibi gördüğünü anlayacaksınız.
***
Meg ve Archie ve Lili için… ve elbette annem için
***
“Geçmiş hiçbir zaman ölmez. Hatta geçip gitmiş bile değildir.”
William Faulkner
***
Cenazeden birkaç saat sonra buluşmak üzere anlaştık. Frogmore bahçelerinin orada, eski Gotik kalıntının yanında. İlk giden bendim. Etrafıma bakındım, kimseyi göremedim.
Telefonumu kontrol ettim. Ne mesaj ne de sesli mesaj vardı. Sırtımı taş duvara yaslarken, “Geç kalıyorlar herhalde,” diye düşündüm.
Telefonumu cebime koydum ve kendime, “Sakin ol,” dedim. Tam bir nisan havası vardı. Ne tam kış ne de tam anlamıyla bahar. Ağaçlar çıplaktı ama hava yumuşaktı. Gökyüzü griydi ama laleler açıyordu. Gün ışığı soluktu ama bahçelerin arasından geçen çivit rengi göl parlıyordu.
“Hepsi ne kadar güzel,” diye düşündüm. “Aynı zamanda ne kadar üzücü.”
Bir zamanlar güya burası sonsuza dek evim olacaktı. Aksine, yalnızca bir başka kısa durak olduğu ortaya çıktı.
Eşim ve ben, akıl sağlığımız ve fiziksel güvenliğimiz adına korku içinde buradan kaçtığımızda bir daha geri gelip gelmeyeceğimden emin değildim. O zaman Ocak 2020’ydi. Şimdi, 15 ay sonra, 32 cevapsız arama ve büyükannemden gelen kısa, kalp çarpıntısına neden olan bir mesajdan sonra işte buradayım: Harry… Büyükbaban öldü.
Rüzgâr sertleşti, soğudu. Sırtımı kamburlaştırdım, kollarımı ovaladım, ince beyaz tişörtümü giydiğim için pişman oldum. Keşke cenazede giydiğim takımı değiştirmeseydim. Keşke bir mont getirmeyi akıl etseydim. Sırtımı rüzgâra döndüm ve arkamda beliren Gotik kalıntıyı gördüm, aslında Millennium Wheel’den daha Gotik değildi. Bir parça akıllıca mimari, biraz da sahneleme sanatı. “Buradaki pek çok şey gibi,” diye düşündüm.
Taş duvardan, küçük ahşap banka ilerledim. Otururken telefonumu tekrar kontrol ettim, bahçe yoluna dikkatle baktım.
Neredeler?
Bir başka kuvvetli rüzgâr. Tuhaftır, bu bana büyükbabamı anımsattı. Belki onun kasvetli tavrını. Ya da buz gibi mizah duygusunu. Birkaç yıl önceki avla geçen bir hafta sonunu hatırladım. Bir adam, sırf sohbeti ilerletmek için, büyükbabama, ailede endişe ve basında tartışma yaratan yeni sakalım hakkında ne düşündüğünü sormuştu. Kraliçe Prens Harry’yi sakalını kesmeye zorlamalı mı? Büyükbabam adama baktı, benim çeneme baktı, yüzünde şeytani bir sırıtış belirdi. BU sakal değil!
Herkes güldü. Sakallı olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu. Ama daha fazla sakal talep etmeyi büyükbabama bırakın. Lanet olası bir Viking’in şatafatlı sert kılları uzasın!
Büyükbabamın güçlü fikirlerini, birçok tutkusunu düşündüm – at arabası sürmek, barbekü yapmak, avcılık, yemek, bira. Hayatı nasıl kucakladığını düşündüm. Bu yönden annemle benziyorlardı. Belki de bu yüzden annemin bu denli hayranıydı. Prenses Diana olmadan çok önce, anaokulu öğretmeni, Prens Charles’ın gizli kız arkadaşı, yani sadece Diana Spencer iken, büyükbabam onun en kuvvetli savunucusuydu. Bazıları onun, ebeveynlerimin evliliğinin gerçek aracısı olduğunu söylerler. Eğer öyleyse büyükbabamın benim dünyamdaki birincil neden olduğu iddia edilebilir. O olmasaydı, ben olamazdım.
Abim de olmazdı.
