Aile servetini yiyip tükettiği gençlik günlerinde, uzun bir hayatın ona neler sunacağından habersizdir elbette Fugui.
Yıllar sonra, yaşlı öküzüyle tarlasını sürerken tanıştığı bir yabancıya hayatından söz etmeye başladığında, şımarık bir gencin başına gelenlerden fazlasını sayıp dökecektir bu yüzden: Fugui, kendisiyle birlikte altı insanın hayatını, kaderin sürprizlerini, yaşamın acılarını ve sevinçlerini anlatır. Onun dilinden -daha doğru bir ifadeyle Yu Hua’nın kaleminden- dökülenler, insanlık durumlarına dair epik bir romana dönüşür böylece. Basit bir anlatım, güçlü bir anlatı doğurur: Sabanın toprakta bıraktığı izlere benzer kâğıt üzerinde satırlar. Yaşamın her şeyi kapsaması gibi, Yaşamak da hayatı olduğu gibi kucaklar. Doğumları ve ölümleri, mutsuzlukları ve umutlarıyla…
Yayımlandığında ülkesinde yasaklanmasına rağmen, bir hayat öyküsü okumamış da sanki bir hayat yaşamış olduklarını söyleyen okurlarının her geçen gün artmasıyla bir “modern klasik”e dönüşen Yaşamak’ı Bahar Kılıç, Çince aslından çevirdi.
*
Bundan on yaş daha gençken, dertsiz tasasız bir işim olmuştu; köy köy dolaşıp halk şarkıları derliyordum.
O yıl bütün yaz, köy evleri arasında ve ağustos böcekleriyle dolu güneşe tok kırlarda avare bir serçe gibi gezindim durdum. Köylülerin şu acı çayını hep sevmişimdir. Hani çay kovalarını tarla sınırlarına koyarlar ve sen de hiç düşünmeden, tortusu dibe çökmüş çaydan bir kepçe alır içersin ya… Bir de kendi matarana doldurursun… Tarlada çalışan erkeklerle iki çift laf eder, köyün kızlarının kıs kıs gülüşmeleri arasında, yürür gidersin.
Bir gün bütün bir öğleden sonrayı, kavun tarlasında bekçilik eden yaşlı bir adamla laflayarak geçirdim. Oldum olası hiç bu kadar çok kavun yememiştim. Ayağa kalkıp tam veda edeceğim sırada, bir anda fark ettim ki, karnım doğurmak üzere olan gebe bir kadının karnı gibi şişmiş, adım atamaz hale gelmişim.
Yine bir defasında, yaşlı bir nine ile kapı eşiğinde oturmuştum. Hasır bir sandalet örmekte olan yaşlı kadın, bir yandan da bana, Karnı burnunda’ türküsünü söylemişti. En sevdiğim şey, hava kararırken köylülerin evlerinin önünde oturmaktı. Batan güneşin ışıkları ağaç dalları arasından süzülürken, kuyudan su çekip toz kalkmasın diye toprağı islatan köylüleri izlerdim. Elden ele dolaştırdıkları yelpa zeyi alır, tuzlu mu tuzlu turşuların tadına bakar ve birkaç kadınla erkeğin konuşmalarını dinlerdim.
Başımda geniş kenarlı hasır bir şapka, ayağımda hasır terlikler vardı ve belimdeki kemere astığım havlu yürürken kıçıma çarpan bir kuyruğa benzerdi. Bütün gün ağzımı koca koca açarak esner, tarlaların arasındaki patikalarda avare avare yürürdüm; terliklerimden pa-ta pa-ta diye sesler çıkar, sanki tozu dumana katan bir araba geçiyormuşçasına toz kalkardı.
O kadar çok dolaşmıştım ki, hangi köye gidip hangisine gitmediğimi hatırlayamaz olmuştum. Bir köye girdiğimde çocukların, “Yine o, ha bire esneyen adam geldi,” diye bağırışlarını duyardım. Böylece köylüler, acıklı şarkılar söyleyip ziyafet hikâyeleri anlatan adamın tekrar geldiğini anlardı. Aslında bütün o hüzünlü şarkıları, bütün o ziyafet hikâyelerini yine onlardan duymuştum; onlar neyi seviyorsa ben de onları hemen öğrenip severdim.
