Zamana meydan okuyan iki yazarınçarpışan kalemlerinden mürekkep değil,
görünmez kelimeler dağılır etrafa…
Tükenmiş kelimeleriyle yazarlık kariyerininen durgun dönemini yaşayan ünlü yazar
İnci Sözeri, kaleminin gücünü tekrarhissetmek için her şeyi yapmaya hazırdır.
Ev arkadaşı Mete’nin kendisine uzattığıeski bir defter hayatında yeni bir dönemin kapısını aralar. Kelimeleri, Behçet Aral’ı 1972’den günümüze getirdiğindeİnci artık bir zaman yolcusuyla
karşı karşıyadır.
Gelişinin yanı sıra varlığıyla bile yarınlarıdeğiştiren zaman yolcusunun günümüze
tutunmasının tek yolu, İnci’nin deftereyazdığı cümlelerden geçmektedir.
“Seninle canlanan kalemim olmasaydı
kalbim çoktan kurumuştu, Behçet Aral.”
*
Yağmurdan dolayı herkesin kapalı alanlara kaçtığı caddede, kucağımda gerçek ağırlığından fazlasına sahip olan kâğıtları taşırken adımlarıma ayak uydurarak beni takip ettiğini biliyordum. Üzerimde onunla birlikte seçtiğimiz kırmızı kabanım ve berem vardı fakat o, aldığımız kıyafetleriyle değil, ilk günkü giydikleriyle dolanıyordu yağmurda.
Yüzündeki sevecen ifade tıpkı yazdığım gibi kalp çarptırsa da hayalimdekinden daha güzel bakışlara sahipti. Eski taşlarla kaplı yolda bir adım daha attıktan sonra durdum ve şemsiyemin sapını daha sıkı kavradım. Topuklu ayakkabımın çıkardığı sesler son bulduğunda tek duyabildiğim, şemsiyemin kumaşına sertçe çarpan yağmur damlaları ve hızlanan kalbimin sesiydi.
Benim aksime o, her zamanki gibi duraksadı çünkü yazdıklarım dışında bir şey geliştiği durumda bir süre ne yapacağını bilemeden beklerdi. Başımı çevirip biraz uzağımda sakince bekleyen adama şöyle bir baktım. Yüzüne gelen yağmur damlalarıyla herhangi bir derdi yoktu; aksine yağmuru sever, ne zaman yağmur yağsa başını göğe kaldırırdı. Islandığı için rengi koyuya dönen hâkî kadife ceketi, krem rengi pantolonu ve kahve kunduralarıyla geldiği dönemin bir kopyası gibiydi. Ama o neşeli bakışları… Hayatımı değiştiren bakışlarına karşılık kalbimdeki ağırlıkla girdim kafeye.
Sahnemiz burada son buluyor ve kafeye girdiğimi gördükten sonra gitmesi gerekiyordu. Arkasında birleştirdiği elleriyle tasasızca yürümeye devam ettiğinde gözden kaybolana kadar izledim onu buğulanmış pencerenin ardından. Bir daha buluşacağımız paragrafa kadar ne yaptığını hiç düşünmemiştim. Şimdi ise düşünecek o kadar çok olay vardı ki hangisinden başlayacağımı bilmiyordum.
Mekânın benim için ayrılmış köşesine giderek, kucağımdaki eski gazete sayfalarını ve kitapları masanın üzerine gelişigüzel fırlatıp sanki benimmiş gibi sahiplendiğim koltuğa yavaşça çöktüm. Çantamdan çıkardığım defterin son boş sayfasındaki krem rengi dokuda dolandı bakışlarım. Kalemimi de çıkardığımda cümlelerimi yazmak için hazır olduğumu düşünüyordum ama hazır olmak şöyle dursun, ne bu boş sayfa yeterdi yazacaklarıma ne de doğru dürüst düşünebilecek hâldeydim.
Elimin altındaki kalemimle ıslanmayı bekleyen defterime değen boş bakışlarım daha da bulanıklaştı. Şimdiye kadarki yazacağım en zor cümleler kalemimden dökülmemek için direniyor gibiydi. İlk ve son kez birini öldürmek üzereydim, hem de kelimelerimle…
Hayatıma kattığı tüm neşeli anlar, gülüşmeler ve kalp çarpıntıları yanımda bir yerlerde öylece beklerken öğrendiklerimle geçirdiğim her saniye, biriktirdiğimiz anıları bir uçtan yok ediyor gibiydi.
