Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yazma Dersleri
Yazma Dersleri

Yazma Dersleri

Ferda İzbudak Akıncı

Anlatmak, daha iyi anlatmak… Delidolu’nun kurmaca dışı kitaplar koleksiyonunun yeni halkası Yazma Dersleri, dizinin “Okumak” başlıklı alt temasının da ikinci kitabı. Yazma Dersleri, Ferda İzbudak…

Anlatmak, daha iyi anlatmak…

Delidolu’nun kurmaca dışı kitaplar koleksiyonunun yeni halkası Yazma Dersleri, dizinin “Okumak” başlıklı alt temasının da ikinci kitabı.

Yazma Dersleri, Ferda İzbudak Akıncı’nın kendi “yazma serüveni”nden yola çıkarak deneyimlerini aktardığı bir deneme kitabı.

Yazma ve yaratma sürecine odaklanan Yazma Dersleri, sanatın edebiyat ile ilişkisi, yazma pratiği, karakter yaratma gibi pek çok konuya eğiliyor.

Ferda İzbudak Akıncı kendi deneyim ve edebiyat anlayışı ile yazar adaylarının yolunu aydınlatıyor.

Yazma Dersleri, ödüllü yazar Ferda İzbudak Akıncı’nın söyleşilerinden yola çıkarak, yazma ve yaratma sürecine dair fikir ve tavsiyelerini paylaşıyor.

30 yıllık yazarlık serüveninde, dünyayı ve hayatı edebiyat aracılılığıyla tanıdığına, anladığına ve sevdiğine vurgu yapan yazar, kendi düşüncelerinin yanı sıra usta yazarların edebi deneyimlerini yansıtarak yazmaya gönül verenlere kılavuzluk ediyor…

“İlle de yazmak gerekiyor. Dönüp dönüp okumak, düzeltmek, geliştirmek ve gerekiyorsa budamak… Yani üstünde çalışmak. En azından ustalaşıncaya dek. Sonrasında her yiğidin bir yoğurt yiyişi, her ustanın kendine özgü yazma biçimi var.”

İçindekiler

Önsöz 9
1. Bölüm
Nasıl yazar oldunuz? 11
2. Bölüm
Anlatmak, daha iyi anlatmak… 20
3. Bölüm
Sanat daima besler… 27
4. Bölüm
Yazma pratiği 35
5. Bölüm
Yazmaya değer bir şey bulmak… 40
6. Bölüm
Tıkandığımda ne yapmalıyım? 55
7. Bölüm
Yazma tutkusu ve vazgeçmemek… 65
8. Bölüm
Yazar kimdir? 71
9. Bölüm
Nasıl yazıyorsunuz? İlham mı geliyor? 83
10. Bölüm
Nerede yazıyorsunuz? 94
11. Bölüm
Kurgu, gerçekler ve matematik… 104
12. Bölüm
Karakter yaratmak… 122
13. Bölüm
Anlatım zenginliği… 137
14. Bölüm
Türler arasında yolculuk… 149
15. Bölüm
Kendinden emin olmak:
yazma yayımlama… 161
Sonsöz 177

