Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yedek Parça: Doku Ve Organ Nakillerinin Şaşırtıcı Öyküsü
Yedek Parça: Doku Ve Organ Nakillerinin Şaşırtıcı Öyküsü

Yedek Parça: Doku Ve Organ Nakillerinin Şaşırtıcı Öyküsü

Paul Craddock

Hepimiz organ nakli ameliyatlarını modern çağın mucizeleri olarak görmeye meyilliyizdir ama bu ameliyatlar çok eski çağlara kadar uzanıyor. Paul Craddock Yedek Parça kitabında bizi,…

Hepimiz organ nakli ameliyatlarını modern çağın mucizeleri olarak görmeye meyilliyizdir ama bu ameliyatlar çok eski çağlara kadar uzanıyor. Paul Craddock Yedek Parça kitabında bizi, 16. yüzyıla dek uzanan şaşırtıcı bir yolculuğa çıkarıyor; ilk deri greftlerinden modern organ nakillerine varan bir tarihi gözler önüne seriyor. Üstelik başrolde sadece doktorlar yok; sanatçılar, berberler ve filozoflar da var.

İnsanlık, var olduğu günden bu yana en ilkel korkularından biriyle, ölüm korkusuyla mücadele ediyor. Ruhunu ve vücudunu zaman karşısında dik tutabilmek için çabalayıp duruyor. Bu yüzden de eski zamanlardan bu yana tıp dünyası insan vücudunu tedavi etmek için yeni yöntemler geliştiriyor.

Organ nakli de bu yöntemlerden biri. Belki de en önemlisi. 18. yüzyılda dişçiler neden yoksul çocukların dişlerini alıyordu? Berberler ve cerrahlar neden aynı hastalarla çalışıyordu? 17. yüzyılda ilk kan nakli kim tarafından, hangi yöntemle yapılmıştı? Kimi zaman eğlenceli kimi zaman üzücü tarihi hikâyelerle bezeli kitap, bize organ nakli geleceğinin sadece kim olduğumuz değil, ne olduğumuz ve ne olabileceğimizle ilgili sorulara bağlı olduğunu da gösteriyor.

İçindekiler
Önsöz • 9
I. Deri (1550-1597) • 17
2. Hayvandan Hayvana Kan Nakli (1624-1665) • 53
3. Hayvandan İnsana Kan Nakli (1666-1670) • 79
4. Dişler (1685-1803) • 112
5. Organlar, Böbrek (1901-1954) • 164
6. Organlar, Kalp (1967-) • 209
7. Organ Naklinin Geleceği • 234
Teşekkür • 243
Kitap Seçkisi • 246
İllüstrasyon Listesi • 249
Dizin • 252

Önsöz

Yeni bağlanan damarlarından kan hücum eder etmez böbreğin o berbat gri renginin yerini canlı kırmızının çeşitli tonları aldı. Saniyeler önce sakatattan farkı olmayan bir organ dirilmiş, yeni bir beden tarafından sahiplenilmiş ve o bedende yeniden hayat bulmuştu. Bir böbrek naklini ilk izleyişimdi bu. Bu sevecen bakışlı hastayla, kendinden geçip de el yıkamaovalama işlemlerini tamamlamış üç kişi onu yeşil örtülerle sarıp sarmalamadan yirmi dakika önce karşılaşmıştım. Hasta tıpkı Alice Harikalar Diyarı’ndaki Sırıtan Kedi gibi yavaş yavaş kaybolmuştu bu yeşil örtülerin içinde. Biz ise gülümseme yerine vücutsuz bir karınla baş başa kalmıştık. Üç sağlık çalışanı son örtüleri de yerine yerleştirirken bir görevli sedyeyle içeri daldı; sedyeyi duvara, kapalı bir respiratör ile ışıltılı metal araçlarla kaplı rafların arasına dayadı. Donör böbrekti bu; buzların içine yatırılmıştı, renksizdi ve etrafı yağlarla güzelce kaplanmıştı. Örtülerin altındaki alıcısı gibi onun da hayati fonksiyonları durdurulmuştu. Raf ömrünü tamamlamış dana böbreğine benziyordu; sahip olduğu değerle taban tabana