Böyle olması gerektiğinin bilincindeydim. Büyüsüne kapıldığım tüm o anlar da dâhil olmak üzere, en başından beri bir şeylerin yanlış olduğunun farkındaydım.
Kalemim en büyük mutlulukları hissetmeme neden olsa da tek istediğim, her şeyin sona ermesiydi. Ya deliriyordum artık ya da başıma gelenleri anlatabilecek bir kelime dolmuyordu zihnime.
Aynı yerde, aynı şekilde, her şeyin başladığı bu noktada titreyen parmaklarımla ilk cümlemi yazdım. “Genç kız karar vermişti. Silinmeyecek bir nokta koymaya hazırdı belki ama tüm hayatını değiştirdiği adamın daha fazla yorulmaması gerektiğini de biliyordu. Her şey fazlaydı onun için.”
Parmaklarımın arasından kayan kalem, bir süre sayfanın üzerinde durdu. Başlangıcın ta kendisi olsam da devam etmenin imkânsız olduğunu biliyordum.
Yazdıklarımın gerçekleştiğini gördüğüm o günler içinde harf harf, kelime kelime almıştım onu hayatıma. Kahverengi gözleri yazdığımdan daha parlak olmuştu her zaman. Hayalimdekinden daha gerçek ama gerçeklikten de bir o kadar uzaktı.
Öğrendiklerim kalbimi her dakika daha çok zorlasa da kitabın son sayfasını iyi değerlendirebilmek için kafamı toplamam gerektiğini biliyordum. Öncelikle hayatımı değiştirdiği için teşekkür etmeliydim. Cümlelerimle yanıma geldiğinde üzgün olmasını istemiyordum.
Gezip gördüğümüz, yiyip içtiğimiz, sevip sevmediğimiz ve gülüp ağladığımız tüm o anılara ithafen şunları yazdım defterime:
“Seninle canlanan kalemim olmasaydı kalbim çoktan kurumuştu, Behçet Aral.”
Yirmili yaşlarının ortasında iki gençtik biz. Bundan aylar öncesinde ölü hissizliğiyle bezediğim hayatımı çiçek bahçelerine çeviren adam ise tamamen muammaydı.
Masamın üzerinde duran dağınık gazete kupürlerine ve kenarları yıpranmış soluk resme dakikalarca baktım. En azından her anın daha çok yaşanmış olmasından dolayı içim rahattı ama onu özleyeceğimden de adım kadar emindim.
Tüm o eğlendiğimiz anların ardından etrafa attığı buruk bakışları hayatım boyunca unutmayacaktım.
Yaşadıklarımdan ötürü yorgun düşen bedenim ve bulanık zihnimle başımı masama yaslayıp gözlerimi kapattım. Omzumun üzerine bırakılan şala sarılıp olan biten her şeyin gerçekliğini sorgularken burnuma dolan kahve kokusu az da olsa rahatlamamı sağlıyordu.
Dışarıda yağan yağmurun ince sesi yorgun bedenimi daha da ağırlaştırdığında derin bir uykuya dalmak üzereyken doluştu anılarım zihnime.
Ve rüyamda o güne geri döndüm.
Hâlbuki sadece yarım bir roman bulduğum, hayatımın usulca ama derinden değiştiği o güne…
1
Uyandığım en rahatsız pozisyonlardan birinde gözlerimi araladım. Omuzlarım birkaç güne anca geçecek bir ağrıyla sızlarken açık kalan ağzımdan akan sular defterimi çoktan ıslatmıştı.
“Yine mi?” diye mırıldansam da benim suçumdu. Ne zaman uykumun geldiğini anlayamayacak kadar dalıyordum yaptığım işe… Bazen de yerimden kalkmaya üşenip bulunduğum yerin en rahat yer olduğuna inandırıyordum kendimi. Sabah uyandığımda birbirine geçmiş kemiklerimin benimle aynı fikirde olmayacağını biliyordum ama o an cazipgelen ertelemenin pençelerinden kurtulmak mümkün değildi.