ÖNSÖZ

Şikeste ve (biraz da) Evlilikler romanlarımın nasıl karşılandığına bakarak, bir açıklama yapmam gerektiğini düşünüyorum… Ben burada bir kozmoloji yaratmışsam, bu ancak edebi amaçlar içindir! Bir zamanlar, gençliğimde, gerek siyasi gerekse dini her şeye kolaylıkla inanırdım. Artık gittikçe daha az inanıyorum. Ve daha fazla şüphe ediyorum… Bana göre, bu gezegende yaşayan bir “tür” olarak kendimize dair görüşümüzün yanlış olma olasılığı yüksek. Yeni Gine sakinlerinin dünya görüşü bize ne kadar yetersiz geliyorsa, bizim dünya görüşümüz de bizden sonra gelenlere o kadar yetersiz gelecek. Bir tür olarak kendimize dair mevcut görüşümüzün yanlış olduğuna ve şu anda neler olup bittiği hakkında pek az şey bildiğimize inanıyorum. Gerçeklerin sıradan vatandaşlara söylenmediğine ve gerçek denen şeyin, küçük kastların ve cuntaların tekelinde olduğuna inanıyorum. Eğitim sistemimizin saçma saydığı türlü türlü fikri merak ediyorum ve onlar hakkında spekülasyonlarda bulunuyorum; tıpkı bu kürenin sakinlerinin çoğunun yaptığı gibi. Fizikçi olsaydım sorun olmazdı ama! Onlar, yıldızları yutan karadelikler veya karadelikleri uzay-zaman içinde sıçramayı sağlayan mekanizmalar olarak kullanmayı öğrenmek hakkında ya da matematiksel hokkabazlık ile karadeliklerin içinden geçip evrenin kurallarının geçerli olmadığı başka âlemlere erişmek konusunda kaygısızca konuşabiliyor. Onlar paralel evrenlerden, zamanın geri geri aktığı yerlerden veya bizimkinin yansıması olan evrenlerden bahsedebiliyor.

J.B.S. Haldane’e1 ait şu sözün, günümüzde en çok alıntılanan ve her yerde karşımıza çıkan sözlerden biri olması beni şaşırtmıyor: “Evrenin, zannettiğimizden değil, hayal edebileceğimizden daha tuhaf olduğunu tahmin ediyorum.” Hepimizin bildiği gibi, okurların kozmolojilere ve derli toplu düşünce sistemlerine “inanmayı” arzu etmelerinin sebebi, içinde yaşadığımız korkunç ve muhteşem zamanda, bir zamanlar emin olduğumuz şeylerin şimdi gözümüzün önünde dağılıp gidiyor oluşu. Fakat ben de burada, zaten saldırı altında olan kesinlikler kargaşasını daha da artırmakla eleştirilmek istemem. Tanımları gereği hayal güçleriyle çalışan yazarlara neden bu kadar az güveniliyor? Biz “uydururuz.” Bizim işimiz budur. Bu “uzay kurmacası” türünü denemeden önce bir yerlerde hoş bir hikâye okumuştum: Öyküde, son derece zeki bir zürafa türü, uzay gemisiyle kendi güneş sistemlerinden bizimkine geliyor ve güneşimizin bize zalim davranıp davranmadığını soruyordu, çünkü kendilerininki onlara zalim davranmaya başlamıştı… Kendi kendime şunu söylediğimi hatırlıyorum: Eh, en azından bu hikâyenin yazarı, uzay gemisinde bir zürafa olmanın nasıl bir his olduğunu soran ısrarlı mektuplar almıyordur. İnsanın hayal edebildiği her şeyin, başka bir yerde, farklı bir gerçeklik düzeyinde karşılığı olduğu söylenir. Tüm edebi eserlerimiz, kutsal kitaplarımız, mitlerimiz, efsanelerimiz, yani insan ırkının tüm kayıtları iyilik ile kötülük arasındaki görkemli mücadeleyi anlatır. Bu mücadele dedektif hikâyelerine, westernlere, romantik romanlara bile yansır. Bu mücadeleyi yansıtmayan bir hikâye, şarkı veya oyun bulmak zordur. Ama hangi savaştır bu? Nerededir? Ne zamandır ve hangi güçler arasındadır?