Ama belki de annemiz hayatta olurdu. Eğer babamızla evlenmeseydi…
96 yaşına girdikten kısa bir süre sonra, büyükbabamla ikimiz arasında geçen bir konuşmayı hatırladım. Sonu hakkında düşünüyordu. Artık tutkularının peşinden gidebilecek durumda olmadığını söyledi. En çok özlediği ise, işti. “İş olmadan her şey yerle bir olur,” dedi. Üzgün değil, hazır görünüyordu. Ne zaman gitmek gerektiğini bilmeli insan, Harry.
Uzağa, Frogmore’un yanı sıra uzanan küçük kilise mezarlığı siluetine ve anıtlara baktım. The Royal Burial Ground [Kraliyet Mezarlığı]. Kraliçe Victoria da dahil olmak üzere birçoğumuz için nihai istirahat mekânı. Kötü şöhretli Wallis Simpson için de. Aynı zamanda onun iki katı kötü şöhretli kocası, eski kral ve benim büyük büyük amcam Edward için de. Edward, Wallis için tahttan feragat ettikten ve onunla beraber Britanya’dan kaçtıktan sonra, ikisi de nihai dönüşlerini dert etmişlerdi – her ikisi de buraya gömülmeyi kafaya takmışlardı. Büyükannem Kraliçe onların ricalarını yerine getirdi. Ama onları herkesten uzağa, kambur bir çınar ağacının altına yerleştirdi. Belki, son bir parmak sallamaydı bu. Belki son bir sürgün. Wallis ve Edward’ın şimdi tüm o dertlenmeleriyle ilgili ne hissettiklerini merak ediyorum. Neticede değdi mi? Hiç merak edip etmediklerini öğrenmek isterdim. Hâlâ seçimleri üzerine kafa patlatarak aynı havadar alemde mi süzülüyorlardı, yoksa hiçbir yerdelerdi ve hiçbir şey düşünmüyorlar mıydı? Gerçekten bundan sonra hiçbir şey olmayabilir mi? Zaman gibi bilinç de duruyor mu? “Ya da belki,” diye düşündüm, “belki şu an buradalar, sahte Gotik kalıntının yanındalar ya da benim yanımdalar ve düşüncelerimi gizlice dinliyorlar.” Eğer öyleyse… belki annem de dinliyordur?
Her zaman olduğu gibi onu düşünmek bende umut etkisi ve enerji patlaması yarattı.
Ve bir hüzün darbesi.
Annemi her gün özlüyorum, ama o gün, Frogmore’daki sinir bozucu randevunun eşiğinde, kendimi onun hasreti içinde buldum ve nedenini dile getiremedim. Onunla ilgili birçok şeyde olduğu gibi bunu da kelimelere dökmek zordu.
Annem her ne kadar bir prenses olsa ve adı bir tanrıçadan gelse de, her iki kavram da bana her zaman zayıf, yetersiz gelmiştir. İnsanlar onu sık sık, Nelson Mandela, Rahibe Teresa ya da Jeanne d’Arc’a gibi ikonlar ve azizelerle karşılaştırdı, ama bunlar gibi her bir karşılaştırma, mağrur ve sevgi dolu olmasının yanı sıra yanlıştı. Gezegen üzerindeki en tanınan kadın ve en çok sevilenlerden biri olan annem tanımlanamazdı, bu gerçeğin ta kendisiydi. Ama yine de… gündelik dilin çok ötesinde olan biri nasıl oluyor da zihnimde bu kadar gerçek, bu denli aşikâr bir biçimde mevcut, zarif bir biçimde canlı kalıyor? Bu çivit mavisi gölün üzerinde bana doğru süzülerek gelen kuğu kadar net bir biçimde onu görmem nasıl mümkün olabiliyor? Onun kahkahasını hâlâ nasıl şu çıplak ağaçlardaki ötücü kuşlar kadar yüksek bir sesle duyabiliyorum? O öldüğünde çok küçük olduğum için hatırlamadığım çok şey vardı, ama daha büyük mucize, hatırladığım her bir şeydi. Müthiş gülümsemesi, savunmasız gözleri, filmlere, müziğe, kıyafetlere, tatlıya ve bize duyduğu çocukça sevgi. Ah, kardeşimi ve beni ne kadar çok severdi. Bir röportajda itiraf ettiği gibi, saplantılı bir biçimde.
Eh, anneciğim… karşılıklı.