“Bu kadar uyumadın da ne oldu? Tek bir kelime bile yok.” Saçma sapan çizikler ve üstü karalanmış birkaç kelime haricinde hayatım kadar boş sayfaya şöyle bir baktım. Neyse,diyerek ayaklandım. Umutsuzluğa sürüklendikçe elim daha da soğuyordu ve şu an hikâyeden kopmak ihtiyacım olan son şey bile değildi. Gerçi henüz hikâyemden de hikâyemin gidişatından da emin değildim.
“İnci?” Alt kattan bağırıyor olsa da sanki yanımda bağırıyormuş gibi gür bir sese sahipti Mete. Hayatımdaki tek insan… Üç yıldır arkadaşım ve kafesinin bir köşesini sadece bana ayıran tek işletmeci.
“Yeni uyandım,” diye seslendim aşağıya doğru. “Beni bekleme, ye sen.” Bugün ısrarcı gününde değildi demek ki. Seslenişimin ardından iki kat arasındaki iletişim hemen kesildi.
Kollarımı iki yana açıp çatır çatır sesler gelen omurgamı dikleştirmeye çalışırken hemen arkamdaki rahat yatağıma üzgün bakışlarla baktım. Bazen tam bir aptal oluyordum. Hatta bazen demek bile gereksizdi.
Yazın sonlarına ait bunaltmayan sıcaklarla, sonbaharın başlangıcında hafif esintilerin olduğu bir dönemdeydik. Saat sabahın sekiz buçuğuydu ve her sabah yaptığım gibi pencerelerimi açıp içeriye temiz havanın girmesine izin verdim. Su yeşili pikesini asla bozmadığım yatağın kenarına oturup sakince dışarıyı seyretmeye başladım. Hafif esinti,penceremin kenarlarındaki tülleri odamın içine doğru hareketlendirirken minderimin üzerindeki kâğıtları yere doğru serdi.
Artık o kadar rutin, o kadar alışılmıştı ki her şey… Ne toplamak için hareketlendim ne de esintiden korunmak için şalımı aldım. Sakin ve aynı geçecek bir İstanbul gününde, gözlerimi kapatıp öylece kalmak istediğim zamanlardan biriydi.
“Yumurtan soğuyor!” Başımı olumsuzca sallayıp az önce ısrarcı olmamasından şüphelendiğim arkadaşımın yanına gitmek için hazırlandım. Saçlarımın dağıldığını ve biraz pasaklı göründüğümü biliyordum ama önemsemedim. Şimdiye kadar her hâlimi görmüştü Mete.
İncecik hırkalarımdan birini geçirip pofuduk terliklerimle aşağı indim. Her bastığımda gıcırdayan tahtalar, bugün daha fazla moralimi bozuyor gibiydi. “Şu tahtaların gıcırdamaması için ne yapmamız gerekiyor?”
Aşağı indiğimi gördüğünde yeni yaptığı yumurtamı tabağıma servis etmek üzereydi. Yine kandırılmıştım. “Bu kadar rahatsız oluyorsan bizim ustalara söyleyeyim, baksınlar.”
Geniş salonumuzun yanında ufacık kalan mutfağa şöyle bir bakıp aklıma doluşan fikirlerin en mantıklısını seçmeye çalıştım. Krem rengi duvarlar ve ahşap mobilyalar çok eskiydi. Yenileyecek enerjiyi ve fırsatı bir türlü bulamayışım bir yana, yalnız başıma altından kalkabileceğim kadar küçük bir eve sahip değildim. “Mutfağı salonla birleştirip alanı büyütmeye ne dersin? Ahşap mobilyalardan da çok sıkıldım artık.”
“Kitabına odaklanamıyorsun bir türlü, değil mi?” Birlikte geçirdiğimiz üç senenin ardından ondan gizlenmek zordu. “Hâlâ kötü mü gidiyor?”
“Keşke kötü gitse…” diye mırıldandım sandalyeme otururken. “Kötü gitse en azından dönüp düzenleyebileceğim paragraflar olurdu elimde. Sıfırdayım Mete ve yayınevimin çok yardımcı olduğunu söyleyemem.” Kızarttığı ekmekten koparıp yumurtamın yarı pişmiş sarısını tek hareketle patlattım. Mete ise yumurtayla didişmemi gördüğünde hafifçe gülümsedi.
“Yapabileceğim bir şey var mı? Seni böyle görmek beni endişelendiriyor,” derken çatalını tabağının kenarına bıraktı ve tamamen bana döndüğünde hiç değişmeyen kibar tavrından ne kadar memnum olduğumu hissettim.