Hayır hayır. Aşağılık uzay korsanlarıyla dolu Şammat adlı bir gezegen olduğuna ve bu gezegenin bizim zavallı gezegenimizden “öz emdiğine” falan inanmıyorum ben; gezegenimizin, görkemli Kanopus ve Sirius imparatorlukları arasındaki savaşların sahnesi olduğuna da inanmıyorum. Ama Kanopus ile Sirius’un, kadim kozmolojilerde bu kadar büyük rol oynaması bir şeyin işareti olamaz mı? Bizim “iyi” ve “kötü” fikirlerimiz neyi yansıtıyor? Bizden daha ileri varlıkların, deneyleri için bu gezegeni kullandıklarını öğrensem hiç şaşırmazdım… Ya da içinde yaşadığımız binaların boyutlarının, bizi hiç tahmin etmediğimiz şekillerde etkilediğini; hatta bu konuda, geçmişte bilinen fakat şimdi unuttuğumuz bir bilim olduğunu öğrensem… Hiç bilmediğimiz şekillerde köleleştirildiğimizi ve hiç bilmediğimiz dostlarımız olduğunu duysam… Mevcut durumumuz hakkındaki kişisel fikirlerimizin, gerçeklerle nadiren uyuşan fikirlerimizin (zira “yaşlanma” denen şey bizi hâlâ hep hazırlıksız yakalıyor), geçmişteki bir başka ömrün işareti olabileceğini, fakat bu geçmişin biyolojik açıdan oldukça yakın bir geçmiş olduğunu ve bu yüzden psikolojik olarak mevcut duruma alışamadığımızı bilsem… Çeşit çeşit takının ve nesnenin, eskiden (ve belki de hâlâ) bizim tahmin edemediğimiz işlevlere sahip olduğunu öğrensem… İnsan ırkı için bizim hayal edebildiğimizden çok daha görkemli bir gelecek planlandığını işitsem… Vesaire, vesaire… Ay’da uzaylılar olduğuna “inanmıyorum.” Ama neden olmasın? UFO’lara gelince… Bilim dünyasından veya bilim dünyasının dışından pek çok sağlam, sorumlu, sağduyulu insanın tanıklık ettiği bir şeye inanmazlık edemeyiz. Ayrıca…

Bu kitapta duygusuz, adil, görevbilir, etkili ve kendi doğası hakkında yanılsama içinde olan bir “kadın bürokrat” karakteri yarattım. Becerikli bir idareci o; bir sosyalbilimci. Ambien II’yi, kendimden bile çok sevebilirim. Bazı kaygıları elbette bana ait. Ve bu kaygıların en büyüğü, “grup zihninin” doğası; nadiren kabullensek de hepimizin bir parçası olduğu “kolektif zihinlerin” ne olduğu. Biz kendimizi, kendine has bir zihni olan, inançlarını kendi seçen, bireysel ve benzersiz fikirler besleyen, bağımsız yaratıklar olarak görüyoruz. Bu gezegende milyarlarca insan yaşamasına rağmen yine de her birimizin biricik olduğuna, diğer herkes sürüdeki noktalardan ibaret olsa bile en azından kendimizin bağımsız düşünceli ve kendi kararlarını verebilen bir varlık olduğuna inanmaya hazırız. Bu çok tuhaf bir şey ve zaman geçtikçe bana daha da tuhaf geliyor. Kendimize dair bu fikre nasıl kapılıyoruz? Bence fikirler, insanlığı dalga dalga süpürüyor. Peki bu fikirler nereden geliyor? Eleştirmenlerin ve okurların, “Argos’taki Kanopus Arşivleri” dizisini, bir iki kışkırtıcı hikâye anlatabilmemi (umarım) sağlayan bir çerçeve olarak görmesini dilerim. Amacım, kendime ve başkalarına sorular sormak, fikirler ve sosyolojik olasılıklar keşfetmek. Yoksa, Kızıl ve Beyaz Cücelerin ve onların Hatırlama Aynalarının, onların antiyerçekimi roketlerinin, onların Hadron, Gluon, Pion, Lepton ve Muon parçacıklarının veya Cazibe Kuarklarının ve Renkli Kuarklarının hikâyesini anlatmayı elbette ben de isterdim. Ama hepimiz fizikçi olamayız.

Doris Lessing

ARGOS’TAKİ KANOPUS ARŞİVLERİ 3
SİRİUS DENEYLERİ

SİRİUS-KANOPUS. ARKA PLAN. 

