Usta İspanyol yazar Javier Mariás’ın başyapıtı Yarınki Yüzün’ün ikinci cildi Dans ve Rüya da ilki kadar yoğun ve etkileyici. İlk ciltte tanıştığımız “insan tercümanı ya da yorumcusu” Jaime Deza, İngiliz Gizli Servisi’ndeki görevini sürdürürken etrafında olup biteni gözlemeye ve geçmiş olaylarla bağlantılandırarak çözümlemeye devam ediyor. Konumunu ve nelere kadir olduğunu tam olarak kestiremediği gizemli amiri Tupra’nın bir gece şiddete başvurduğuna tanık olması, Deza’yı İç Savaş döneminde kendi ülkesi İspanya’da yaşananları düşünmeye sevk ediyor. Normalde şiddete meyilli olmadığı halde sıradışı koşullarda korkunç şeyler yapabilen sıradan insanlar, daha sonra hayatlarını nasıl sürdürürler? Deza’nın dönüp dolaşıp geldiği soru bu – tarihe baktığımızda hepimizin kaçınılmaz olarak sorduğu soru.
Ne var ki Dans ve Rüya’yı bir nevi “geçmişle hesaplaşma”ya veya insanın “karanlık” tarafını, içindeki şiddet potansiyelini anlama çabasına indirgemek haksızlık olur. Zira Mariás bir yandan insan zihnini ve psikolojisini tüm karmaşıklığı ve zenginliği içinde resmederken, bir yandan da Gizli Servis çevresinde dönen olayları saran gizem perdesini yoğunlaştırarak okurun merakını beslemeye, bu heyecanlı bekleyişi tırmandırmaya devam ediyor.
YAZAR HAKKINDA: 1951’de Madrid’de doğdu. Yazarlık hayatına on yedi yaşında yazdığı Los dominios del lobo (Kurdun Toprakları) ile atılan Marías, Madrid Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı eğitimi gördü . Halen Reino de Redonda adlı küçük bir yayınevinin başında olan Marías, bunun yanı sıra El País gazetesinde köşe yazıları yazıyor.
**
s. 9-12.
Keşke kimse bizden hiçbir zaman bir şey rica etmese, hatta bir şey istemese, ne bir tavsiye, ne bir lütuf, ne bir borç, hatta ne de ilgi; keşke başkaları bizden kendilerini dinlememezi istemese, ne sefil sorunlarını, ne kendimizinkilerle tıpatıp aynı olan acı çelişkilerini, ne anlaşılmaz şüphelerini, ne kolaylıkla birbirinin yerini tutabilecek, artık hepsi yazılmış hikâyelerini (anlatmaya çalışılabilecek şeylerin yelpazesi pek geniş değildir), ne de eski adıyla kasavetlerini; kimde yoktur ki, yoksa da kim arayıp bulmaz ki; “Mutsuzluk bir icattır,” diye sık sık alıntı yaparım içimden, doğrudur da, meğerki dışarıdan gelen ve nesnel olarak kaçınılmaz belalar, bir felaket, bir kaza, bir ölüm, bir yıkım, bir kovulma, bir veba, bir açlık olsun ya da hiçbir şey yapmamış birine haince zulmedilsin; tarih bunlarla doludur, bizim kendi tarihimiz, yani henüz tamamlanmamış çağımız da öyle (aslında aranıp bulunan, hak edilmiş veya icat edilmiş kovulmalar, yıkımlar ve ölümler de vardır). Keşke hiç kimse yanımıza yaklaşıp “Lütfen” ya da “Bak ne diyeceğim” demese, bunlar neredeyse bütün ricalardan önce gelen ilk kelimelerdir: “Bak ne diyeceğim, haberin var mı?”, “Bak ne diyeceğim, bana bilgi verebilir misin?”, “Bak ne diyeceğim, sende var mı?”, “Bak ne diyeceğim, senden bir şey rica edecektim: bir tavsiye, bir bilgi, bir görüş, bir yardım, para, bir aracılık ya da teselli, bir lütuf, bu sırrı saklamanı, benim hatırım için değişip farklı biri olmanı, benim hatırım için ihanet edip yalan söylemeni ya da susup beni kurtarmanı.” İnsanlar akıllarına geleni isterler de isterler, her şeyi, mantıklı olanı da, saçma olanı da, haklı olanı da, en uygunsuz şeyi de, hayalleri de – ayı istemek denir hep, dünyanın her yerinde sayısız insan birilerine ayı vaat etmiştir, çünkü ay hâlâ bir hayaldir; yakınlarımız da rica eder, tanımadığımız kişiler de, zor durumda olanlar da, zorluğu yaratanlar da, muhtaçlar da, varlıklılar da, bu bakımdan aralarında fark yoktur; görünüşe bakılırsa kimse hiçbir zaman yeterince biriktirmiyor, kimse hiçbir zaman tatmin olmuyor ve kimse vazgeçmiyor, sanki hepsine, “Sen iste, ağzını açıp iste, hep iste,” denmiş. Oysa aslında kimseye böyle bir şey söylenmez.
