Bu kitapta anlatılanlar, gerçek hayattan esinlenilerek yazılmıştır.
*
Başlamadan Önce
Gerçekler hiç bu kadar acıtmamıştı. Kâbuslar her ne kadar ürpertici olsa da, hayallerin karanlık yüzünü yansıttıkları için daha tatlı geliyordu. Ya da gerçekten mazoşisttim…
Ama bir şeyden kesinlikle eminim!
Gerçekler beyazdı. Sahte ve ihanet dolu… Tıpkı ben gibi…
Kâbuslarsa siyahtı. Korkutucu ama güven dolu… Ölüm gibi…
Bu yüzden siyahı beyaza; kâbusları gerçeklere tercih ederdim.
Elimde olsaydı…
Yaşam ve ölüm ikilemi arasında gidip gelirken ince bir çizgi üzerinde sonsuzluğa döner yüzünüz. Gözünüzü kamaştıran ışığın ölümü mü yoksa yaşamı mı size bağışlayacağını ayırt edemezsiniz… Sadece ulaşmak istersiniz. İçinde bulunduğunuz belirsizlikten kurtulmak için ölümü dahi tebessümle karşılarsınız.
Ve acıtır yüreğinizi o derin belirsizlik…
Bu yüzden delirmeyi, kâbusları gerçek saymayı kurtuluş olarak görürsünüz.
Tıpkı Destina gibi…
Yarına Dokunmak, sekiz yıl önce yüreğime düşen bir aşktı. Aradan geçen yıllar olgunlaşmamı sağladı ki duyduğum aşkı herkese anlatabileyim.
Bu aşk yolculuğumda benden desteğini esirgemeyen, hastalık dönemim boyunca her zaman yanımda bulunan sevgili arkadaşlarıma minnet duyduğumu belirtmeden edemeyeceğim.
Ama her şeyden öte, tüm acılarımı benimle yaşayan, tüm ömrünü bana adayan ve kötü yanlarıma rağmen beni sevmekten vazgeçmeyen canım annem, canım babama yüreğimi sunduğumu; onları ve ailemi her şeyden çok sevdiğimi herkesle paylaşmak isterim.
Unutmayın ki ebeveynlerimiz bizlerin baş tacıdır.
Bu romanı alarak öyküme yüreğini katan tüm değerli okuyucularımdan tek ricam; kitabı bitirdikten sonra annelerine, babalarına sımsıkı sarılıp onları ne çok sevdiklerini onlara söylemeleridir. Ya da bir telefon bile bunun için yeterlidir.
Değerlilerimizi yitirmeden önce onlara verdiğimiz kıymeti gösterebilmek dileğiyle keyifli okumalar…
*
Özlem duyulan birer hayaldir yarınlar
Beyaz beyaz solunan hava misali…
Nurgül Çelebi
***
1 – SİYAHIN BEYAZA ÜSTÜNLÜĞÜ
İSTANBUL ……..……. TIP FAKÜLTESİ
NÖROŞİRURJİ
23.10.2008
Gözkapaklarım açık mı?
Değil mi?
Emin olamıyorum… Ne kadar bir zamandır bu vaziyetteyim bilmiyorum. Ne zamanın farkındayım ne de nerede bulunduğumun… Tek farkında olduğum şey her yeri beyaz bir örtünün kaplamış olduğu.
Şeffaf ve pürüzsüz…
Delicesine akan nehirlerin aksine sakince, sonsuz bir belirsizliğe uzanan bir beyaz…
Sanki…
Sanki kar bütünüyle içine almış gibi yeryüzünü. Uçsuz bucaksız kadife bir örtü gibi önümde uzanan bu beyaz büyülüyor beni, her zaman olduğu gibi. Ama nedenini anlayamadığım bir ürperti sarıyor tüm vücudumu. Aklıma küçükken herkese anlattığım ‘Beyazın Öyküsü’ geliyor. Korktuğum ama bir o kadar da beni etkileyen, renklerin en ihtişamlı olanının, en asil olanının öyküsü…
Hep merak etmişimdir; beyazın masum ve bir o kadar da saf bir güzelliğe sahip olduğunu fark eden olmuş mudur benim gibi?
Yas rengi siyahın aksine, mutluluğu simgelediğini…
Peki, renklerin arka yüzü?
Hiç gören olmuş mudur renklerin arka yüzünü?
Beyazın, gelinlik olduğu gibi mezara koyan da olduğunu neden kimse görmez?