Ben, “Beşli” üyesi, Ambien II. Kanopus’un şimdilerde “Şikeste” olarak tanımladığı “Rohanda”daki deneylerimizi yazıya dökme görevini üstlendim. Anlatıda, Kanopus’la hemfikir olduğumuz, genel olarak kullanılan dönemlerden faydalanacağım: (1) Andar’daki ilk radyasyon patlamasına kadarki dönem. (2) Andar’daki birinci ve ikinci radyasyon patlaması arasındaki dönem. (3) İkinci radyasyon patlaması ile Kanopus-Rohanda Kilidi’nin kırılması (“Felaket” olarak anılıyor) arasındaki dönem. (Bu üçüncü döneme bazen Altın Çağ da deniyor.) (4) Ardından gelen düşüş dönemi. Bu anlatı daha çok (4) ile ilgili olacak. Birinci radyasyon patlamasından önceki deneylerden kısaca bahsedeceğim sadece. “Düşük Zooloji” başlığı altında eksiksizce belgelenmiş durumdalar zaten. (1) süresince Rohanda, ıslak, sazlık ve sıcak bir gezegendi; sığ denizleri bataklıklardan zor ayırt ediliyordu ve yanardağ aktivitesi yüzünden derin okyanuslar çalkantılıydı. Pek az kuru toprak vardı ve buralarda az sayıda kara hayvanı türü yaşıyordu. Buna karşın pek çok su kertenkelesi ve balık türü vardı. Bunların bazıları, diğer kolonileştirilmiş gezegenlerimizde ve Ana Gezegenimizde bilinmiyordu. Pek çok türü başarıyla oralara naklettik. Ve tabii, Rohanda’ya başka yerlerden türler gönderdik ve başlarına neler geldiğini izledik. (1) süresi boyunca yürüttüğümüz deneyler mütevazıydı; İmparatorluğumuzun diğer bölgelerindeki deneylerden pek farkları yoktu. (2): Andar’daki ilk radyasyon patlaması beklenmedikti. Kanopus da biz de hazırlıksız yakalandık.

Aramızda çıkan ve sonunda çekişmelerimizi bitiren savaştan bu yana gezegeni izliyorduk. Bu yeni durum sebebiyle gözetimimizi yoğunlaştırdık. Radyasyon yüzünden yaşam türlerinin bir kısmı tek gecede yok oldu ve evrim hızlandı. Gezegen hâlâ ıslak, batak, puslu ve bulutluydu; patlamadan sonra bu koşullara, bir de takatten düşürücü, ağır bir hava eklendi. Ama yeni tür ve çeşit sayısında adeta patlama yaşandı ve var olanlar da hızla değişti. Bir milyon R-yılı içinde yalnızca pek çok balık ve kertenkele türü değil, uçan canlılar ve böcekler de ortaya çıktı. Bunlar daha önce görülmemiş türlerdi. Gezegen yaşamla dolup taştı. Tabii bununla birlikte, canlıların devasa olduğu bir dönem beklememiz gerektiği açıktı. Özellikle kertenkelelerde görülüyordu bu eğilim: Pek çok çeşitleri vardı ve bazıları eski boyutlarının yüz katını aşmıştı. Bitkiler de büyüyüp gürleşti. Hem kara hem de su, her türden devasa hayvanla doldu. Bu dönemde Kanopus ve biz, birimiz veya her ikimiz birden gerekli olduğunu düşündüğümüzde, iletişime geçtik. Bazen biz başlattık bu görüşmeleri, bazen de Kanopus. Gezegende yaptığımız çalışmaları Kanopus’a her zaman raporladık, ama o dönemde onlar pek ilgi göstermedi. Bu nokta çok önemli, daha sonra geri döneceğim. Kanopus da bize raporlar gönderdi ve biz de onları incelemeye fazla zahmet etmedik. Daha sonra anlaşılacak zaten; ama bunun önemli bir nokta olduğunu bir kez daha vurgulamak isterim.

