Niçin hep güzeldiler; trajediden drama, dramdan komediye, oradan yeniden trajediye doğru şimşek hızıyla geçişiveren o herc-ü merc günlerinde onları, başkalarının yazdığı sinsi ve hesâbî bir senaryonun piyonları durumuna düşmekten kurtarıp son tahlilde kahramanlaştıran nasıl bir ruh kimyası olmalıydı ki daima güzel kalabildiler? Onlarda, yalan yere Şems`den müjdeli haber getiren şarlatanı bile bile ödüllendiren Mevlânanın neş`esi hiç eksik olmadı; Hazret, “dosttan gelen yalan habere müjdelik verdim; doğru olsaydı canımı verirdim” demişti hani.
Ki canlarını bile verdiler.
Galiba hilkat, onların kumaşını bayrakların kumaşı ile birlikte dokumuş, hamurlarını Allah`a adanan kınalı kurbanlık koçların hamuru ile yoğurmuş, sütlerini haysiyet ve diğerkâmlığın imbiğinden geçirmişti; onun için “maznun” iken de, “mahpus” iken de “mağdur” iken de hep güzel kaldılar: Edebiyatın, sanatın, estetiğin güzelliğinden söz etmiyorum; hani kıraç bozkırlarda ardını çok ama çok uzaklarda sislenmiş mor dağlara verip de Allah`dan gayrı kimseden nimet beklemeden kendi cürmünce yeşilin saltanatına itaat eden tek top ağaçların güzelliği vardır ya; İşte öyle bir güzelliktir bu; fark edebilmek için biraz “yerli” olmak gerekir!
……………….
Yatağına Kırgın Irmaklar, yazarın lisanıyla muaşakasının parmak izleri niyetine de okunabilir.
***
İÇİNDEKİLER
Yazardan Okuyucuya Arz-ı Mahsus 9
Birinci Bolüm
HAVADA TURNA SESİ VAR
İstiğna Makamında Gazel 13
Kavaklar Kavaklar, Bizim Kavaklar 20
Modern Zamanlardır; Ne Vardır, Ne Yoktur! 26
Ustalar Nesline İhtiram Beyânındadır 31
Asker Yârenlikleri 38
Taşranın Solgun Gecelerinden Dersaadcı Şehriyinleri 45
Her Fotoğrafta Kendimizi Seyrederiz 51
Ah Sadri Bey 54
Kadir Savun Aslında Hep “Bizi” Savundu 61
Kusura Bakmayın Çocuklar! 64
Derûnumuzdaki Çarşılara Dair 68
Kim Korkar Hain Matematikten 72
Yerli Ecinnilerimiz Hollywood Kâbuslarına Karşı 78
Ramazan Folkloru 82
Oruçlu İkindilerin Saltanat Saatleri 85
Unutulmayan İftar Meclisleri 88
Bir Bayram Sabahında Düşündüklerim 91
Delikanlılığa Dair 95
Yatağına Kırgın İrmaklar 101
İkinci Bölüm
DİLDE GAM VAR ŞİMDİLİK
Türkiye’nin Son “Rönesans”! 111
Türkçe’nin Kur’âni Belkemiği 117
Lisan ve Kur’an 121
Yerlilik ve Koyluluk Üzerine 125
Lisan ve Dünya Görüşü 128
Kanaat Bakkaliyesi 131
Osmanlı Hakkında Ahkâm Kesmenin İlk Lâzımesi 134
Cümlemiz ’Cumle’yi Yemden Kcşfetmcliyiz! 137
Zulum Barakaları veya Sahih Bir Lugât Meselesi 140
Üçüncü Bölüm
ARZIN SECCADESİNDE
“Bir Seccâdem Bile Yok” Diye Üzülmeyiniz 147
Şol Cennetin Yapraklan 154
Beşeri Ürünlerde “Dinî Kahte”ye Uygunluk Arama Hakkına Sahip miyiz? 151
Hazreti Nûh’un Gemisinden 167
Yanunca Bunca Kulundan Bir nFerd”i Bile Yok! 172
Hürriyet ve Akıl Kavramları Etrafında Tarikat Vakıasına Yeniden Bakmak 177
Sarışın ve Mavi Gözlü Bir Mehdi’yi Beklerken 186
Her Milletin “Medine’si 192