Ya da görmek istemez?
Ne büyük yanılgı aslında… Ne acı ki hataları gizleyen siyahın aksine beyaz olabildiğince gösterir lekeleri ihanet edercesine. Belki de şeffaflığın kırıntılarıdır bu yanılgılar.
Ama yine de acı.
Tıpkı ben gibi…
Ben bir renk olsaydım adım “Beyaz” olurdu herhalde.
Tüm çelişkileri barındıran beyaz…
Her yanıyla beni büyüleyen beyaz…
Beyazın ihaneti çok yakıcı olsa gerek. İşte bu yüzden ürperiyorum beyazı hissedince tenimde. Ama bir o kadar da tanıdık geliyor, tıpkı aynadaki yansımam gibi. Her an bu uçsuz bucaksız beyazın ihanetine uğrayacakmışım gibi korkuyorum. Ne olacağını bilemeden ürkekçe bakınıyorum uzak belirsizliğe doğru. Belirsizlik, güvensizlik hissi uyandırıyor ama bu hiçbir şeyi değiştirmiyor. Bu beyaz sessizliğin ortasında ne işim var yapayalnız? Oysa yalnız kalmak beni hep korkutmuştur, şimdi olduğu gibi. Çevreme bakıyorum tekrar bir görüntü yakalayabilmek ümidiyle ama her şey o kadar beyaz ve pürüzsüz ki havanın sisli olduğunu, nereden geldiğini anlayamadığım bir ses duyunca fark ediyorum. Çok uzaklardan, derinden gelen sesi tanıyorum. Bu onun sesi, eminim! O kadar boğuk geliyor ki ne dediğini anlayamıyorum.
Ve bir kez daha…
Bana sesleniyor olmalı. Bir şeyler yakalayabilmek gayesiyle sesin geldiği yöne doğru dönüyorum. Ufukta belli belirsiz bir karartı görüyorum fakat kime ait olduğunu çözemiyorum. Gözlerimi kısıyorum görebilmek için ama nafile. Tam o sırada ürperiyorum aniden. Sırtımı buz gibi bir soğuk yokluyor. Üzerimde hiçbir şey yokmuş gibi iliklerime kadar işliyor bu soğuk. Kışın en çetin soğukları yerde uzanıyor olmalı diye düşünüyorum. Ama… Nasıl olur da böyle bir soğuğa bu kadar tedbirsiz çıkarım diye kendime kızıyorum. Oysa soğuğa karşı ne kadar da dayanıksız olduğumu çok iyi bilirim. Ardından bir ürperti daha yokluyor bedenimi. Bu sefer bir titreme sarıyor tüm vücudumu. Kollarımı ovuşturuyorum ısınmak için ancak elim tenime dokununca dehşete düşüyorum. Isınabilmemin imkânsız olduğunu fark ediyorum ve büyük bir şüphe uyanıyor içimde beni kemiren. Nerede bulunduğumu daha fazla merak ediyorum korkarak. Çevreme bakınıyorum, benim dışımda kimsenin olup olmadığını anlamak istercesine. Kimsenin beni o halde görmemesini ümit ederek. Neden orada yapayalnız bulunduğumu anlamak istiyorum, üstelik çırılçıplak?
Aynı sesi tekrar duyuyorum ama bu kez o kadar sıcak ki bana yaklaşmış olduğunu anlıyorum. Sesin sahibini görememek büyük bir korku yaratıyor vücudumda, kara delik misali.
“Destina…”
O kadar yumuşak ve kadifemsi bir ses ki, sarıyor birden tüm vücudumu. Tenime nüfuz ediyor sıcaklığı aniden. Onu göremiyorum fakat hala yanımda olduğunu sıcak nefesinden anlayabiliyorum. Elimi tutuyor hissediyorum ancak ona dair hiçbir görüntü yok. Teninin sıcaklığı karları eritiyor sanki dalga dalga yayılırken etrafa…
Tenim yavaş yavaş ısınıyor, teninden yayılan sıcaklığın etkisiyle kırılgan bir kar tanesi gibi.
“Hadi uyan artık…”
Gözkapaklarım öylesine ağır geliyor ki o kadifemsi sesin sahibini görebilmek için ne kadar çabalasam da açamıyorum gözlerimi bir türlü.
“Hadi naz yapmayı bırak, uyan artık. Bak, bitti her şey.”