Yine bir kez, yüzü gözü morarmış, tarlanın bir kenarında oturup ağlayan bir ihtiyarla karşılaştım. Adamın acıklı hali içimi acıttı. Ona doğru yürüdüğümü görünce başını kaldırıp hüngür hüngür ağlamaya başladı. Seni kim bu hale getirdi, diye sordum. Tırnağıyla paçasındaki çamuru kazırken, onu bu hale getiren kişinin hayırsız oğlu olduğunu söyledi öf keyle. Neden, diye sorduğumda, ağzında bir şeyler geveledi; anladım ki yaşlı adam gelinine sarkıntılık etmişti. Yine bir akşam elimde fenerimle yürürken, fenerin ışığı küçük gölün kıyısında üst üste yatan iki çıplak vücudu aydınlattı. Feneri onlara doğru tuttuğumda iki bedenin de hareket etmediğini gördüm; yalnızca bir el yavaşça bir bacağı okşuyordu. Hemen feneri söndürüp oradan uzaklaştım. Hasat zamanı bir öğle den sonra, büyük kapısı ardına kadar açık olan bir eve girip içmek için su aradım. Şort giymiş sersem bir adam beni durdurdu ve kuyunun yanına götürdü. Dalgın bir şekilde, bana bir kova su çekti. Hemen sonra, bir fare gibi odaya Sıvışıp gözden kayboldu.
Neredeyse dinlediğim halk şarkıları kadar sık rastladığım bu tür olaylar benim için hiç şaşırtıcı değildi. Her tarafi saran yeşil tarlalara baktığımda, ekinlerin nasıl olup da bu kadar geliştiğini daha iyi anlıyordum.
O yaz neredeyse bir kızla nişanlanıyordum. Hem yüzü hem de gönlü güzel bir kıza rastlamıştım. Onun o yanık tenli yüzü bugün bile gözümün önünde parlar.
Onu ilk gördüğümde, paçalarını swamış, nehrin kıyısında, çimlerin üstünde oturuyordu. Elindeki bambu sırığıyla, besili ördek sürüsüne göz kulak oluyordu. Bu on altı, on yedi yaşlarındaki kız çocuğu, bunaltıcı öğleden sonrayı benimle geçirdi. Utangaç bir edası vardı. Her masumca gülümseyişin den sonra başını önüne eğiyordu. Sıvadığı paçalarını gizlice indirdiğini gördüm. Çıplak ayaklarını otların arasında nasıl gizleyeceğini bilemedi. O gün bütün öğleden sonra konuşup durmuştum. Onu nasıl dışarıya çıkarıp gezdireceğimi anlatan palavralarla kandırdım kızcağızı. Hem şaşırmış hem de hoşlanmıştı. Başlarda çok heyecanlanmıştım. Söylediklerimde gerçekten samimiydim. Onunla, tüm benliğimle mutlu olmuş. sonunda neler olacağını bir an bile düşünmemiştim. Ama sonra, öküz gibi kuvvetli üç abisi birden üzerime yürüyünce korkudan ödüm patladı. Oradan swışmam gerektiğini anladım, yoksa kızı almak zorunda kalacaktım.
Fugui adlı bir ihtiyarla karşılaştığımda yaz gelmek üzereydi. O gün öğleden sonra, gür yapraklı büyük bir ağacın altında oturdum. Tarladaki pamuk toplanmıştı. Başı yazmalı üç beş kadın pamuk saplarını ayırıyor ve arada bir söktükleri köklerin saçaklarındaki çamuru sallayıp döküyorlardı. Hasır şapkamı çıkardım, belime astığım havluyu alıp ter içindeki yüzümü sildim. Yanımda gün ışığından sarıya dönmüş gölet… Yüzümü göle dönüp, sırtımı ağacın gövdesine yasladım. Birden üzerime bir uyku çöktü, ağacın gölgesinde, çimenlere uzandım, şapkamı yüzüme kapattım, sırt çantanı başımın altına koyup yastık yaptım ve gözlerimi yumdum.
Şimdikinden on yaş daha genç olan ben, ağacın gölgesinde ve çimenlerin üzerinde iki saat uyumuşum. Bu sırada birkaç karınca bacağıma tırmanmış, ben de uykulu halde silkeleyivermişim onları. Sonra sanki, elinde bambu sopayla bağıra çağıra hayvan güden birisi suyun kenarına geldi. Rüyadan sıyrıldım. Adamın hayvan güderken çıkardığı sesler net bir şekilde duyuluyordu. Doğruldum ve yanı başımdaki tarlada bir ihtiyarın, yaşlı bir öküzle tarlayı sürdüğünü gördüm.