Sanat ve “Kalb-i Selîm” 197
Bu Duaya “Âmin” Demek Zorunda Değiliz! 201
Köhne Efsânelerden Modern Efsânelere 204
Dördüncü Bölüm
İBTİDÂ SÜKÛNET VARDI
Sükûneti Tasarruf Eden Ahenk: Türk Mûsikisi 213
“Büyük Cevap’tan “Küçük Suallere Türk Mûsikisinin
Kritik Tarihçesi: Dede Efendi ve Tanbürî Cemil Bey 218
“Lâkin,” Bal O Kadar Tatlı ki!” 225
Şarkı Söyle Bana ve Al Gözlerimi 232
Canım Türkü Çekince 235
Türkülerin Muammâsı 238
Gelenek, Yusuf İslâm ve Kâni Karaca 245
Perihan Hanım! 249
Rebetiko: Türk Tohumlan“nın Hicaz Çığlığı 252
Beşinci Bölüm
KÂĞIDA VE İNSANA DAİR
Kâğıda, İnsana ve Matbaaya Dair 257
Bir Hâdise var Font İle Hurufât Arasında 269
Gâvur İcâdı ve Mâbede Kurban Verdiğimiz Haber Teorisi Hakkında 275
Okuyucusuz Gazeteler ve Gazetesiz Okuyucular Ülkesi: Türkiye 281
Bir Dağ’i Derûn= Mahalli Matbuat 287
Taşra Dergileri; “Hür Teşebbüsün Kalesi” 297
Yazardan Okuyucuya
Arz-ı Mahsûs
Bu kitapta karşılaşacağınız yazıların ardında iki endişe var ve bu endişeler en azından şimdilik sadece yazarı meşgul ediyor; düşünmeyi ve üslûbu düzeltmek. Okuyucu bu endişelere iştirak ederek içerdeki yazılarda bu gayretin izlerini ararsa yazar kendini manidar bir ış yapmış sayacak ve en azından bu kitap için okuyucunun ödediği bedelin karşılık bulduğuna kani olacaktır.
Üslûp “varlık”tan ayrı değildir ve düşüncenin ifadede bıraktığı ayak izleridir. Üslûp ve fikir, birbiriyle temasını kaybetmeden yekdiğerini değiştirir ve sahibini yeni bir “oluş”a sevkeder, Nietzsche’nin dediği gibi, “Üslûbu düzeltmek, düşünceyi düzelt• mckten başka bir şey değildi “
Bu kitaptaki yazılar muhtelif zaman ve yerlerde, muhtelif saiklerle kaleme alınmış olmak bakımından haricen anafikir bütünlüğünden mahrum görünse de yazar, üslûp ve düşünce cehdi arasında geçirdiği serüvenin en azından izlenmeye değer nitelikler taşıdığı ümidindedir
Kısaca yazar okuyucuyu kendi kanaatlerini paylaşmaya değil. üslûbunun ve düşüncesinin ifâdede bıraktığı izleri sürmeye, her satırda müteyakkız davranmaya ve kendi endişelerine iştirâke davet ediyor. Bu macerada okuyucunun karşılaşacağı her güzellik, -onu farkedebildiği için- okuyana aittir; kusurlar ise sadece yazarın.
Şüphesiz dosdoğru olanı hakkıyla Allah bilir.
Eylül 1997 / Sivas
İstiğna Makamında Gazel
“Elsiziz, belsizız, dilsiziz amma
Yaşarız dünyada erkekçesine.
“Mir’ati
Yazının başında yer alan Mir’atî mısralarındaki “yaşamak” fiilinin, nasıl bir yaşamak olduğu hususunda ahir zaman modernistleri ne kadar taaccüb gösterseler yeridir; “Dövene elsiz gerek/ Sövene dilsiz gerek/ Derviş gönülsüz gerek” diyen Hazret-i Yûnus’un öğüdü de aynı meâldedir; işaret olunan, her nevi şiddete ve ceberrutluğa karşı bir koyun tevekkülüyle zulmü mecâlsiz bırakmayı hedefleyen bir pasif itaatsizlik değil, müdahaleyi, tasarrufu ve hareketliliği en üst kerteye yükselten “istiğna” hâlidir; modernler bilmez.