Belki de tanımlanamaz oluşuyla aynı nedenden dolayı her zaman her yerdeydi – çünkü hafifti, saftı, parlak bir ışıktı ve ışığı gerçekten nasıl tanımlayabilirsiniz? Einstein bile bunda zorlanmıştı. Yakın bir tarihte, astronomlar en büyük teleskoplarını yeniden kurdular, kozmostaki minicik bir yarığı hedeflediler ve nefes kesici bir kürenin ufak bir görüntüsünü yakalamayı başardılar. Bu, eski İngilizcede seher yıldızı anlamına gelen Earendel adını aldı. Milyarlarca kilometre uzaklıkta ve büyük ihtimalle uzun süre önce sönmüş olan Earendel, Büyük Patlama’ya, Yaradılış ânına bizim Samanyolu’muzdan daha yakın ama yine de bir şekilde fani gözlere hâlâ görünüyor, çünkü inanılmaz derecede parlak ve göz kamaştırıcı.
Bu benim annemdi.
Bu yüzden her zaman, ama özellikle Frogmore’daki bu nisan akşamüstünde onu görebiliyorum ve hissedebiliyorum.
Bu – onun bayrağını taşıyor olduğum gerçeği. Bu bahçelere geldim çünkü huzur istedim. Huzuru her şeyden çok istedim. Ailem, kendim ve aynı zamanda annem için istedim.
İnsanlar annemin huzur için ne kadar çabaladığını unutuyorlar. Dünyayı birden fazla kez dolaştı, mayınlar arasında dolandı durdu, AIDS hastalarını kucakladı, savaş yetimlerini avuttu, bir yerlerde birilerine huzur sağlamak için sürekli çalıştı ve kendi oğulları arasında ve eşim ve ben ve babam arasında huzur olmasını isteyebileceğini –hayır, istediğini– biliyorum. Ve tüm aile arasında.
Aylar boyunca Windsor’lar savaştaydı. Saflarımızda yüzyıllar boyunca süregelen sürekli bir mücadele vardı, ama bu farklıydı. Bu, tam anlamıyla halk önünde cereyan eden bir uyuşmazlıktı ve düzeltilememe tehdidi taşıyordu. Bu yüzden eve özellikle ve sadece büyükbabamın cenazesi için geldim ve buradayken bazı durumları konuşmak için abim Willy’den ve babamdan bu gizli buluşmayı talep ettim.
Bir çözüm bulmak için.
Şimdi telefonuma ve bahçe yoluna bir kez daha bakıyorum ve şöyle düşünüyorum: Belki fikirlerini değiştirdiler. Belki gelmeyecekler.
Bir saniyeliğine vazgeçmeyi, kendi kendime bahçelerde yürümeyi veya tüm kuzenlerimin içip büyükbabamla ilgili hikâyeleri paylaştıkları eve geri dönmeyi düşündüm.
Ve nihayet onları gördüm. Omuz omuza, uzun adımlarla bana doğru geliyorlardı, merhametsiz hatta neredeyse tehditkâr görünüyorlardı. Dahası, sıkı sıkıya bağlı görünüyorlardı. Midem bulandı. Normalde birbirleriyle herhangi bir nedenden dolayı atışırlardı ama şimdi uyum içinde, müttefik gibi görünüyorlardı.
Kafama dank etti: Bir dakika, yürüyüş için mi buluşuyoruz… yoksa düello için mi?
Ahşap banktan kalktım, onlara doğru belli belirsiz bir adım attım ve yüzümde zayıf bir gülümseme belirdi. Onlar bana gülümsemediler. Kalbim göğsümde deli gibi atmaya başlamıştı. “Derin nefes al,” dedim kendime.
Korku haricinde, bir çeşit hiper farkındalık ve çok yoğun bir savunmasızlık hissediyordum ki bunu hayatımın diğer önemli anlarında da deneyimlemiştim.
Annemin tabutunun arkasında yürürken.
İlk kez savaşa giderken.
Bir panik atak sırasında konuşma yaparken.
Aynı arayış içinde olma hissiydi bu ve bir yandan geriye dönüş olmadığını bilirken bir yandan da buna hazır olup olmadığımı bilmiyordum. İpler kaderin elindeydi.
Hızımı artırırken, “Pekâlâ anneciğim, işte başlıyor,” diye düşündüm.
“Bana şans dile.”
Yolun ortasında buluştuk. “Willy?
Baba?
Merhaba.” “Harold.”
Acı verici derecede soğuk.