Bak ne diyeceğim dendiğinde biz de bakarız, çoğu zaman bakar, dinleriz, kâh korkarak, kâh koltuklarımız kabararak; bir şeyi lütfetmek ya da reddetmek durumunda olmak: günümüzün gidişatına göre ve tamamen keyfi biçimde, o anda işsiz güçsüz, cömert ve can sıkıntısı içinde mi, yoksa müthiş telaşlı, harcayacak zaman ve sabırdan yoksun mu olduğumuza göre, ruh halimize göre, karşımızdakini borçlu duruma sokmak mı, kararsız bir bekleyiş içinde tutmak mı, yoksa bir taahhüt altına girmek mi istediğimize bağlı olarak, “Evet”, “Hayır”, “Bakalım”, “Belki”, “Bir düşüneyim”, “Yarın cevap veririm” ya da “Karşılığında şunu isterim” diyebileceğimizi bilmek, bunu düşünmek, ilk anda dünyanın en gurur okşayıcı şeyidir, ayrıca –pek çabuk açığa çıkar ki– en yapışkan ve tatsız şeyidir; çünkü lütfettiğimizde ya da reddettiğimizde –her iki durumda da, belki sırf kulak verdiğimizde bile– ricacıya bulaşmış oluruz, belki ağına düşeriz ya da düğümleniriz.
Günün birinde mahallede bir dilenciye sadaka versek, ertesi sabah onu geri çevirmemiz zorlaşır, çünkü dilenci artık sadakayı bekler (hiçbir şey değişmemiştir, o aynı derecede yoksuldur, bizse henüz daha az zengin değilizdir, dün verdiysek bugün niye vermeyelim); bir bakıma dilenciye karşı bir mecburiyet altına girmişizdir; onun bu yeni güne varmasına yardım etmişsek, günün aleyhine dönmemesi, çektiği son işkence günü, hüküm günü, ölüm günü olmaması bizim sorumluluğumuz haline gelir; o günü atlatabilsin diye destek olmamız gerekir, böylece belki sonsuza dek günler birbirini izler; kimi ilkel –belki de bizlerden daha mantıklı– kabilelerin pek de tuhaf ya da mesnetsiz sayılamayacak bir yasası vardı: Birinin hayatını kurtaran kişi, o hayatın ve o insanın daimi koruyucusu ya da sorumlusu olurdu (ancak bir gün bire bir karşılığını verirse, ödeşirlerse birbirlerinden ayrılabilirlerdi); sanki kurtarılan kişi, kurtarıcısına, “Hâlâ buradaysam, sen bunu istediğin içindir; sen adeta benim yeniden doğmamı sağladın, öyleyse beni korumak, gözetmek, bana bakmak zorundasın, çünkü sen olmasan, ben zaten her türlü kötülüğün dışında, ulaşılamayacak bir yerde ya da tek gözü kör, istikrarsız unutuşun içinde yarı yarıya kurtulmuş olacaktım,” deme imkânını elde etmiş olurdu.
Eğer aksine ilk gün dilenci komşumuza sadaka vermeyi reddedersek, ikinci gün borçluymuşuz gibi bir hisse kapılırız; bu duygu üçüncü, dördüncü ve beşinci günlerde artarak devam edebilir; eğer dilenci bu günleri bizim yardımımız olmadan atlattıysa, üstesinden geldiyse, onu takdir etmemek, bizim adımıza yaptığı tasarrufa müteşekkir olmamak mümkün müdür? Her geçen sabah –onun hayatta kalabildiği her gece– katkıda bulunmamız gerektiği, sıranın bize geldiği fikrini kafamıza daha çok sokacaktır. (Ama bu sadece hırpanilere dikkatini yoğunlaştıran insanlar için geçerlidir; oysa çoğunluk onları es geçer, bakışlarını donuklaştırır ve onları bir paçavra yığını olarak görür.)