Yaşlı öküz, tarlayı sürmekten yorulmuş olacak ki, başını öne eğmiş öylece dikiliyordu. Arkasında, sırtı çıplak, sabana yaslanmış ihtiyar adam, anlaşılan öküzün tembelliğine kızmıştı; öfkeyle bağırdığını işittim. “Öküzler toprağı sürer, rahipler yoksullara bağış toplar, horozlar şafağı haber eder, kadınlar kumaş dokur. Tarlayı sürmeyen öküz mü olurmuş? Bu ezelden beri böyledir, hadi yürü, yürü!” Yaşlı ve bitkin öküz, ihtiyarın azarını işitince hatasını kabul eder gibi başını kaldırdı ve sabanı çekmeye başladı.
İhtiyarın sırtının da öküzünki kadar kara olduğunu fark ettim. İkisi de, hayatlarının alacakaranlığında bile olsalar, o çakıllı taşlı tarlayı sürebiliyorlardı, tıpkı dalgaların sahile vurması gibi.
Ardından, ihtiyar insanı duygulandıran boğuk bir sesle eski bir halk türküsü çığırmaya başladı. Önce uzunca bir giriş yaptı, sonra iki dize okudu:
“İmparator, beni kızına istiyor.
Başkent irak, yolları uzak, oy ben istemem!”
Yol uzak olduğu için, imparatorun damadı olmayı is temiyordu. İhtiyarın bu kendini beğenmişliği beni kahkahalara boğdu. Öküz yine yavaşlamaya başlamıştı, ihtiyar yine bağırarak onu azarladı: “Erxi, Youqing, hadi bakalım, kaytarmak yok. Jiazhen ve Fengxia ne güzel işliyor toprağı, Kugen bile beceriyor bu işi.”
Bir baş öküzün bu kadar çok adı olur mu hiç? Meraklı meraklı tarlaya yürüdüm, ihtiyara yaklaşınca, “Bu öküzün kaç adı var?” diye sordum. İhtiyar sabandan destek alarak doğruldu, beni tepeden tırnağa şöyle bir süzdükten sonra sordu:
“Sen şehirlisin, değil mi?”
“Evet,” diyerek başımı salladım.
İhtiyar kendinden emin bir şekilde, “İlk bakışta anlamıştim zaten,” dedi.
“Peki, bu öküzün gerçekte kaç adı var?” diye tekrar ettim. İhtiyar, “Bu öküzün adı Fugui. Sadece bir ismi var,” diye yanıtladı.
“Ama sen az önce birkaç tane daha isim saydın.”
İhtiyar keyifli bir kahkaha attı. Gizlice, eliyle işaret etti, beni yanına çağırdı, ben yaklaşırken bir şey söyleyecekti ama sonra vazgeçti. Öküzün kafasını kaldırdığını görünce hemen onu azarladı: “Kulak kabartma hemen, eğ başını önüne bakayım!”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYaşamak
- Sayfa Sayısı210
- YazarYu Hua
- ISBN9786056587887
- Boyutlar, Kapak12.8 x 19.7 cm, Karton Kapak
- YayıneviJaguar Kitap / 2019
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Büyücü ve Diğer Gotik Öyküler ~ Kyoka İzumi
Büyücü ve Diğer Gotik Öyküler
Kyoka İzumi
“Ay ışığında, onların evin önünde zıplayan ve dans eden korkunç siluetlerini görebiliyordum. Bunlar dağların ve nehirlerin kötü ruhları mıydı?” Fantazi ve gizem öyküleri kaleme...
- Akra’da Bulunan Elyazması ~ Paulo Coelho
Akra’da Bulunan Elyazması
Paulo Coelho
Düşman onlardan çok daha üstün, ertesi sabah saldırıya geçecekti. Halkın çoğunluğu, yenileceklerini bildiği halde, şehirde kalmayı seçti. O akşam, her yaştan kadınlı erkekli bir...
- Av Mevsimi ~ Linda Howard
Av Mevsimi
Linda Howard
Hep Senin Yanındayım ve O Gecenin Ardından adlı eserleriyle beğeni kazanan New York Times çok satanlar yazarı Linda Howard’ın nefes kesici, kışkırtıcı, eğlenceli ve...