“Benim için yapabileceğinin fazlasını yaptın, biliyorsun. Köşemi hiç kimseye verme,yeter.” Genişçe gülümseyip başıyla onayladıktan sonra ayaklandı.
“Artık çıkmam lazım, çok bile oyalandım.” Göz ucuyla baktığı saatini gördükten sonra genel havasındaki değişiklik o an çarptı gözüme. Gür saçlarını her zamankinden farklı olarak arkaya doğru düzgünce taramış ve daha ciddi giyinmişti sanki. Koyu renk kot pantolonun üzerine giydiği mürdüm rengi, mevsimlik gömlek ve ince ceketiyle onu ilk tanıdığım zamanlardaki işletme müdürüne dönüşmüştü. O zamanları derin bir iç çekişle hatırladım.
“Nereye böyle? Tam bir beyefendi gibi görünüyorsun.”
“Randevum var, İnci Hanım. Şöyle bir bak bakalım, eksik bir şey var mı?”
“On üzerinden sekiz veriyorum,” dedim ciddi bir tonda. “Birincisi, parfüm sıkılmamış;ikincisi, saçların dağınıkken daha genç görünüyorsun.”
“Parfüm…” dedi etrafını ve ceplerini yoklarken. Parfümünü odasında bulabileceği aklına geldiğinde küçük bir aydınlanmayla ifadesi değişti. Akıllı ve zeki bir adamdı Mete ama çoğu zaman, özellikle evdeyken tasarruf modunda kullandığı aklıyla tam bir şapşal olabiliyordu.
Odasına gidip beni kahvaltı masasında yalnız bıraktığında ilk tanıştığımız günün hatıraları tekrar doluştu zihnime. Hiç tanımadığım bir insanı evime alışım hem onu hem debeni kurtarmıştı belki ama şimdiki aklımla ne kadar doğru bir karar olduğunu sorgulamıyor değildim.
Anlaşmamız basitti. Ben ona kalacak bir yer sağlayacaktım, o da mekânında kimsenin yaklaşamadığı bir köşe oluşturacaktı benim için. Şimdiye kadar en sevilen eserlerimi orada yazdığım düşünülürse, yazarken daha iyi hissettiğim bir yer henüz yoktu.
Birbirini kovalayan anıları dağıtmak için dikkatimi kahvaltıma verdim. Bugün biraz daha yoğunlaşacaktım kitabıma. Karnımı doyurup tüm ihtiyaçlarımı karşıladıktan sonra dikkatimi hiçbir şeyin dağıtmasını istemiyordum. Bu sırada Mete’nin kendinden önce içine düştüğü parfüm kovasından kokular yayıldı mutfağa. “Parfümü üzerine sıkman gerekiyordu. Şişede kaldı mı bari?”
Neyse ki insanı mutlu eden, güzel bir kokuydu. Yoksa çoktan onu evden kovmuştum. “Böyle olduğuna bakma, çok uçucu bir koku. Çok sıktım ki bir süre kalsın üzerimde. İki saat sonra hiç parfüm sıkmamışım gibi oluyor.”
“Diyorum sana ama parana kıyıp güzel bir parfüm almıyorsun.” Çok zor zamanlardan geçtiğini bildiğim için üstelemiyordum ama şu anki durumunda bile harcamakla ilgili sıkıntıları vardı.
“Gidip alırız bir gün. Şu anda acil ihtiyaçlarımdan değil. Arabamın anahtarını gördün mü?” Sehpayı işaret edip yemeğime geri döndüm. Ta ki aklıma o çıkmadan sormam gereken soru gelene kadar. Ayaklandığımda kapıdan yeni çıkmıştı. Hızlı adımlarla kapıya koşup arabasına yürürken durdurdum onu.
“Bugün kafedeki kitaplığı düzenleyebilir miyim?” diye sordum ama iç sesim çoktan kitabıma odaklanmam gerektiğini bağırmaya başlamıştı. “Çok uzun zamandır istiyordum ama bir türlü sana soramadım.”