(2) süresince Kanopus, Rohanda’da bir gözlem istasyonu bulundurdu. Biz Rohanda’nın farklı yerlerinde bazı deneyler başlattık ama bunlar daha çok, ani ve şiddetli büyümeyle ilgiliydi; ve gezegenin kendisi bize bol bol gözlenecek malzeme verdiğinden, sürece fazla müdahale etmedik. Bilimcilerimizin hiçbiri Rohanda’yı pek sevmiyordu. Bize ait olan Kolonileştirilmiş Gezegen 13 de bir zamanlar burası gibi bataklıktı ve puslu bir iklime sahipti; yani elimizde büyük bir veri yığını vardı zaten. Yaklaşık iki yüz R-yılı boyunca bu durum sürdü.

Radyasyon öncesindeki durumun –kalıcı olmasa bile– istikrarlı görünmesi gibi, devasa vahşi hayvanlarla dolu bu sulak, bunaltıcı mekân da değişmeyecekmiş gibi görünüyordu. Sonra, yine beklenmedik bir biçimde, ikinci radyasyon patlaması oldu. Etkileri yine muazzamdı. Her tür felaket ve çalkantı yaşandı. Kara parçaları sulara gömüldü ve okyanus tabanına dönüştü. Suların içinden yeni kara parçaları yükseldi ve ilk defa çok yüksek kara parçaları, hatta dağlar belirdi. Eriyik hâldeki çekirdeği kaplayan kabuk çok ince olduğundan yanardağ aktiviteleri her zaman vardı ama artık karalar ve sular sürekli sarsılıyordu. Bazen, tüm gezegeni haftalarca sıcak bir kasvete boğan bulut örtüsü, rüzgârlar ve fırtınalarla paralanıyordu. Tüm büyük türler yok oldu. Büyük kertenkeleler bir daha görülmedi.

Dev eğreltiormanları, şiddetli rüzgâr ve yağmurlarla dümdüz oldu. İklim aniden soğudu. Sarsıntılar azalıp kesildiğinde gezegen tamamen dönüşmüştü. Çok kısa bir süre içinde, gezegeni kaplayan su kütlesi, buz ve kar hâlinde kutuplarda birikti. Hâlâ bataklık olan alanlar vardı ama artık kara ve okyanuslar ayrılmıştı ve kuru toprakla kaplı bölgeler de vardı. Elbette bu, gezegenin dikey ekseni eğilmeden uzun zaman önceydi; yani gezegendeki istikrarsızlığa büyük katkıda bulunan “mevsimlerden” önce. Kutuplar soğuk, gezegenin ortasındaki bölge sıcaktı. Arada ise, her zaman ılımlı, öngörülebilir iklime sahip bölgeler vardı. Bu, (3) dönemiydi. Kanopus ve biz bu dönem hakkında büyük umutlar besliyorduk.

Bir gezegenden beklenebileceği ölçüde kusursuz koşullar hâkimdi ama bu durum yirmi bin R-yılından daha kısa sürecekti. Bu yeni (3) döneminin en başında, Kanopus bizi ortak bir konferansa davet etti. Bu konferans iki tarafın da ana gezegeninde değil, onlara ait Koloni 10’da yapıldı. Her iki taraf için de uygun bir gezegendi. Konferansta güven ve iyimserlik hâkimdi. Sanırım bu noktada, saygın dostumuz ve rakibimizle olan ilişkilerimizi biraz daha açıklamalıyım. Şunu ilan ederek başlamalıyım: Kanopus her zaman belli bazı bilimlerin başını çekti ve en azından bazılarına göre hâlâ bizden çok ilerideler. Benim görüşüme göre bir tarihçi, elinden geldiğince gerçeği söylemeli… Ve hayır; bu, kışkırtma amaçlı bir yorum değil. Ama eminim, İmparatorluğumuzun her köşesinde hâkim olan fikir ikliminde, bu yorumu öyle görenler olacaktır. Çok uzun süre boyunca tarihçilerimiz basit bir gerçeği kabullenmeyi reddetti: Hepimizin bugün “Zorlama Evrim” dediği şeyle ilgili becerileri ilk kez Kanopus’un keşfedip geliştirdiğini. (Doğanın kendi hâline bırakılması gerektiğine inanan kişilerle –ki maalesef sayıları hâlâ çok fazla– burada tartışmaya girmeyeceğim.)