zıt bir görünüm içindeydi. Bu böbrek çaresiz hasta Bay Bhatti’ye, o sırada hastanenin bir odasında istirahat eden kardeşinin bir armağanıydı. İki cerrah ile asistanları karnın iki yanına yerleşmişler; deri, yağ ve kas katmanları arasında kendilerine yol açmakla meşguldüler. Cerrahlar son zamanlarda bu katmanları kesmek yerine yakmayı, yani diyatermiyi tercih ediyor. Bu şekilde daha az kanama olur ama cerrahlar karın boşluğuna ulaşana kadar kavrulmuş et ameliyathaneyi mangal kokusuna boğar. Cerrahlar son kas tellerini ayırma işini bitirdikten sonra işlem yavaşladı, çünkü cerrah ekibi atardamar, toplardamar ve üreteri tespit edip ayırarak, yerlerini belirleyerek karnın iç kısımlarını operasyona hazır hale getirmeye başlamışlardı. Saatler süren bu yoğun hazırlık sırasında bir ara gözüm sedyede kimsesiz gibi duran “yeni” organa kaydı. Zamanla kan sızdırmış, üzerinde durduğu buzu yavaş yavaş kırmızıya bulamaya başlamıştı. Kalp monitörünün ısrarcı bip sesi ile respiratörden gelen kesintisiz sesin ameliyathanede bir aciliyet havası estirmesini bekliyordum ama Bay Bhatti’yi hayatta tutan makineler sessizdi. Cerrahlardan biri cilalı zemin üzerinde terliklerini sürte sürte yürüyerek böbreğin olduğu tarafa gitti ve böbreği buz yatağından aldı. Eldivenli elinin bir parmağıyla üzerindeki kırmızı buz parçacıklarını süpürdükten sonra böbreği, onu yerine dikecek dört elin hazır beklediği ameliyat masasına getirdi. Sonra hepsi işine ara verdi. Baş cerrah karın boşluğuna bakmam için beni ameliyat masasına davet etti; hiçbir şeye dokunmamak için ellerim arkada yanlarına gittim. Anatomik yapısı kırmızı renkte olmakla birlikte, bu cansız gri kitle küçülmüş, solmuş görünüyordu ve oraya ait değil gibiydi. Hastanın vücuduna üç damarla bağlanmıştı, takılan klempler kan ve üre akışını geçici olarak durdurmuştu. Cerrah gözlerimin önünde bu klempleri çıkardı ve saniyeler içinde böbreğin griliği gitti; pembeye, sonra da kırmızıya yakın bir renge dönüştü. Bir insanın içinde başka bir insanın hayat pınarı akmaya başlamıştı adeta. Bu deneyim organ naklinin modern bir şey olduğu izlenimi uyandırıyordu insanda. Ameliyathane karmaşık makineler, gelişmiş araçlar ve dijital göstergelerle doluydu. Yanık insan eti kokusuna kimyasal kokular eşlik ediyordu. Gerçekleştirilen işlem sterildi ve çok iyi planlanmıştı. Oysa organ nakli cerrahisi hiç de öyle modern bir olgu değildir; Piramitlere kadar uzanan, şaşırtıcı derecede uzun ve zengin bir geçmişe sahiptir. Hikâye önemsiz gibi görünen deri aşısıyla (deri grefti) başlar; vücudun bir parçasının bir yerden alınıp başka bir yere yerleştirildiği operasyonların ilkiydi bu. Deri greftleri daha sonra doku reddinin biyolojik mekanizması üzerindeki çalışmaların ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir ama kendi başlarına antik dönemin organ nakli sayılırlar. Bu tür bir organ transferine dair en eski referans eski Hindistan’da, Sushruta Samhita’da yer alır. Cerrahlara katarakt ameliyatının ve ileride sezaryen ameliyatı adıyla anılacak ameliyatın nasıl yapıldığının da