Yani sokakta yanımıza yaklaşan dilenciye bakıp kulak verdiğimiz anda ona bulaşmış oluruz; bize adres soran bir yabancıya ya da yolunu kaybetmiş birine kulak verdiğimizde, bazen, yolumuzun üstündeyse, onu gideceği yere götürürüz, adımlarımız birleşir, birbirimizin ısrarlı paralel varlığı oluruz; buna rağmen kimse bunu şerre alamet olarak, bir rahatsızlık ya da engel olarak görmez, çünkü tanışmasak da, bu süre boyunca konuşmasak da, isteyerek birlikte yürürüz (başka bir yere, bir kapana, bir tuzağa, ıssızlığın ortasına, bir pusuya götürülebilecek olan, daima yabancı ya da yolunu kaybetmiş kişidir); kapımızı çalan, razı etmek için, satmak için, dine döndürmek için çabalayan, daima bizi ikna etmeye çalışan ve daima hızlı hızlı anlatan, tanımadığımız birine kulak verdiğimizde, daha kapıyı açtığımız anda ağına düşmüşüzdür; telefonda arkadaşımızın sıkıştıran, kendini kaybetmiş veya yaltaklanan –hayır, daha ziyade aklı başından gitmiş– yakaran, talepkâr ya da ansızın tehditkâr sesini duyduğumuz anda düğümlenmişizdir; bizimle artık neredeyse sadece böyle konuşan ya da flulaştığımızdan, uzaklaştığımızdan beri artık sadece böyle, yani bir şeyler isteyerek konuşmayı bilen karımızı ve çocuklarımızı dinleriz ve o zaman sonunda boğazımızı sıkacak olan bu bağı kesmek için bıçağı ya da usturayı çekmemiz gerekir; onların, hiçbir kötülüğün ulaşamayacağı bir yerde olmayan, hiçbir zaman da olmayacak çocukların doğmasına biz sebep olmuşuzdur, anneleri için de doğmalarına sebep olmuşuzdur ve o da artık çocuksuz hayal edilemeyeceği için çocuklar gibidir hâlâ –bir çekirdek oluştururlar ve birbirlerini asla dışlamazlar– çocuklar hâlâ ihtiyaç duydukları anne figürü olmadan düşünülemez, o kadar ki, bizim o figürü mutlaka korumamız, gözetmemiz, ona bakmamız gerekir –kendi görevimiz olarak görmeye devam ederiz bunu– oysa Luisa bunun tam farkında ya da bilincinde değil; uzayda çok, zamanda ise her geçen gün biraz daha uzaklarda. Ya da aştığım, geçtiğim, kurtardığım, onu görmediğim her gece biraz daha bulanıklaşıyor, onu göremiyorum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYarınki Yüzün - Dans ve Rüya
- Sayfa Sayısı296
- YazarJavier Marías
- ISBN9789753428248
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Köprü ~ B. Traven
Köprü
B. Traven
Eserleri 40’tan fazla dile çevrilmiş ve milyonlarca okura ulaşmış efsanevi yazar B. Traven’den, insanoğlunun direngenliğine ve dünyanın bütün annelerine adanmış bir armağan: Köprü… Dünyalarını...
- Meme ~ Philip Roth
Meme
Philip Roth
“Çaresizlik içinde her aklıma gelene dört elle sarılıyorum. Kendi kendime dedim ki, Bu illete ‘edebiyat’ yüzünden tutuldum. Ders olarak okuttuğum kitaplar beni bu duruma...
- 80 Gün – Arzunun Rengi ~ Vina Jackson
80 Gün – Arzunun Rengi
Vina Jackson
“Tutku dolu anlatımıyla Arzunun Rengi, erotizmin yeni tonu olmaya aday.” -New- İlişkisinde sorunlar olan keman virtüözü Summer Zahova huzuru müzikte arar. Ancak bir gün,...