“Çok istiyorsan…” diye mırıldandı başıyla onaylarken. “Dükkânı tuttuğum günden beri orada o kitaplık. Çocuklar arada bir tozunu alıyor, o kadar. Hangi kitaplar var,bilmiyorum bile. Eski gibiler… Okumak istediğin olursa çekinmeden alabilirsin.” Genişçe gülümseyip teşekkür ettiğimde bir şey söylemeden arabasına bindi ve saniyeler sonra gözden kayboldu.
Seviyeli ve sınırlı iletişimimizi seviyordum. Birlikte geçirdiğimiz zamanlar çok değildibelki ama sürekli birbirimizin etrafında gibiydik. Kafesindeki köşemde yazarken o genellikleçalışıyordu. Eve geldiğinde ise çoktan odama çekilmiş oluyordum. Alanlarımız ve sınırlarımız belliydi, bunun kendiliğinden oluşmuş olması rahatlatıcıydı.
Aslında son bir yıldır başka bir eve çıkacak gücü vardı ama ne ben gitmesini söylemiştim ne de o gitmek için harekete geçmişti. Böyle yaşıyorduk işte.
Kahvaltı masasını gelişigüzel toplayıp Sebahat Hanım’a biraz daha temiz bir mutfak bırakmaya çalıştım. Çok becerebildiğim söylenemezdi ama her ne kadar yardımcımız olsa da yapabileceğim ne varsa yapmaya çalışıyordum. Hazırladığı rahatlatıcı çaylar olmasa çoktan delirmiş olabilirdim.
Merdivenleri çıkarken duyduğum gıcırdama, tüm evi yıkmak istememe neden olacak kadar sinirlendiriyordu beni. “Dolunay zamanı mı acaba?” diye mırıldandım. “Nereye baksam sinirleniyorum.”
Odama girdiğim gibi pencereleri kapattım, yerlere saçılan kâğıtları toplayıp bugün kullanacağım çantaya defterimle birlikte koydum. Her çantamda beşten fazla kalemim vardı ve Mete, her zaman masamda ya da masamın yakınlarında kalem tutardı. Çoğu zaman sadece defterimi ve kâğıtlarımı taşımam yetiyordu, rahat ama mutsuz bir yaşantı sürüyordum.
Görmezden geldiğim telefonum aksi aksi çalmaya devam ediyordu yatağımın üzerinde. Muhtemelen editörüm arıyordu ama yakın zamanda aramalarını cevaplamaya niyetim yoktu. Yazdıklarım büyük bir kitle tarafından sevilip özenle takip edildiğinden beri hayatım daha garipti. Garip ama güzel… Görünmez bir destek gibiydi çoğu zaman.
Yine de kendime ve okurlarıma tek kelime bile yazamadığım bu dönemde tamamen içime kapanmıştım. Sosyal medya desen ayrı bir dertti.
Çantamı hazırladıktan sonra hâkî, diz altı, salaş bir elbise ve üzerine ekru, örme hırkamı giydim. Hasır görünümlü ayakkabılarımı da çıkardığımda tek dileğim gün içinde yağmur yağmamasıydı. Saçlarımı açıp taradıktan sonra yanlarından aldığım iki tutamı arkada birleştirip tel tokayla sabitledim. Genel olarak saçlarımı toplamayı sevmezdim ve yazarken en rahat ettiğim saç stiliydi bu.
En nihayetinde tüm hazırlıklarımı bitirip evden çıkmayı başarabildiğimde derin bir nefes aldım. Hafif esintili havada kafeye kadar yürümek iyi bir fikirdi belki ama o kadar enerjik hissetmiyordum. Sokağın başında beliren taksiye boş olmasını umarak el salladığımda neyse ki hemen önümde durdu ve kolaylıkla kafeye ulaşmış oldum.
Tesadüfen keşfettiğim bu mekân, nostaljik ve kendi içinde yoğunluğu olan bir yerdi. Küçük, kare taşlarla döşenmiş bir yol üzerinde; en fazla üç katlı, eski, ahşap evlerin arasındave taş duvarlara sahip ama bir o kadar da sıcak bir havası vardı. Çok büyük sayılmazdı içi, kendinden derin bir uğultu oluşturacak kadar da kalabalıklaşabiliyordu. Yine de ne kadar kalabalık olursa olsun bir masaya kimse oturamazdı. Mekânın tek cam duvarının önündeki şirin masam ve rahat koltuğum tamamen bana aitti. Kapıdan girdiğim gibi çalışanlar tarafından güzel gülümsemelerle karşılandım.