anlatıldığı MÖ 6. yüzyıla ait Ayurvedik bir metin olan bu kutsal kitapta bir kişinin alnından derinin nasıl çıkarıldığı ve şekil verilerek burnunu kaybetmiş bir kişinin yüzünün ilgili kısmında nasıl burun haline getirildiği tarif edilir. Bir organ naklinin en eski teknik tarifidir bu ve Samhita’nın yazarlarının bu cerrahi işlemi çoktan gelenekselleşmiş bir işlem olarak kayda geçirdiği düşünülürse, bu tekniğin çok daha eski olması muhtemel. Tarifin sonunda işlemin şeceresi konusunda ipucu veren şöyle bir not yer alır: “Yalnızca deri greftinde ustalaşanlar krala hizmet edecek ustalığa erişmiş sayılırlar.” Cerrahların binlerce yıl basit deri greftleri gerçekleştirdiği kesin olmakla birlikte 16. yüzyıla kadar herhangi bir doku veya organ nakline dair bir kayda rastlanmaz. Ama ondan çok daha önce bu tür operasyonların efsanelerde yer aldığını görürüz. Bunların bazıları doku ve organ nakillerinin uygunluğuna ve kültürel önemine dair bir içgörü sunar; hatta kimi zaman bu efsaneler gelecek yüzyıllarda birçok insanın gerçek organ nakli ameliyatının nasıl olması gerektiğine dair düşüncelerini doğrudan etkilemiştir. Örneğin, 1680’de Çinli yazar Pu Songling, “Yargıç Lu” isimli öyküsünde, Zhu ErhTan adlı kahraman ama aptal bir adam ile öyküye adını veren yeraltı dünyasının yargıcı arasındaki, zamanla pekişen dostluk ilişkisini anlatır. Bir gün arkadaşları Zhu’yu yargıcın yerel tapınaktaki suretini çalmaya ikna eder. Zhu sarhoş olur, yalpalaya yalpalaya tapınağa gider ve yeşil surat ve kızıl sakalına varıncaya kadar yargıcın eksiksiz görünüşünü takınmış halde tapınaktan çıkar. Yargıcın suretini geri vermeden önce Zhu sarhoşluktan peltekleşmiş bir dille onu bir kadeh şarap içmeye davet eder. Cevap alamaz. Ertesi gece kapısı çalınır. Zhu kapıyı açınca karşısında yargıcı bulur; yargıç yeraltı dünyasından çıkıp gelmiştir. Zhu kellesinden olacağını düşünerek hemen sureti konusundaki densizliğinden dolayı yargıçtan özür diler. Yargıç gülerek yanlış anlaşıldığını, içki teklifini kabul ettiği için geldiğini söyler. Ondan sonra bu tuhaf ikili birkaç günde bir buluşur ve içki arkadaşı olur. Bir gün Zhu, yargıcı içki sofrasında bırakarak uyumaya çekilir. Derin uykusu sırasında Zhu göğsünde bir sancı hisseder, uyandığında yargıcı yatağının başucunda bulur. Dostu elleriyle göğsüne dalmış, parmaklarıyla kalbini bulmaya çalışmaktadır. Zhu dehşete kapılmış olsa da Lu’nun kötü bir niyeti yoktur. Masum bir kalp nakli gerçekleştirmektedir aslında. Dostunun aptal olduğunu bildiği ve onun bu durumuna üzüldüğü için ölüler diyarından bir armağan getirmiştir ona: O sırada göğsünden söküp masaya koyduğu eski aptal kalbinin yerine akıllı bir kalp. Bu yeni kalp sayesinde Zhu’nun aptallığından eser kalmaz, ünlü bir yazar olur çıkar. Hikâye burada bitmez ama. Zhu bu organ naklinden hoşnuttur elbette, yargıçtan karısının sorunu konusunda da yardımcı olmasını rica eder. Zhu karısının endamının “fena olmadığını” ama yüzünün korkunç göründüğünü belirtir. Onun bu çirkin kafasının yerine güzel bir kafa yerleştirilmesinin mümkünatı var