Sonra hafif bir kıpırdanma oluyor gözkapaklarımın üzerinde. Yavaşça açıyorum gözlerimi. Hala her yer sis içinde. Belirsizlik hala çok yakıcı… Tıpkı yeni alevlenen yangın misali… Hafifçe açılıp kapanıyor gözkapaklarım. Buğulu görüntüler arasında onu seçebiliyorum artık. Boynunda atan damarı gizlemek istercesine omuzlarına dökülen gri saçlarını hatırlıyorum. O’na duyduğum güven belirsizliği yok ediyor yüreğimde. Dudağımın kenarı yukarı doğru hafifçe kıvrılıyor tebessüm edercesine.
“Geçti her şey. Bitti! Uyan ar- tıkkkkkkk…”
O kadifemsi, yumuşak sesin son hecesi birden ok gibi fırlıyor dudaklarının arasından, olanca hızıyla saplanıyor omuriliğimin tam ortasına. Büyük bir çığlık duyuyorum. Duyduğum acıyla aralanan dudaklarımın saniyeler sonra tekrar birleşmesiyle o çığlığın bana ait olduğunu anlıyorum. Ardından bir ok daha saplanıyor ve duyduğum acı bütün vücuduma yayılıyor. Birden bu acıyı duymaktansa ölmeyi tercih edeceğim geliyor aklıma. Oysa her zaman acıya karşı çok dirençli olduğumu düşünmüşümdür. Titremeye başlıyorum. Dişlerimden yayılan dalgalar parmak uçlarımda son buluyor, sarsılıyorum. Ve her sarsılmada biraz daha yanıyor canım, inliyorum duyduğum acının etkisiyle. Tüm düşünceler siliniyor beynimden. Şüphe, korku ne varsa kayboluyor parmak uçlarımda son bulan dalgalarla birlikte. Tüm beynimle sadece acıya odaklanabilecek kadar hücre bulunuyordu sanki bedenimde.
“Hadi bakalım seni yatağına alma vakti geldi.” Sonra bir adım uzaklaştığını hissediyorum benden.
“Hemen İzotonik uygulayın vücut çok sıvı kaybetti. Neurontin 2 x 300 mg başlayın. Mide ağrısı olursa Nevofam verin.”
Bir bayan sesi yanıtlıyor, bana hiç yabancı olmayan bir ses.
“Tamam, Murat Bey”
Sessizlik…
Kısa bir süre sonra hafifçe dalgalanıyor hava, ardından tekerlek sesi duyuyorum. Ilık bir esinti okşuyor yüzümü tatlı tatlı. Ardından kesiliyor. Şiveli bir ses duyuyorum ama gözlerim kapalı olduğundan kime ait olduğunu çözemiyorum.
“Şehmuz alttaki çarşaftan sıkıca tut, sen üç deyince kaldırak emi?”
“Tamam!”
“Bir, iki, üç…”
Büyük bir çığlık atıyorum duyduğum keskin acı yüzünden. Tüm vücudumun alev aldığını hissedebiliyorum. Sanki omuriliğime büyük bir bıçak saplanıp boylu boyunca kesiyor tüm sırtımı. Bu sefer her yer kararıyor ilk seferin aksine. Karanlık nedense beyaz kadar korkutmuyor beni. Şiveli sesi duyamıyorum artık, beynim uyuşuyor sanki. Daha fazla dayanamayarak kapıyorum gözlerimi karanlığa. Saniyeler sonra annemin sesini duyuyorum başucumda. Bir el yavaşça okşuyor saçımı, hissedebiliyorum.
Alnımda nemli bir dudak hissediyorum…
Ve minik bir dokunuş, güven dolu. Nefesiyle bana hayat veriyor tekrardan, defalarca.
“Odayı boşaltabilir miyiz rica etsem? Hastanın çok ağrısı var kendisini uyutmam lazım.”
Birinin nazikçe elimi tuttuğunu hissediyorum. Yukarı doğru çekiyor elimi. Sonra hafif bir yanma duyuyorum elimin üstünde, birden soğuyor avucumun içi. Parmak uçlarıma kadar hissedebiliyorum soğumayı. Ve saniyeler içinde yayılıyor tüm vücuduma uyku damlası.
Ve…
Her şey bitti…
Derin bir uyku sarıyor şeffaf bir kefen misali. Ama beyaz kadar korkutmuyor bu ölüm uykusu beni.
Karanlık…
Siyah güven dolu…
Huzurlu…
Beyaz gibi değil…
Belirsizlik her zaman var.