*
Evvel zaman içinde Çin’de Çi Ç’ang adında bir adam vardı ve dünyanın en iyi okçusu olmak istiyordu. Ona Vei Fei diye bir ustadan bahsettiler, ne var ki adam çok uzaklarda bir diyarda oturuyordu. Ç’ang uzun yolculuk meşakkatlerinden sonra Fei’yi buldu. Usta, Ç’ang’e evvela gözlerini hiç kırpmadan uzun zaman durmak gerektiğini söyledi. Ç’ang evvela eşinin dokuma tezgâhı altına uzanarak gözünden birkaç milimetre ötede işleyip duran mekiklere rağmen irkilmemeyi öğrendi. İki yıl sonra göz adelelerine öyle hakim olmuştu ki, günün birinde küçük bir örümcek kirpikleri arasına ağ kurdu. Ç’ang bunun üzerine piştiğine hükmederek artık ustasının yanına gitmeye karar verdi.
Fei, çırağına “aferin” bile demedi, “bu daha işin başlangıcı” dedi ve ondan eşyaya bakmasını öğrenmesini istedi; “çok küçük olan bir şey sana küçük, küçük olan bir- şey de büyük görünmeye başladığı zaman yine gel” öğüdünü verdi. Ç’ang evine döndü, gözle zor farkedilen küçük bir böcek bulup, onu bir ot parçasının ucuna koyarak uzaktaki pencerenin kenarına yerleştirdi, tam üç yıl boyunca o böceğe baktı ve günün birinde o küçücük böceği bir at boyundaymış gibi görebildiğini farketti. Hemen ustasının yanma koştu. Usta, Ç’ang’ın azmine şaştı, “aferin” dedi.
Artık çok uzaklardaki hedefleri bile istediği yerinden vurabiliyordu. Ustasının huzurunda yay çektiği koluna su dolu bir bardak yerleştirmek suretiyle yüz tane oku, yüz adım ötedeki bir ağaca ard arda fırlattı. Attığı her ok, bir öncekinin arkasına saplanıyordu ve böylece yüzüncü ok fırlatıldığında, kendisine doğru uzanan oklardan yapılmış bir ip hâsıl oldu. Ustası yine “aferin” dedi.
Ç’ang iftiharla evine döndü ama karısı çok öfkeliydi. Beş seneden beri tuhaf işlerle uğraşmasına söylendi durdu. Ç’ang, marifeti anlaşılsın diye el çabukluğu ile sadağından bir ok çekerek kadına fırlattı. Ok kadının göz kapağından üç kirpiği koparıp götürmüştü ama karısı farkına bile varmamıştı.
Ç’ang artık çok iyiydi ama en iyi değildi. Ustası Vei Fei yaşadıkça en iyi olmasına imkân yoktu. Yeniden Fei’nin yanına yollandı ve onu uzaklardan gördüğünde yayına bir ok koyarak fırlattı. Ustası durumu fark edip mukabil bir okla okunu havada ikiye böldü. Sadaktaki bütün oklar bitinceye kadar oklaştılar ama yenilemediler. Neticede birbirlerini kucaklayıp barıştılar ve Fei, öğrencisine çok uzaklarda Ho dağının doruğunda yaşayan Kan Ying ustaya gitmesini istedi. Ancak, ondan ders alabilirse dünyanın en iyi okçusu olacaktı. Ç’ang hemen yola koyuldu, aylarla yol yürüdü, Ho dağının tepesine tırmanabilmek için ayaklarını kan içinde bıraktı.
Neticede Ying ustayı buldu. Bu, çok yaşlı, kamburu çıkmış, tatlı bakışlı bir ihtiyardı. Ona durumu anlattı ve ne kadar başarılı olduğunu göstermek için çok yükseklerden uçmakta olan göçmen kuşlar sürüsüne ok fırlatarak beş tanesini düşürdü. Ying Usta. “ demek sen hâlâ oksuz yaystz isabet ettirmesini öğrenemedin” diye çıkıştı ve görünmeyen bir yaya görünmeyen bir ok yerleştirir gibi hareketler yaparak çok uzaklarda uçan bir akbabaya nişan aldı ve görünmeyen okunu fırlattı; akbaba hemen taş gibi yere düştü.
Ç’ang kendisinde neyin eksik kaldığını anlamıştı. Ying ustanın yanında dokuz yıl daha kaldı ve orada neler öğrendiğini kimse bilemedi. Dokuz yıl sonra dağdan indiğinde eski saldırganlığından, iddialı hallerinden ve heybelinden eser kalmamıştı. Eski ustası Fei, onu görünce, “tamam” dedi, “artık ben bile senin eline ustalıkta su dökemem”.
Evine dönen Ç’ang’ı ondan sonraki yıllarda hiç kimse elinde ok ve yayla görmedi; yalnızlıktan hoşlanan, evinden çıkmayan, konuşmaktan hazetmeyen sakin bir ihtiyardı artık. Kırk yıl böyle yaşadı. Kendisine niçin ok ve yaya hiç el sürmediğini soranlara şöyle cevap veriyordu;
– Hareketin en yüksek kertesi, hareketsizliktir. Belagatın en yüksek kertesi hiç konuşmamaktır. Ok atmadaki en yüksek ustalık derecesi ise hiç ok atmamaktır!
Günün birinde eski bir arkadaşını ziyarete gitmiş ve konuşma esnasında dostuna, masada duran şeyin ne olduğunu sormuştu. Ev sahibi evvela işi şakaya vurdu, cevap vermek istemedi ama sual üçüncü kere tekrarlanınca durumu anladı;
“Ah usta! Gerçekten de bütün çağların en büyüğüsün sen, muhakkak; bir yayın ne olduğunu, ne işe yaradığını unutmuşsun çünkü!”
Yine rivayet ederler ki, bu hadiseden sonra ressamlar fırçalarını kaldırdıkları gibi çöplüğe attılar; çalgıcılar sazlarının tellerini kopardılar; dülgerler âletlerini çalışırken görülmesin diye köşe bucak sakladılar¹.
*
“Istiğnâ” Arapça menşe’li bir kelime; “gınâ” kökünden geliyor, gınâ, ‘ zenginlik, bolluk” demek; ganî, aynı kökten müştak; zengin, varlıklı, doygun mânâsında. Istiğnâ, çok şeye sahip, görmüş geçirmiş ve her mânâda itminana varmışların gösterdiği kanaat halini tasvir ediyor. Lugâtteki karşılığı, “aza kanaat etme, tokgözlülük ve ihtiyaçsızlık”. Şair Hayri’nin beytinde bu kavram, yine aynı kökten türemiş olmasına rağmen “Ağniya / zenginler” kelimesiyle tezat teşkil edecek tarzda kanaatkârlık mânâsında çok güzel tasarruf edilmiştir;
“Ağniyâya arzı hacet etme müstağni bulun,
İhtiyâcın söylemektir şahsı ednâ gösteren”
Çok şey bilenlerin ihtiyarî cehâleti, çok şey görenlerin irâdî gafleti, âgâh olanların bile bile suskunluğu, san’atı, mânâyı ve hareketi sadelik libasının içinde tevâzu mertebesinde tutmayı bilenlerin edebi, variyetin inkârı…
Sahi, bir vakitler böyle insanlar yaşamış mıydı dersiniz?
*
Vaktiyle Çinli ve Anadolulu ressamlar, kimin daha marifetli olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdi. Bunun üzerine pâdişâh onları imtihan etmeye karar verdi; büyük bir odayı tam ortasından perdeyle ayırtıp sanatkârlar birbirlerini görmeden ve etkilenmeden çalışsınlar diye buyurdu. Vakit gelince pâdişâh kimin daha çok sanatkâr olduğunu görmek için odaya geldi. Çinli ressamlar kendi duvarlarını öyle eşsiz güzellikte akıl almaz resimlerle süslemişlerdi ki, pâdişâh takdirden kendini alamamıştı. Anadolulu ressamların çalıştığı tarafa geçince gördü ki, “bizimkiler” sadece duvarı baştan başa cilalayıp parlatmakla iktifa etmişler. Pâdişâh, “bu ne demek” diye düşünürken ressamlardan biri aradaki perdeyi kaldırdı: Çinli ressamların yaptığı resimler, cilalanmış duvara olduğundan daha güzel ve câzibeli olarak aksetmişlerdi².
*
İnandığı ve bağlandığı değerlerden emin toplumların, kendini ifade ederken tercih ettiği istiğna hali, galiba bütün sanatlardan daha sanatkârâne bir duruştur. Mânâyı ve güzelliği ayrıntılarda ve tezyini unsurlarda değil, temsil olunan şeyin tamamında ve ana kütlesinde bulmanın ardında elbette her nevi tecrübe birikimi saklı olmalıdır. Bu duruş mevkiinde insan, sanat eserine zemin teşkil eden tuval, bina, duvar, nota kâğıdı, mermer parçası cinsinden bir değer taşır ve şahsiyet bir sanat eseri olarak kıymet kazanır; cevval ve alabildiğine zengin şuurun belirsiz bir tebessümle sükût etmesidir bu, sanatın müntehâ derecesidir; marifetin reddidir.
Yıldızlar gibidir; biz onları yerinde sâbitkadem zannettiğimiz halde akıl almaz bir hızla fezada deveran ederler de biz bilmeyiz.
*
Rikiu, bahçeden geçen yolu süpürmek ve sulamakla meşgul oğlu Shoan’ı seyrediyormuş. Shoan işini bitirince Rikiu, “daha iyice temiz değil” demiş ve işine yeniden başlamasını emretmiş. Genç adam bir saat çalıştıktan sonra Rikiu’ya dönmüş; “Baba” demiş, “yapacak bir iş kalmadı. Merdivenleri üç defa yıkadım, taş fenerlere, ağaçların üstüne su döktüm; yosunlar taze bir renkle parıl parıl parlıyor; yerde de ne bir çalı bıraktım ne de bir yaprak”. Üstad oğlunu azarlamış; “Genç deli” demiş, “bir yol böyle süpürülmez”. Bunları söyledikten sonra Rikiu bahçeye inmiş, bir ağacı silkelemiş ve her tarafa güzün dîba örtüsünden parçalar, altın ve erguvan yapraklar serpmiş!³
*
Biz şimdi geveze bir nesiliz; dünyâ ahvâli karşısında pürtelâşız, bilgiye, fenne, sanata, imâra ve umrâna susamışız; her daim şikâyet ve feverân halindeyiz; acelemiz var; koşuşturmadayız. Bizden öncekilerin yüzyıllarca dil ile damak arasında tutup oradan kalbe indirdiği değerler, bizim dilimizde tereddüdün iffetsizleştirdiği “abra kadabra” kelimeleri derekesine düşmüş. Eserlerimizden tüten
————
¹ Bu hikâyeyi, Varlık Yayınları arasında 1959 yılında neşredilen, “Seçilmiş Japon Hikayeleri: Cehennem Kapıları” isimli kitaptan özetleyerek iktibas ettim. Semih Tiryakioğlu’nun nefis türkçesiyle dilimize kazandırılan bu hikâyenin adı “Büyük Usta”, yazarı ise Nakaşima Ton.
² Bu Mesnevî hikâyesini, Beşir Ayvazoğlu’nun İslâm Estetiği ve İnsan, 1989, isimli değerli eserinden kısaltarak iktibas ettim.
³ Okakura Kakuzo, Çayname, Remzi Kitabevi, (Çeviren Ali Süha Delibaşı), İstanbul, 1944, s. 55
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıYatağına Kırgın Irmaklar
- Sayfa Sayısı304
- YazarAhmet Turan Alkan
- ISBN9789754372410
- Boyutlar, Kapak12,0x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviÖtüken Neşriyat / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hikâye Avcısı ~ Eduardo Galeano
Hikâye Avcısı
Eduardo Galeano
Eduardo Galeano, dünya denen cangıla bu kez ömrünün son dalışını gerçekleştirip hepimizi derinden sarsan küçük hikâyeler avlıyor… Eşitsizliğin, şiddetin ve adaletsizliğin gemi azıya aldığı...
- Kovulmuşların Evi ~ Ali Ayçil
Kovulmuşların Evi
Ali Ayçil
“Koltuğuma yaslanırken, ‘şimdi ben bu otobüste, yirmi bir numaralı kendimin kâşifiyim,’ diye geçirdim içimden. ‘Bilet kesen kadın, on iki saat boyunca uzaktaki bir şehre...
- Sekizinci Günâhın Sonrası ~ Enis Batur
Sekizinci Günâhın Sonrası
Enis Batur
Alberto Manguel, “Yedi Temel Günâh” antologyasının ithafında “bir sekizincinin varlığını bilen Enis’e” notunu düşmüştü; bu kitap oradan boyattı: Alberto, Enis, başkaları – hepimiz yedi...