“İnci abla!” diye şakıdı on dokuz yaşındaki yarı zamanlı çalışan Ezgi. Ne zaman gelsem burada oluyordu ama sürekli çalışan olmayı reddeden bir yapısı vardı. İlginç biz kızdı esasında. Aynı zamanda bütün kitaplarımı okumuş ve seneler geçmesine rağmen hâlâyanımda olan okurlarımdan biriydi. “Bugün harika bir turta yaptı Mesut Şef. Bitmeden tatmanı istiyorduk. Getireyim mi?”
“Getirebilirsen çok sevinirim.” diyerek yanıtladım yerime kurulurken fakat elbette onunki gibi neşeli bir tona sahip değildim. “Kahvemi de her zamanki gibi yapabilir misiniz? Lütfen acele etmeyin.” Gözüm kitaplığa iliştiğinde kahvemden, yazmaktan ya da bir nebze keyfimi yerine getirebilecek turtadan çok daha fazla ilgimi çekmişti. “Bugün kitaplığı düzenlemeye başlayacağım. Kahve ve turtayı yarım saat sonra alabilirim. Mete’den izinliyim,merak etmeyin.”
“Mete Bey bizi bilgilendirdi,” diye sevimlice ekledi Ezgi. Saçlarını tepeden güzel bir şekilde toplamış ve yine rengarenk giyinmişti. Gülen yeşil gözlerine imrenmeden edemedim o an. Bir zamanlar benim de onun gibi olduğuma kim inanırdı ki? “Yardıma ihtiyacın olduğunda söyle, olur mu? Hemen gelirim.” Hafif bir gülümsemeyle başımı salladıktan sonra müşterilerle ilgilenmeye devam etti, ben de direkt olarak kitaplığa yöneldim.
Enteresandır ki üç seneden fazla bir süredir köşemin hemen yanında olmasına rağmen o kadar ilgim dışında kalmıştı ki yeni yeni ilgileniyor oluşum garipti. Tabii, yapmam gerekenden tamamen uzaklaşmak için farklı yerlere yöneldiğimi de inkâr etmiyordum.Yazmayı çok istiyordum ama bir o kadar da gergindim.
Şöyle bir göz gezdirdiğimde neredeyse yarısından fazlasının epey eskimiş olduğunu gördüğüm kitaplar kahverengi tonlarındaydı. Kimisinin sert kapağı aşınmış olsa da içini koruyor, kimisi erimiş sırt kısmına inat sayfalarını bir arada tutmaya çalışıyordu. Dikkatli olmamı söyleyen iç sesime katıldım bu sefer. Henüz ne üzerine olduklarını bilmesem de her kitap değerliydi benim için.
Birçok Türk ve yabancı yazarın bulunduğu bir kitaplığa denk gelmiştim. Orhan Kemal’den Maksim Gorki’ye, Sait Faik’ten Halide Edip’e kadar birçok yazarın kitaplarında dolaştırdım parmaklarımı. Kimin oluşturduğu kitaplığın önünde duruyordum, bilmiyordum ama kitap zevki epey hoşuma gitmişti.
Koyu renk ciltli kitapların arasından pudra pembesi bir kitap ilişti gözüme ve elime aldığımda dudaklarıma küçük bir gülümseme yayıldı. Elime aldığım ilk kitap içten içe umutsuz bir romantik olan ben için harika bir seçimdi. Sayfaları neredeyse kopmak üzere olsa da kapağındaki çizim bile içimi ısıtmaya yetmişti Melekler Bahçesi’nin. Kapağını dikkatlice araladığımda 1970 basımı olduğunu gördüm. Sahibi yoksa talip olacağım ilk kitap olmuştu şimdiden. Uzanıp kitabı masamın üzerine bıraktıktan sonra düzenlemeye devam ettim.
Etrafım birdenbire o kadar çok değerli eserle dolmuştu ki uzun zamandır bu kadar iyi hissetmemiştim. İlk rafı temizleyip çıkardığım kitapları yerine dizdikten sonra ikinci rafa giriştim. Çok iyi bir karardı kitaplık temizliği… Kitaplara dokundukça zihnim boşalıyor, yaşayacağım kurgum için yeterli alan açılıyordu. Ne kadar devam ettim, bilmiyorum ama dört uzun raflı, eski kitaplıkta üçüncü rafın ortasındayken saat epey ilerlemişti.