Ama ihanet asla…
Biliyorum. Bu yüzden güven içinde dalıyorum uykuya.
Allah’ ım lütfen…
Lütfen bu son olsun…
*
2 – SONUN BAŞLANGICI
10 Mayıs 2001
Sınıfta bunaltıcı bir hava vardı o gün. Nefes almakta zorlanıyordum. Havanın bu derece sıcak ve bunaltıcı olması normal değildi. Böylesine bir sıcağın üstüne çalışır vaziyetteki bilgisayarlardan yükselen ısı da eklenince bilgisayar dersleri çekilmez olmuştu. Sanki bu bunaltıcı, sıkıcı havayı bozmak istercesine sınıf kapısı sert bir şekilde bir kaç defa çalındı. Bilgisayar hocasının gir demesini beklemeden içeri daldı kapıdaki sabırsız kimse. Arkam kapıya dönük olduğundan içeri kimin girdiğini görmem pek mümkün olmamıştı fakat büyük bir hışımla sınıfa dalan kişinin, ‘Destina’ diye heyecanla bağırması irkilmeme sebep oldu. İster istemez yerimden fırlayarak o tarafa yöneldim. Bu durum kalp atışlarımın ritmini bozmuştu. İçime nedenini bilmediğim bir korku yayılmaya başladı birden. Ne yapacağımı bilmeden 9 A sınıfındaki, her ne kadar birbirimizi sevmesek de dans grubunda bulunduğum için arkadaş olmak zorunda olduğum, Cemre’ ye doğru bir adım attım. Yüzündeki sevinç ifadesini fark etmek beni biraz olsun rahatlatmıştı. O ise büyük bir sevinçle, gözleri fal taşı gibi açılmış bir yüz ifadesiyle, neredeyse bağırırcasına konuşmaya başladı.
“Destina, Türkiye birincisi olduk. Projemiz birinci seçildi!” diyerek boynuma atladı. Bense tam olarak durumu idrak edememiştim. Anlamam bir kaç saniye sürdü. O an ne olduğunu tam kavrayamadan mutluluğun da etkisiyle sarılarak karşılık verdim ona. Sınıfta bulunanların yüz ifadesini görememiştim. Ama görmeme gerek yoktu, herkesin şaşkın olduğunu anlamak çok da güç değildi. Sonra bilgisayar hocası bana dersten çıkabileceğimi izah etti. Bu durum, eziyete dönen dersten çıkabileceğim gerçeğinin de verdiği rahatlama duygusuyla, sınıftan dışarı hoplaya zıplaya çıkmama sebep oldu. Bu benim için çok büyük bir mutluluktu. Proje grubundaki diğer iki kişi de 9/A sınıfındaydı. Ve aslında hiçbiri beni pek sevmezdi. Ya da benim bulunduğum 9/B sınıfını diyebilirim. Aramızda hep bir çekişme vardı. Dolayısıyla 9/B sınıfının gurur kaynağı olarak onlarla aynı projede yer almam pek hoşlarına gitmiyordu haliyle. Kısa bir süre okul koridorlarında çocuk gibi hoplayıp zıpladıktan sonra bizi tebrik etmek için odasında bekleyen Genel Müdürün yanına indik. Projede yer alan diğer iki öğrenciyi de müdür odasının kapısında bizi beklerken bulduk. Kapıyı nazikçe bir defa çaldık, az önceki coşkumuzu bastırarak sessizce içeri girdik. Sanki az önce bağrışıp duran yaramaz kızlar biz değilmişiz gibi gayet ağır başlı duruşumuz gülmeme neden oldu. Bu odaya daha önce de çok kez girmiştim. Okul müdürümüz diğer müdürlerin aksine bize bir baba, bir arkadaş gibi davranıyordu ve kapısı öğrencilerine her daim açıktı. Ama hiçbir zaman otoriteyi elden bırakmazdı. Öğrencilerle olan ilişkisi hiç laçkalaşmamıştı. Çünkü hepimizin saygısını kazanmayı her zaman becerebilmişti.
Genel Müdür odası bu sefer her zamanki ahşap kokusuyla karşılamamıştı beni. Burnuma ahşaba karışmış nefis bir çikolata kokusu geliyordu. En kaliteli markalardan biri olmalı diye düşünürken Genel Müdür, üzerinde BİND logosu bulunan şık bir kutuyla bana doğru yaklaştı. Uzattığı kutu en sevdiğim beyaz çikolata çeşitleriyle doluydu….