Bir çizgi oluşturarak ilerledik, sarmaşıklarla kaplı taş köprüye giden çakıllı yola koyulduk. Bu senkronize hizalanmayı kendiliğinden oluşturmamız, tek bir sözcük bile söylemeden aynı hızla ilerlememiz ve başlarımızı öne eğmemiz, üzerine bu mezarlıkların yakınlığı nasıl olur da akıllara annemin cenazesini getirmez? Kendi kendime, “Bunu düşünme,” dedim, “onun yerine adımlarımızın hoş sesini ve kelimelerimizin rüzgârda dumanlar gibi uçup gidişini düşün.”
Britanyalı ve Windsor olduğumuz için, hava durumu hakkında konuşmaya başladık. Büyükbabamın cenazesiyle ilgili notları karşılaştırdık. Her şeyi en ufak detayına kadar kendisi planlamıştı, birbirimize kederli bir gülümsemeyle bunu hatırlattık.
Hoşbeş. Olabilecek en kısa hoşbeş. İkincil konulara değindik ve esas konuya girmemek için kendimizi tuttuk; neden bu kadar uzun sürdüğünü ve babamın ve kardeşimin nasıl bu kadar sakin göründüklerini düşünüp durdum.
Etrafıma bakındım. Arazinin hatırı sayılır bir kısmını geçmiştik ve Kraliyet Mezarlığı’nın tam ortasındaydık, Prens Hamlet’e göre daha fazla ceset içindeydik.1 Bunu düşününce… ben de daha önce buraya gömülmek istememiş miydim? Savaşa gitmeden saatler önce, özel kalemim nereye gömüleceğimi seçmem gerektiğini söylemişti. “En kötüsü olursa, Majesteleri… savaş bilinmez bir şeydir.”
Birçok seçenek vardı. St. George Şapeli? Şu an büyükbabamın olduğu Windsor’daki The Royal Vault?
Hayır, ben burayı seçmiştim çünkü bahçeler çok hoştu ve huzurlu görünüyordu.
Ayağımız neredeyse Wallis Simpson’ın yüzündeyken, babam şuradaki kişi hakkında, oradaki kuzen hakkında, bir zamanlar seçkin olan ve şimdi yerin altında bulunan tüm dük ve düşesler, lord ve leydiler hakkında ufak bir ders vermeye girişti. Tarihin hayat boyu öğrencisi olarak, paylaşacak tonla bilgisi vardı ve içimden bir ses, “Burada saatler geçirebiliriz ve sonunda bizi sınava tabi tutabilir,” dedi. İnsafa gelerek buna bir son verdi, gölün kenarının çevresindeki çimenliğe doğru yürümeye devam ettik ve nihayetinde güzel, küçük bir nergis tarhına vardık.
Sonunda burada esas konuya girdik. Olan biteni kendi açımdan açıklamaya çalıştım. Elimden gelenin en iyisini yapamadım. Başlarken hâlâ gergindim, duygularımı…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı Edebiyat
- Kitap AdıYedek
- Sayfa Sayısı496
- YazarPrens Harry
- ÇevirmenMerve Öztürk
- ISBN9786256377578
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviMundi / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam ~ Jean-Louis Fournier
Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam
Jean-Louis Fournier
“Bir sabah, çok erken vakitte, annem odama geldi, ‘Sanırım baban öldü’ dedi. ‘Yine mi…’ dediğimi hatırlıyorum. Kalkmak istemiyordum, yorgundum ve yorganın altına girdim. Babamı...
- Limni’de Sürgün Bir Veli & Niyazi- Mısri’nin Hatıraları ~ Limnili Şeyh Abdi-i Siyahi , Dr. Mustafa Tatcı
Limni’de Sürgün Bir Veli & Niyazi- Mısri’nin Hatıraları
Limnili Şeyh Abdi-i Siyahi , Dr. Mustafa Tatcı
H Yayınları tarafından programlanan “Niyâzî-i Mısrı Okulu” serisinin ilk kitabı LİMNİ’DE SÜRGÜN BİR VELÎ -Niyâzî-i Mısrî’nin Hatıraları- okuyucusuna arz edilmektedir. H Yayınları, Türk tasavvuf...
- Poe: Kısacık Bir Hayat ~ Peter Ackroyd
Poe: Kısacık Bir Hayat
Peter Ackroyd
Gotik, teatral bir kişilik, ürkütücü bir güzelliğin peşinde ölümün nefesiyle tutkuyla canlanan bir edebiyat… Detektif hikâyelerinin, bilimkurgunun öncüsü yazar ve dünyanın en önemli şairlerinden...