Derken omzumun üzerinden bir el önüme doğru bir kitabı uzattı. Biraz daha ayrıntılı bakabildiğimde kitaptan çok deftere benzediğini fark ettim. Başımı kaldırıp geriye doğru baktığımda ise defteri uzatan Mete’yi gördüm.
“Gelmişsin,” diye mırıldandım ellerimdeki kitapları temizlediğim rafa nazikçe bırakırken. Küçük, ahşap sandalyelerden birini yanıma çekip oturduğunda kitaplığın karşısında öylece oturmaya başladık.
“Öğleden beri burayla mı uğraşıyorsun? Yarına da bırakabilirdin.” Başımı olumsuz anlamda salladım ve gülümseyerek kitapları ayırmaya devam ettim.
“O kadar güzel eserler vardı ki… Kopamadım sanırım. Etrafım bir sürü yazarla sarılmış gibi hissettim. Aradığım dinlenme zamanı buymuş.”
“O zaman…” derken elindeki defteri bir daha uzattı bana. “Bunu da incelemek istersin belki. Ünlü bir yazarın değil ama tamamlayabilseymiş adını duyurma şansı varmış bence.”Uzattığı defteri elime aldığımda eskimişliğinin yanı sıra üzerindeki yaldızlı işlemeler dikkatimi çekti. Her zaman yaptığım gibi defterin ortasından bir sayfayı açıp burnuma götürdüm. Derin bir nefesle içime çektiğim koku, bir an için gözlerimin kapanmasına neden oldu.
“Mmm… Lavanta?”
“Ben de öyle düşünmüştüm.” Defterin ilk sayfasına dönüp sağ alt köşeye el yazısıyla yazılmış kelimeleri okudum. Behçet Aral, 1972.
“Buranın eski sahibi, gitmeden önce aşağıdaki odada bırakmıştı bu defteri. Uzun zamandır çekmecede duruyordu. İlgini çekebileceğini düşündüm.” İşin doğrusu, gerçekten de ellerimin arasındaki defter, önümde sıralı duran kitaplardan daha çok ilgimi çekmişti.
“Yarım mı kalmış?” diye sordum okumadığım sayfaları birer birer geçerken. “Yazısı çok güzelmiş.” Kendi yazımla kıyasladığımda yazısına hayran olmamak mümkün değildi.
“Sanırım öyle,” dedikten sonra ayaklandı ve sessizce yanımdan ayrıldığında ben de kendi köşeme çekildim. Oturduktan saniyeler sonra Ezgi, sanki bu anı bekliyormuş gibi kahvemi ve turtamı masama bıraktıktan sonra defterle baş başa kaldım. İkinci sayfanın ortasında kısa bir yazı vardı.
Keyfe keder olsaydı dertlerim, ne sana içerler ne de hasretini çekerdim. Cümlelerimde bul kendini, kendimi harflere gizledim…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıYarın Etkisi
- Sayfa Sayısı320
- YazarGamze Aydeniz
- ISBN0102000157
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Ciltli
- YayıneviEphesus / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Tarumarname ~ Meriç Eryürek
Tarumarname
Meriç Eryürek
Aşkın, okültizmanın ve kadim sırların romanı Nev’i şahsına münhasır ‘tanzimat tipi’ Tevfik Efendi ve bu efendinin acaib-ül garayıb irfanıyla perişan ettiği beyzade Kıyam Bey’in...
- Aşkın Gözyaşları- II / Hz. Mevlana ~ Sinan Yağmur
Aşkın Gözyaşları- II / Hz. Mevlana
Sinan Yağmur
En mahrem bir gecenin, en matemli anında akıyordu gözyaşları. Sırların habercileri, hızına yetişemiyordu gözyaşlarının. Çok konuştuk, biraz da susalım. Susalım ve ağlaşalım. Aşkın Gözyaşları...
- İnsan Kendine De İyi Gelir ~ Ahmet Büke
İnsan Kendine De İyi Gelir
Ahmet Büke
“Gece, Hatçam Teyze’yi eve bırakırken omuzuma dokundu. “Evlatçım, mesarif dediydim ama benim param buğdaylara yetti,” dedi. “Biliyorum Hatçam Teyze,” dedim. “Canın sağ olsun.” Ertesi sabah yine gün...