Türlere veya gezegenlerin tamamına evrimin nasıl değiştirilebileceği veya hızlandırılabileceği açısından bakmaya ilk başlayan, Kanopus’tu. Biz bunu onlardan öğrendik. Gerçek bu. Onların okulunda biz öğrenciydik. Gönüllü ve de çalışkan öğrenciler; gönüllü ve cömert öğretmenlerin okulundaki öğrenciler. İşte bu yüzden, konu Rohanda’yı aramızda paylaşmaya geldiğinde, o kadar da cazip olmayan kısmı biz aldık. Kanopus’a göre, pozisyonumuza böylesi uygundu. Bu yazıyı eleştirel gözle okuyan bir okurun aklında şu soru çoktan belirmiştir: Hepimizin bildiği gibi, Rohanda’nın yaşadığı her şey açık sözlülükle ifade etmek gerekirse bir felaket hikâyesiyken, bu Kanopus övgüsü neden? Kanopus’un hatası varsa, bizim de var. Koloni 10’da düzenlenen konferansta hepimiz, karşımızda daha önce milyonlarca yıl süren çok uzun iki istikrar dönemi yaşayan bir gezegen olduğuna göre bu yeni dönemin de benzer şekilde milyonlarca sene süreceğini var saydık. Neden böyle bir varsayımda bulunmayacaktık ki? Fakat “kozmik” diye adlandırmakta hemfikir olduğumuz, kontrol edemediğimiz ve öngörmeyi her zaman başaramadığımız faktörler var. Evrim mühendisliği, bu tesadüflere bağlı. Yeni keşfedilmiş veya geliştirilip kullanılmaya uygun hâle getirilmiş bir gezegende, kozmik değişiklikler veya felaket tehdidi korkusuyla hiçbir geliştirme çalışması yapmasak, hiçbir şey başaramazdık.

Kolonileştirme kariyerlerinde, Kanopus da bizim gibi hayal kırıklıkları yaşadı. Tek başarısızlıkları Rohanda değildi. (Onlar öyle demese de ben Rohanda’ya başarısızlık diyorum.) Ama diğer yandan, kariyerim boyunca, Kanopus’u duygusal bulan düşünce ekolüne ait olduğum da bir sır değil. Hatta bazen, kendimi kandırırcasına duygusal… Zira, idari çabalar açısından son derece müsrif, antiekonomik ve tüketim odaklı olan bir yaklaşıma, başka ne ad verebilirsiniz? Başka? Eh, olaylara bakmanın farklı yöntemleri olduğunu öğrendim; her ne kadar o bakış açılarını henüz paylaşmasam da. Yani, gelecek için umudum bu… Bu arada, yakın ve pratik bir bakış açısından bakılınca Rohanda yalnızca bir başarısızlık değil, belki de en büyük başarısızlıkları. Ama bu hiçbir şekilde onların hatası değildi. Rohanda’yı biz de, olabildiğince uzun süre –o zaman mümkün olduğunu sandığımız gibi milyonlarca R-yılı boyunca– kullanmaya hazırken, neden bazılarımız Kanopus’u suçlamaya bu kadar meraklı? Kara ve su kütlelerinin durumu, çok kabaca, şimdikiyle aynıydı. Burunlar, yarımadalar ve adalarla çevrili, merkezî bir kara kütlesi var. Bu kütle, yani “Merkez Kıta”, engin bir okyanusla çevrili ve bu okyanusta, bazıları oldukça geniş olan pek çok ada bulunuyor. Bu anakara kütlesinin haricinde, ondan tamamen ayrı olan iki kıta daha var ve bu iki kıta da birbirine, bazen sular altında kalan bir geçitle bağlanıyor.