mıdır? Böyle bir nakil karısının kişiliğini değiştirmeyecektir; yapılacak değişiklik tamamen kozmetik bir değişikliktir (o dönemlerde Çin’de “kişiliğin” kalpte bulunduğu düşünülürdü –Zhu’nun aptallığının çaresi olarak yeni kalp gerekmesi de bu yüzdendi). Yargıç kabul eder ve ölüler diyarında vücut parçaları temin ettiği yere gider, bulabileceği en güzel başı alıp koltuğunun altına yerleştirerek geri döner. Yargıç Lu, Zhu’nun karısının yatağının yanına çöker, başı Zhu’ya verir ve çizmesinden çelik bir bıçak çıkarır. Yargıç uyumakta olan kadının boğazını keser. Kadının başı yastığın kenarına düşer. Yargıç güzel başı elinden aldıktan sonra Zhu’ya eskisinden kurtulmasını söyler. Nakil işlemini tamamlamak için yargıç başı kadının boynuna göre hizalar ve boyuna yapıştırmak için başı sımsıkı bastırır. Zhu’nun karısı uyanınca boynunda bir tuhaflık hisseder. Aynaya bakınca boynunda kırmızı bir yara izi ve yabancı bir yüzle karşılaşır, şaşırır.1 Yedek Parça, doku ve organ nakillerinin 16. yüzyıldan günümüze kadarki hikâyesini anlatıyor. 16. yüzyıl hem organ nakliyle ilgili efsanelerle alay edildiği hem de İtalya’da gerçek organ nakillerinin yeniden yapılmaya başlandığı bir dönem. Fransız yazar ve hekim François Rabelais Pantagruel adlı romanında kendi kurguladığı hikâyelerle mistik organ nakli hikâyelerini hicveder. Kanlar içindeki başı kollarının arasında ölmüş halde bulunan Episthemon’un hikâyesini anlatır. Cerrah Panurge, “Bir yaş daha damlamasın gözünden, çünkü hâlâ sıcak vücudu, onu eskisi gibi sapasağlam yapacağım” der. Bunu söyledikten sonra kanlı başı alır ve kamışını ağzına sokar –bu yaptığına “İçine hava girmemesi lazım” gibi tıbbi olmaktan uzak bir açıklama getirir– ve boynu beyaz şarapla siler, sonra başı boynunun üzerine dengeli bir biçimde oturtup boynuna diker. Episthemon tekrar nefes almaya başlar, “gözlerini açar, esner, hapşırır, ardından koca bir gaz çıkarır.”2 Rönesans İtalyası’nda burun onarma biçiminde ortaya çıktığında deri grefti Hindistan’da sahip olduğu o asil konumunu yitirmiş gibiydi. Deri aşısı İtalya’da kültürel ve teknik olarak bitki aşısıyla ilişkilendirilmiş, köylü ameliyatına dönüşmüştü; bu operasyonu gerçekleştiren bir avuç cerrah uyguladıkları tekniği kendilerine saklıyordu. Kısa bir süre sonra boşboğaz, dönek bir cerrah bu gidişata son verecek ve deri aşıları 16. yüzyılın sonlarına doğru daha yaygın uygulanır olacaktı ama başlarda tıp kurumunda cerrahi organ nakli gibi bir kavram yoktu. Hatta dönemin en ünlü ve en saygın anatomi uzmanlarından Andreas Vesalius bile ikame burunların kaslarla oluşturulduğunu düşünüyordu, ki böyle bir şey imkânsızdı. Deri aşılarının yeniden ortaya çıkmasından yalnızca birkaç on yıl sonra ve epey bir denemenin ardından İngiliz hekim William Harvey, kalbin pompa gibi çalıştığı, kanın vücudun içinde bir döngü içinde dolaşmasını sağladığı sonucuna vardı. Birkaç on yıl sonra ise İngiltere ve Fransa’daki bilim insanları ile hekimler bu fikirden yola çıkarak başka bir naklin, kan naklinin öncülüğünü yapacaklardı. Bu öncüler dolaşım teorisini benimseyerek iki vücudu birbirine iki mekanik elemanı bağlar gibi bağlamaya çalıştı. Tıpta kök salmış köhne fikirler nedeniyle bu ilk deneyler, içinde hayvanlar ile insanlar arasında gerçekleştirilen kan nakil öykülerinin de yer aldığı mit ve efsanelerde anlatılanlardan yola çıkılarak gerçekleştirilmişti. Bu girişimler tamamen başarısızlıkla (bizim standartlarımıza göre en azından) sonuçlanmış olsa da kan nakilleri, vücutların birbiriyle uyumlu veya uyumsuz olmasına neden olan mekanizmalarla ilgili bilgimize katkıda bulunarak, tıpkı deri greftleri gibi, zaman içinde organ nakillerinin gelişiminde temel bir öneme sahip olacaktı. Ve işte yine 17. yüzyılın bu ilk yenileşme günlerinde bilim insanları kan grubu fikrini geliştirmeye başladı. Vücudun “parçalardan” oluştuğu fikri takılacak her parçanın uyumlu çalışabileceği fikrini doğurdu ve 18. yüzyılda bu fikir ilk nakil amaçlı vücut parçası piyasasının ortaya çıkışına neden oldu. Tüketim kültürü ivme kazanınca diş hekimleri diş avına çıktı, cesetlerden diş söktü, savaş alanlarından yüklü miktarda ölü dişi (“Waterloo Dişleri”) satın aldı. Hatta yoksul çocukları kandırarak dişlerini söktüler ve bunları doğrudan zenginlere taktılar. 19. yüzyıla gelindiğinde diş naklini mümkün kıldığı düşünülen fizyolojik mekanizma, başarılı kan naklinin –bu sefer iki insan arasında– gerçekleştirileceğine dair umutları canlandırmıştı. Organ nakli, Naiplik Dönemi’nin karanlık yıllarında ilk kez net ve görünür bir amaç buldu kendine: Bundan böyle organ nakilleri (çoğunlukla) insan hayatını kurtarmak için yapılacaktı. 20. yüzyılın ilk yıllarında nihayet iç organların nakledilebileceğine ikna olunduğunda bile sürprizler bitmemişti. Bugün cerrahların organları vücutlara dikerken kullandığı dikiş tekniği, onu bu amaca hizmet edeceğinden bihaber el işlerinde kullanan oya ve dantel ustası Marie-Anne Leroudier’ye aittir. Aynı yüzyıl içinde sonraki yıllarda Hollandalı hekim ve mucit Willem Kolff, sosis gömleği yumağı, bir emaye küvet ve düşürülmüş bir Alman uçağından elde edilen parçaların yardımıyla yapay bir böbrek üretti. Daha sonra yapacağı kalp ile akciğerleri baypas eden makineler, Christiaan Barnard gibi insanların nihayet insan kalbi naklini gerçekleştirmelerini mümkün kılacaktı. Daha yüksek seviyeli teknik gelişmeler ise cerrahların yüz ve kol gibi daha karmaşık yapıların nakillerini gerçekleştirmelerini sağlayacak, biyomühendisler ile kök hücre uzmanları bir ıspanak yaprağının kolajen doku iskelesi üzerinde insan kalp dokusu üretmeyi başaracaktı. Organ nakillerinin nakil ameliyatları öyküsünde yeni bir sayfa açtığı aşikârsa da bu kitapta onları daha uzun bir öykünün ve daha geniş bir kültürel bağlamın parçası olarak ele alıyorum. Son yetmiş küsur yıl içinde teknoloji organ nakilleri gerçekleştirmemize olanak sağladı ama nakil ameliyatları en az 500 yıldır yaygın olarak yapılıyor ve arkalarında 5.000 yıllık bir kültürün desteği var; bu kültür olmasa London’s Royal Free Hastanesi’nde tanık olduğum türden modern nakilleri tasavvur etmek bile mümkün olmazdı.

Organ nakli anlatısının kapsamını genişleterek nakil ameliyatlarının öyküsünün ustalığa uzanan teknik bir ilerlemeden ibaret olmadığını, esasen bir insan macerası olduğunu gösterebileceğimi umuyorum. Organ ve doku nakillerinin öyküsü; kalplerimize pompa ve vanalardan daha yakın bir şeyle, vücudumuzu öğrenme biçimimizle, birbirimizle ve kendimizle olan ilişkilerimizle ilgili bir öyküdür. Bu işlemlerle ilgili çok miktarda bilgi mevcut; organ ve doku nakilleri üzerinde çalışmalar yürütmüş hekim ve bilim insanları fikirlerini kendilerine saklamamışlar; bu işlemleri tarif eden sanatçılar, oyun yazarları ve yazarlar da fırça ve kalemlerini korkak alıştırmamışlar. Son derece zengin kaynaklar ve çeşitli akademik raporlar içeren bu öykü, iç ürpertici meraklar uyandıran bir öyküden ibaret değildir; hepimizin kendimize sorduğu o büyük sorular üzerinde duran ayrıntılı bir tarihe sahiptir: Vücudun bazı kısımlarının bir yerden alınıp başka bir yere taşınmasının asıl anlamı üzerine kafa yormaya başlayınca, organ ve doku nakli etkileyici teknolojik gelişmelere ve hayli yetenekli tıp uzmanlarına dair öykülerin ötesinde bir konu haline gelir. Bu açıdan bakıldığında organ nakli cerrahisi kişisel kimlik anlayışımız üzerine yapılan sezgisel bir tefekkürden, belki de insan olmanın, canlı ve bir birey olmanın ne demek olduğunu anlamak için el yordamıyla yapılan araştırmadan çok da farklı bir şey değilmiş gibi görünür. İşte Rönesans İtalyası’nda organ naklinin tarihi tam da bu insan olmanın ne demek olduğu sorusu ve bireysel kimlik sorunuyla başlar.

I. Deri
(1550-1597)

Yolsuzluğa bulaşmış İranlı bir yargıç olan Sisamnes’in derisinin yüzülüşünün anlatıldığı sahne, 1498’de Gerard David tarafından yapılmış iki kanatlı tablonun (diptik) bir yarısını oluşturur. Sisamnes masaya bağlanmıştır; dört işkencecinin ellerindeki bıçaklarla gövdeyi, kolları, bacakları yüzüşüne tanık olurken maazallah penisin görüntüsünden rencide oluruz diye mahrem yerleri bir havluyla örtülmüştür. Sımsıkı sıkılmış dişler ve acı içinde patlayan damarlarıyla hâlâ canlı olan bu kişinin bedeni anatomistin masasındaki bedenden farklıdır. Buradaki eylem, bu kişinin kimliği ve insanlığının tavşan derisi soyar gibi soyulup kişiliksiz bir et ve kemikten ibaret bırakılmasından hemen önceki an içinde donmuştur. Deri yüzme işleminden sonra kral yargıcın oğlunu onun yerine atar. Resmin sağında oğlanın makamına yerleştirildiğini görürüz. Yeni yargıcın koltuğu kralın hediyesidir; kral koltuğu, şiirsel bulduğu için ve yeni yargıcın gözünü korkutmak amacıyla Sisamnes’in yüzülen derileriyle kaplatmıştır. Bu resim ilk modern deri greftlerinin gerçekleştirildiği dönemlerde yapılmıştır. Resim, kişi ile derisi arasındaki ilişkiyi, bu ilişkinin yok oluşunun eşiğinde tasvir eder ve gücünü insanın derisiyle arasındaki bağlantının kırılganlığını göstermesinden alır.1 Kendimizi derisiz tasavvur edemeyiz. Derimiz bizi etten ayırır, resimde tasvir edilen biçimdeki aşırı deformasyonlar temel insan kimliğimizi yok etme potansiyeline sahiptir. Deri yüzme uygulamasına dair çok az kayıtlı vaka var (İskitler bir zamanlar deri yüzme konusundaki yetenekleriyle nam salmıştı gerçi) ama ilk modern doku nakilleri o dönemin dünyası deriye, özellikle de buruna bugünün dünyasından daha düşman olduğu için gerçekleştirilmişti. Rönesans döneminde (ve öncesinde) bir kişinin burnunu kaybetmesi olağan bir olaydı. Bazıları burunlarını kavgada veya düelloda kaybederdi. Birçok burun cezalandırmak amacıyla, mücrimin benlik duygusuna zarar vermek için yerinden edilirdi. Günümüzde dehşet verici bir olay olarak haberlere konu edilebilecek bir işlem olan burun kesme işlemi (rinotomi) antik Hindistan’da uzun bir geçmişe sahip, zaman zaman Avrupa ve Ortadoğu’da da örneklerine rastlanan rutin bir cezalandırma yöntemiydi. Mısır ceza yasasında zina yapmanın cezası burun kesmekti.2 MÖ 1160’ların ortalarında Firavun III. Ramses sulh hâkimlerinin burunlarının kesilmesini emretmişti. Zira bu hâkimler, oğlunun firavun olmasını isteyen ikinci karısı Kraliçe Teya ile işbirliği yaparak bir masa oyunu sırasında gırtlağını kesmeye yeltenmişler.3 Mısır’da bu burun kesme hadisesi vahim boyutlardaymış belli ki, zira Harper’s Dictionary of Classical Antiquities’de çölün dibinde kurulan ve işledikleri cürüm nedeniyle Etiyopya hanedanlığı tarafından burunları kesilmiş suçlulardan oluşan Rhinokoloura (“kesik burunlar”) adlı bir şehirden söz edilir. Aradığınızda dünyanın her köşesinde birilerinin burnunu kesen insanlara rastlarsınız. Roma’da bir kocanın kendisini aldatan karısının veya âşığının burnunu kesmesine izin verilirmiş.4 Papa V. Sixtus, burun kesme cezasıyla tehdit ederek yol eşkıyalarının Roma’yı ve çevre bölgelerini işgal etmelerini önlemeye çalışmış.5 Nitekim, İtalyan gezgin ve cerrah Niccolao Manucci de Mysore ormanlarından geçerken burunlarından olmuş Babür atlılarından söz eder. Orman sakinleri peşlerine düşer, arkalarından atın sağrısına atlar ve yarım ay biçiminde özel tasarlanmış bıçaklarla burunlarını uçururlarmış. Yeni bir buruna ihtiyaç duyulmasının nedenleri arasına 16. yüzyıl Avrupası’nın viral tehdidi frengiyi de katmamız gerekir.

Bu hastalık, bugün tanık olduğumuz vakalardan çok daha ciddi sonuçlar doğuruyordu. Hastalık genital bölgede yaraların ortaya çıkmasıyla başlıyor, hastalığın ilerleyen safhalarında ülser, ateş, körlük, çıbanlar ve demans görülebiliyordu. Hastalığın en korkunç belirtilerinden biriyse burnun çürüyüp düşerek yüzün bu kısmında yalnızca bir delik kalmasıydı kuşkusuz. Frengi mutlaka olmasa da cinsel yollarla da bulaşabildiği için bu talihsiz kişilerin “semer burnu” diye tabir edilen burunları düşük ahlakı simgeler hale gelmiş, burunsuz olmanın utancına bir de böyle bir utanç eklenmişti. İnsanın burnunu kaybetmesi o kadar korkunç bir şeydi ki, 16. yüzyıl ilahiyatçılarından Thomas Sanchez bunu evliliğin sona erdirilmesi için temel gerekçe saymıştı.6 Burun kaybetmek tat ve koku duyusunu yok ediyor, sesi bozuyordu ama beraberinde getirdiği toplumsal yalıtılmışlık ve dışlanma çok daha berbat bir şeydi. Birçokları için tek gerçekçi çözüm burun maskesiydi. Hiç de ikna edici olmayan maskelerdi bunlar –bazıları gözlük çerçevelerinden sarkan kopya burunlardı sadece ve daha çok parti maskelerine benziyordu– ama iyi kötü bir burun izlenimi bırakıyorlardı (özellikle Mısır için bunu söylemek mümkün, çünkü arkeologlar kazılarda takma burunlu birçok mumya çıkarmıştır7). Ünlü insanlar bile takma burun kullanıyordu. Tycho Brache örneklerden biriydi. Brache çıplak gözle gözlem yapan son büyük gökbilimciydi. Hayatının son yılında kendisinden de ünlü olacak Johannes Kepler’i asistanı olarak işe almıştı. Gençliğinde bir Noel eğlencesi sırasında kendi gibi yirmi yaşında olan Danimarkalı Manderup Parsberg’le matematikle ilgili bir konuda fikir ayrılığı yaşamış. Anlaşamadıkları bu konu her ne idiyse tartışmaları çok sert geçmiş olmalı ki partiden ayrılıp zifiri karanlıkta mezarlığa gitmişler ve orada mezar taşlarının arasında kılıçlarını çekmişler. Öfkeden ve ışıksızlıktan körleşmiş halde birbirlerine rastgele kılıçlarını savurmuşlar. Birkaç saniye sonra Parsberg’in kılıcı bir hedef bulmuş kendine, gökbilimcinin burnunun irice bir parçasını kesip atmış.

Zaman içinde araları düzelmiş ve yıllar içinde sıkı dost, hatta daha sonra Parsberg’in kuzeni Brahe’nin kardeşiyle evlendiği için aile olmuşlar.8 Ancak Brahe’nin yüz şekli bozulmuş ve ona mağlubiyetini de sürekli hatırlatan çirkin bir yarayla dolaşmaktan utanır olmuş. Bir süre sonra Brahe takma bir burun geliştirmiş kendine. Biyografisinin yazarı, balmumu gibi adi bir malzeme onun konumunda bir insana yakışmayacağı için Brahe’nin “gümüş ve altın” alaşımı bir malzeme seçtiğini, bu malzemeden yapılan takma burnun teninin renginde boyandığını iddia eder. (Danimarkalı ve Çek araştırmacılar 2010 yılında yaptıkları kimyasal analizle burnun pirinçten yapıldığını kanıtlayarak bu iddiayı çürüttüler.9) Brahe’nin portrelerinde yüzüne yapıştırılmış bu muhteşem tasarımı görmek mümkün; takma burnun çok ikna edici göründüğünü de söylemek lazım. Ama arkadaşlarından birinin söylediğine göre, takma burnu zaman zaman yerinden oynuyormuş, bu yüzden Brahe içinde yerinden oynadığında burnu sabitlemesini sağlayacak yapıştırıcı bulunan küçük bir kutu taşırmış hep yanında.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Popüler Bilim
  • Kitap AdıYedek Parça: Doku Ve Organ Nakillerinin Şaşırtıcı Öyküsü
  • Sayfa Sayısı264
  • YazarPaul Craddock
  • ISBN9789750864568
  • Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur