Tıpkı yaşarken olduğu gibi, yazarken de özensiz olmaktan vazgeçin.Yazmayı konuştuğumuzda ne konuşuruz? Yazmak Üzerine, adı modern öyküyle eşanlamlı hale gelen Raymond Carver’ın yazın hayatını denemelerinin izinden sürüyor. Carver, kendisine sade bir dille gerçekçi öyküler yazmayı öğreten öğretmenini hatırlıyor, öykülerin aklında şekillendiği ilk anlardan söz ediyor, kendi yapıtları ve farklı yazarların kitapları hakkındaki görüşlerini her zamanki açıksözlülüğüyle dile getiriyor.Bir yazarın nasıl ve neden yazdığını, hatta bazen nelere rağmen yazdığını ve dilini nasıl oluşturduğunu kendi hayatından örneklerle anlamaya ve anlatmaya çalışırken, okurları da benzer soruları aynı dürüstlükle düşünmeye davet ediyor. Yazmak Üzerine, Carver’ın dünyasına ve yazarlık felsefesine dair bir tanıklık, neyin söylemeye değer olduğuna ve en samimi şekilde nasıl söyleneceğine dair düşünceleri bir araya getiren dolu dolu bir seçki, öykünün ustasından bir dizi yazarlık dersi.
İçindekiler
Babamın Hayatı ……………………………………………………….. 13
Yazmak Üzerine ……………………………………………………….. 25
Ateşler ……………………………………………………………………. 32
John Gardner: Öğretmen Olarak Yazar ………………………… 48
Dostluk …………………………………………………………………… 59
Azize Teresa’dan Bir Satır Üzerine Tefekkür………………….. 65
“Komşular” Üzerine…………………………………………………… 71
“Araba Kullanırken İçmek” Üzerine ……………………………… 73
Yeniden Elden Geçirmek Üzerine ……………………………….. 75
“Dostoyevski” Senaryosu Üzerine………………………………… 79
“Olta Mantarı” ve Diğer Şiirler Üzerine………………………… 84
“Tess İçin” Üzerine ……………………………………………………. 89
“Ayak İşi” Üzerine……………………………………………………… 92
“Nereden Aradığım” Üzerine………………………………………. 94
Yıldızlara Bakarak Yön Bulmak………………………………….. 101
Bütün İlişkilerim …………………………………………………….. 105
Bilinmeyen Çehov…………………………………………………… 118
Olaya ve Sonuca Dayalı Kurmaca (Tom Jenks’le)…………. 120
Çağdaş Kurmaca Üzerine …………………………………………. 126
Daha Uzun Öyküler Üzerine ……………………………………. 128
İçindekiler
Büyük Balık, Efsanevi Balık
[My Moby Dick (Benim Moby Dick’im),
William Humphrey] ……………………………………………….. 137
Barthelme’in İnsanlık Dışı Komedileri
[Great Days (Harika Günler), Donald Barthelme]……….. 141
Heyecanlandıran Hikâyeler
[Düşüş Efsaneleri, Jim Harrison]………………………………… 145
Mavi Kuş Sabahları, Fırtına Uyarıları
[The Van Gogh Field (Van Gogh Tarlası),
William Kittredge] ………………………………………………….. 150
Formunun Zirvesinde, Doğuştan Yetenekli
Bir Romancı [A Game Men Play (Erkeklerin Oynadığı
Bir Oyun), Vance Bourjaily]………………………………………. 155
Siyahlığa Işık Tutan Kurmaca
[Hardcastle, John Yount] ………………………………………….. 159
Brautigan, Kurtadam Böğürtleni ve
Kedi Kavunu Servis Ediyor
[Tokyo-Montana Ekspresi, Richard Brautigan]………………. 162
McGuane Büyük Balık Peşinde
[An Outside Chance (Açık Havada bir Fırsat)
Thomas McGuane] …………………………………………………. 165
Richard Ford’un Yalın Kayıp İmgelemi, İyileşme
[The Ultimate Good Luck (En İyi Şans), Richard Ford]……..168
Emekli Bir Akrobat Yeniyetme Bir Kızın
Büyüsüne Kapılıyor
[Balancing Acts (Dengeleyici Hareketler),
Lynne Sharon Schwartz] ………………………………………….. 171
“Şöhret İşe Yaramaz, Al Onu Benden”
[Selected Letters (Seçme Mektuplar),
Sherwood Anderson, ed. Charles E. Modlin]……………….. 174
Rüştünü İspatlamak, Darmadağın Olmak
[Along with Youth: Hemingway, the Early Years
(Gençliğin Kıyısında: Hemingway, İlk Yıllar),
Peter Griffin: Hemingway: A Biography
(Hemingway: Bir Biyografi) Jeffrey Meyers]………………….. 182
BEŞ DENEME
VE BİR TEFEKKÜR
BABAMIN HAYATI
Babamın adı Clevie Raymond Carver’dı. Ailesi onu Raymond diye, arkadaşları ise C.R. diye çağırırdı. Bana Raymond Clevie Carver Jr. adı verilmiş. “Junior”1 kısmından nefret ederdim. Ben küçükken babam beni Kurbağa diye çağırırdı, sorun değildi bu. Ama daha sonra, ailedeki diğer herkes gibi, beni Junior diye çağırmaya başladı. On üç-on dört yaşıma kadar beni böyle çağırmaya devam etti ve artık bu isme cevap vermeyeceğimi bildirdi. Böylece beni Doc2 diye çağırmaya başladı. O zamandan 17 Haziran 1967’deki ölümüne kadar beni Doc ya da Evlat diye çağırdı. Öldüğünde, annem karıma telefon edip haberi vermiş. O dönemde ailemden uzakta, hayatlar arasındaydım, Iowa Üniversitesi’ndeki Kütüphanecilik Okulu’na kaydolmaya çalışıyordum. Karım telefona baktığında, annem pat diye, “Raymond öldü!” demiş. Bir an için karım, annemin ona benim öldüğümü söylediğini sanmış. Sonra annem hangi Raymond’dan söz ettiğini açıklığa kavuşturmuş, karım da şöyle demiş: “Tanrı’ya şükür. Benim Raymond’ımı kastettiğinizi sandım.”
Babam 1934’te iş aramak için Arkansas’tan Washington eyaletine giderken yürümüş, otostop çekmiş ve boş yük vagonlarına binmiş. Washington’a giderken bir hayalin peşinden mi koşuyordu, bilmiyorum. Şüpheliyim. Pek hayal kurduğunu düşünmüyorum. Sanırım sadece doğru düzgün maaşı olan düzenli bir iş arıyordu. Düzenli iş, anlamlı iş demekti. Bir dönem elma toplamış, sonra da Grand Coulee Barajı’nda inşaat ameleliği işi bulmuş. Bir kenara biraz para koyduktan sonra bir araba almış ve batıya taşınan annesiyle babasının, büyükannemle büyükbabamın toplanmasına yardım etmek için Arkansas’a geri dönmüş. Daha sonra, orada açlıktan ölmek üzere olduklarını söyledi; mecazi anlamda kastetmedi bunu. Arkansas’ta geçen o kısa sürede, Leola denen bir kasabada, babam bir meyhaneden çıkarken kaldırımda anneme rastlamış. “Sarhoştu,” dedi annem. “Benimle konuşmasına neden izin verdim bilmem. Gözleri çakmak çakmaktı.
Keşke kristal kürem olsaydı.” Bir keresinde, ondan bir yıl kadar önce, bir dansta karşılaşmışlar. Annemin bana söylediğine göre, babamın ondan önce kız arkadaşları olmuş. “Babanın her zaman bir kız arkadaşı vardı, biz evlendikten sonra bile. O benim için ilk ve sondu. Başka hiç erkeğim olmadı. Ama hiçbir şeye de özlem duymadım.” Washington’a gitmek için yola çıktıkları gün sulh hâkimi tarafından nikâhları kıyılmış; iriyarı, uzun boylu taşra kızı ve inşaat işçisine dönüşen rençper. Annem nikâh gecesini babam ve onun anne babasıyla geçirmiş, Arkansas’ta yolun kenarında kamp kurmuşlar. Omak, Washington’da annemle babam kulübeden hallice, küçük bir evde oturmuş. Büyükannemle büyükbabam kapı komşusuymuş. Babam hâlâ barajda çalışıyormuş, daha sonra da kocaman türbinler elektrik üretince ve su Kanada’nın içine yüz mil geri çekilince, kalabalığın içinde durmuş ve şantiyede konuşan Franklin D.
Roosevelt’i dinlemiş.“O barajı inşa ederken ölen çocukların adını bile anmadı,” dedi babam. Arkadaşlarından bazıları orada ölmüştü; Arkansas’lı, Oklahoma’lı ve Missouri’li adamlar. Sonra, Columbia Nehri kıyısında küçük bir kasaba olan Clatskanie, Oregon’da bir bıçkıhanede iş bulmuş. Ben orada doğmuşum; annemde babamın bir resmi var, bıçkıhanenin kapısı önünde durmuş, beni gururla kameraya doğru kaldırmış. Başlığım çarpık duruyor ve çözülmek üzere. Babam şapkasını alnına indirmiş, ağzı kulaklarına varıyor. Çalışmak için içeri mi giriyordu, yoksa vardiyasını yeni mi bitiriyordu? Önemli değil. Her halükârda, bir işi ve ailesi vardı. Bu onun toyluk dönemiydi. 1941’de Yakima, Washington’a taşındık, babam bıçkı eğecisi olarak çalışıyordu, ustalık gerektiren bu işi Clatskanie’de öğrenmişti.
Savaş patlak verdiğinde askerliği tecil edildi, çünkü yaptığı iş savaşta gösterilen çaba için gerekli görüldü. Kullanıma hazır kereste silahlı kuvvetlerde talep görüyordu, babam da bıçkılarını öyle keskin tutuyordu ki kolunuzun kıllarını tıraş edebilirdi. Babam bizi Yakima’ya taşıdıktan sonra, annesiyle babasını da aynı mahalleye taşıdı. 1940’ların ortalarında babamın ailesinin geri kalanı –erkek kardeşi, kız kardeşiyle kocası, ayrıca amcalar, kuzenler, yeğenler, onların da aile ve arkadaşlarının çoğu– Arkansas’tan gelmişti. Sırf babam ilk geldiği için. Erkekler babamın çalıştığı Boise Cascade Şirketi’nde çalışmaya gitti, kadınlarsa konserve fabrikalarında elma kutuladı. Ve kısa bir süre içinde, görünüşe bakılırsa –anneme göre– herkes babamdan daha iyi duruma geldi. “Baban parayı elinde tutamıyordu,” dedi annem. “Cebinde delik vardı. Hep başkalarına hayrı dokunuyordu.” 1515 Güney On Beşinci Cadde, Yakima’daki oturduğumuzu net olarak hatırladığım ilk evin tuvaleti dışarıdaydı. Cadılar Bayramı gecesi ya da herhangi bir gece, sırf eğlence olsun diye komşu çocukları, ergenliklerinin başında olan çocuklar, tuvaletimizi götürüp yolun kenarına bırakırlardı. Babam onu eve getirmesine yardım etmesi için birini bulmak zorunda kalırdı.
Ya da bu çocuklar tuvaleti alıp başka birinin arka bahçesine koyarlardı. Bir keresinde onu gerçekten ateşe verdiler. Ama tuvaleti dışarıda olan tek ev bizimki değildi. Ne yaptığımı bilecek yaşa geldiğimde, birinin içeri girdiğini gördüğüm başka tuvaletlere taş atardım. Buna tuvaletleri bombalamak denirdi. Ancak bir süre sonra herkes içeriye tesisat yaptırdı ve birdenbire, mahallede en son bizim tuvalet dışarıda kaldı. Üçüncü sınıf öğretmenim Mr. Wise’ın bir gün beni arabayla okuldan eve getirdiğinde yaşadığım utancı hatırlıyorum.
Bizimkinden bir önceki evde durmasını isteyip orada oturduğumu iddia ettim. Bir gece babam eve geç geldiğinde annemin bütün kapıları içeriden kilitlediğini görünce neler olduğunu hatırlıyorum. Babam sarhoştu, kapıyı sarsarken evin titrediğini hissedebiliyorduk. Bir pencereyi zorla açmayı başardığında, annem gözlerinin arasına kevgirle vurup onu yere serdi. Babamın çimlerin üzerinde yattığını görebiliyorduk. Sonrasında yıllar yılı, bu kevgiri elime aldım –oklava kadar ağırdı– ve böyle bir şeyin kafaya vurulmasının nasıl bir his olduğunu hayal ettim. Hatırlıyorum da o dönemde babam beni yatak odasına götürdü, yatağın üzerine oturttu ve bir süre LaVon Teyzemle yaşamam gerekebileceğini söyledi. Evden uzaklaşmamı gerektirecek ne yaptığımı anlayamadım. Ama bu da –nedeni her ne ise– zaten az çok unutulup gitmiş olmalı, çünkü birbirimizden ayrılmadık ve teyzemle ya da başka biriyle yaşamak zorunda kalmadım. Annemin, babamın viskisini lavaboya döktüğünü hatırlıyorum. Bazen hepsini dökerdi bazen de yakalanmaktan korktuysa, sadece yarısını döker, sonra da geri kalanına su eklerdi. Bir keresinde babamın viskisinin birazını tattım.
Berbat bir şeydi, insan bunu nasıl içebilir anlayamadım. Uzun süre arabasız kaldıktan sonra 1949 ya da 1950’de nihayet bir tane aldık, 1938 model bir Ford. Ama aldığımız ilk hafta biyel fırlattı ve babam motoru tamir ettirmek zorunda kaldı. “Kasabadaki en eski arabayı kullanıyorduk,” dedi annem. “Araba onarımlarına harcadığı parayla Cadillac alabilirdik.” Bir keresinde döşemenin üstünde başka birine ait ruj, yanında da dantelli bir mendil buldu. “Görüyor musun?” dedi bana. “Sürtüğün teki arabada bırakmış.” Bir keresinde onun babamın uyuduğu yatak odasına bir çanak sıcak su götürdüğünü gördüm. Babamın elini örtünün altından çıkarıp suyun içine soktu. Kapı aralığında durup seyrettim. Neler olduğunu bilmek istiyordum.
Annem bunun onu uykusunda konuşturacağını söyledi bana. Bilmesi gereken şeyler varmış, babamın ondan sakladığından emin olduğu şeyler. Ben küçükken aşağı yukarı her yıl, Yakima’dan North Coast Limited trenine binip Cascade Sıradağları üzerinden Seattle’a gider, Vance Oteli’nde kalır ve hatırladığım kadarıyla Dinner Bell Café diye bir yerde yemek yerdik. Bir keresinde Ivar’s Acres of Clams’e gidip bardak bardak sıcak deniztarağı çorbası içtik. 1956’da, liseden mezun olacağım yıl, babam Yakima’daki bıçkıhanedeki işinden istifa etti ve Kuzey California’da küçük bir bıçkıhane kasabası olan Chester’da işe girdi. O dönemde bu işe girmesinin nedenleri, saatlik ücretinin daha yüksek olması ve birkaç yıl içinde bu yeni bıçkıhanede baş eğeciliğe yükseleceğine dair belli belirsiz bir umut bulunmasıydı. Ama bence, aslında babam yerinde duramamış ve sadece şansını başka yerde denemek istemişti. Yakima’da işler onun için biraz fazla öngörülebilir olmuştu. Ayrıca, bir önceki yıl, altı ay içinde hem annesi hem babası ölmüştü.
Ama mezuniyetten birkaç gün sonra, annemle ben Chester’a taşınmak üzere toplanmışken, babam bir süredir hasta olduğunu söyleyen bir mektup yazdı. Bizi endişelendirmek istemediğini söylüyordu, ama bıçkıda kendini kesmişti. Belki de kanında minik bir çelik kıymığı dolaşıyordu. Her neyse, bir şey olmuştu ve söylediğine göre işe gidememişti. Aynı postada oradaki birinden gelen imzasız bir kartpostal vardı, anneme babamın ölmek üzere olduğunu ve “harmanlanmamış viski” içtiğini söylüyordu. Chester’a vardığımızda, babam şirkete ait bir karavanda yaşıyordu. Onu hemen tanımadım. Sanırım bir an için onu tanımak istemedim. Sıska ve solgundu, şaşkın görünüyordu. Pantolonu belinden düşüyordu. Babama benzemiyordu. Annem ağlamaya başladı. Babam kolunu ona dolayıp omzunu belli belirsiz sıvazladı, bunun nereden çıktığını o da bilmiyor gibiydi. Üçümüz birlikte karavanda yaşamaya başladık ve ona elimizden geldiğince iyi baktık. Ama babam hastaydı ve iyileşemiyordu. O yaz ve sonbaharın bir kısmı onunla birlikte bıçkıhanede çalıştım. Sabahları kalkar ve yumurtayla kızarmış ekmek yerken radyo dinlerdik, sonra da sefertaslarımızla kapıdan çıkardık. Sabahın sekizinde kapıdan birlikte girerdik ve mesai bitimine kadar onu bir daha görmezdim. Kız arkadaşıma, evlenmeye karar verdiğim kıza daha yakın olmak için kasımda Yakima’ya geri döndüm. Babam ertesi şubata kadar Chester’daki bıçkıhanede çalıştı, şubatta işyerinde yere yığılmış ve hastaneye kaldırılmış. Annem oraya gelerek yardım edip edemeyeceğimi sordu. Yakima’dan Chester’a giden bir otobüse atladım, niyetim onları arabayla Yakima’ya geri getirmekti.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Deneme
- Kitap AdıYazmak Üzerine
- Sayfa Sayısı192
- YazarRaymond Carver
- ISBN9789750755927
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2019
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Savaş Meydanları ~ Jean Rouaud
Savaş Meydanları
Jean Rouaud
Jean Rouaud, Goncourt Ödülü’nü kazanan romanında, bir ailede ardı ardına yaşanan üç ölümle anımsanan eski hikâyeleri deşiyor. İlk başta, babanın ölümü, trajik bir başlangıç...
- Marakeş’te Sesler ~ Elias Canetti
Marakeş’te Sesler
Elias Canetti
Develer, eşekler, dilenciler, çarşılar, türbeler, keşmekeş dolu gündelik hayat… Başka bir coğrafyanın, kendine has ritmiyle devinen kadim Marakeş’ini anlamaya çalışan, Batılı deneyimlerle mukayese eden,...
- Paula ~ Isabel Allende
Paula
Isabel Allende
O gün hayatın cömert olabileceğinin ilk kez bilincine vamıştım. Yokluğu bir nimet, cimriliği bir erdem olarak gören büyükbabamla ya da ailenin öteki üyelerinden biriyle...