Bunlara artık “Yalıtılmış Kuzey Kıta” ve “Yalıtılmış Güney Kıta” diyoruz. Merkez Kıta ile Yalıtılmış Kuzey Kıta arasında, gezegenin kuzey kutuplarını “kuzey” olarak ele aldığımızda “batıya” bakan ve okyanus düzeyinin yükselip alçalmasına göre belirip kaybolan pek çok ada var ve bunlardan en az bir tanesi çok geniş. Ama bazen, neredeyse adasız bir okyanus kalıyor. Kuzey kısımları ayrı bir bölge olarak düşünülen Merkez Kıta’dan güneye doğru uzanan bir başka güney kıtası var ve buraya artık “Güney Kıtası I” –ya da “GK I”– deniyor. (Yalıtılmış Güney Kıta ise zaman zaman “Güney Kıtası II” –ya da “GK II”– olarak adlandırılıyor.) Coğrafyacılar bazen, Güney Kıtası I’i, Merkez Kıta’nın bir parçası olarak ele alıyor; çünkü aralarındaki karşılıklı yolculuklar yüzünden, GK I’in kuzey yöreleri fazlasıyla etkilenmiş. Ama genel olarak güney yörelerin tarihi o kadar farklı ki, apayrı ve farklı birer kıta olarak sınıflandırılıyorlar.

Rohanda paylaşılırken Sirius’a iki güney kıta düştü ve buna GK I’in kuzey bölgeleri ile, okyanuslardaki, kullanmayı arzu edeceğimiz irili ufaklı tüm adalar dâhildi. Konferansı daha fazla açıklamalıyım. Başarılı olarak addedildi. Hem de olağanüstü başarılı… Öyle ya da böyle benzer sorunlar yaşadığımız pek çok kolonileştirilmiş gezegendeki durumun tartışıldığı sayısız konferanstan yalnızca biri olmasına rağmen, herkesin katılması, işbirliğinde yeni bir düzeye ulaştığımızı hissetmemizi sağladı. Üstelik, üzerinden zaman geçtikçe bunun sıradışı bir konferans olduğunu hepimiz daha iyi görebildik ve bunun tek sebebi, Rohanda’da yaşanan beklenmedik ölçüde talihli yeni çağ değildi. Komiteler, konferanslar ve tartışmalar, bin yıllar boyunca hep sürdü; ama orada özel ve tekrar edilemez, bir daha yaklaşamadığımız bir yaşam pınarı ve canlılık varmışçasına, Koloni 10’daki konferansa devamlı atıfta bulunuyoruz.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Araştırma - İnceleme
  • Kitap AdıYazma Dersleri
  • Sayfa Sayısı412
  • YazarFerda İzbudak Akıncı
  • ISBN9786052349335
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviDelidolu /

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Kuş Kulesi ~ Ferda İzbudak AkıncıKuş Kulesi

    Kuş Kulesi

    Ferda İzbudak Akıncı

    Son Tren’de dershaneden çıkan Sinan ve İrem’in uyuyakalışı, Papatyalar’da ayağı alçıda Pınar’ın annesine çok sevdiği papatyalardan toplayamayışının üzüntüsü, Kuş Kulesi’nde Mustafa’nın ışıklı hayalleri, Kasabalı Çocuk’ta tanıştığı yazar...

  2. Mutluluk Sokağı ~ Ferda İzbudak AkıncıMutluluk Sokağı

    Mutluluk Sokağı

    Ferda İzbudak Akıncı

    Yine de umut etmek gerekir, diyorum ben. Yarattığımız, aradığımız, bulduğumuz, koşarak sevinçle gittiğimiz mutlu insanlarla dolu sokaklar çoğalır belki. İnsanlar kendi düşlerini gerçekleştirmek için...

  3. Işıklı Ayakkabılar ~ Ferda İzbudak AkıncıIşıklı Ayakkabılar

    Işıklı Ayakkabılar

    Ferda İzbudak Akıncı

    “Nice zamandır içi gidiyor ışıklı ayakkabılara Semih’in. Annesini köşedeki ayakkabıcıya sürüklediyse de değişen bir şey olmadı. Annesi kesin konuşuyordu. Ayakkabıları, yani şimdi giydikleri eskiyinceye...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur