Chuck Palahniuk deyince akıllara ilk olarak tartışmasız Dövüş Kulübü geliyor; yazarın bu kült eserde yaptığı ve yapmaya çalıştığı şeyin çok daha kapsamlısını, çok daha başarılısını ve çok daha iyisini sorarsanız da bu hiç kuşkusuz Yargı Günü olacak.
Kendini beğenmiş, bunak siyasetçiler, artan genç erkek nüfus için kötü bir kader planlıyor. İşçi sınıfı erkekleri, soyluları gömmenin hayalini kuruyor. Üniversitelerdeki profesörler öğrencilere yalnızca kasvet ve buhran dolu bir gelecek vadeden teoriler öne sürüyor. Aylardır ülkenin dört bir yanında hareketlenmeye başlayan öfkeli adamlar, bu kişilere ve daha fazlasına karşı örgütleniyor, plan yapıyor ve başa geçmek için benzer düşüncelere sahip yoldaşlarla işe koyuluyor.
Bu adamlar sadece çok güvendikleri kişilere Yargı Günü’nün yaklaştığını haber veriyor. Yabancılarla konuşmuyorlar. Bir de bu uğurda hazırlanan, kılavuz niteliğindeki Yargı Günü adlı kitapta yer alan emirleri ezberliyorlar. Hesaplaşma günü için hazırlanıyorlar. Bir yandan da ölmeyi hak den kişilerin (profesörler, politikacılar, gazeteciler, akademisyenler vs.) bir listesini yapıyorlar.
Chuck Palahniuk, Yargı Günü’yle yine en iyi yaptığı işi yapıyor ve toplumdaki saçmalıkları ve aksaklıkları gayet sarkastik bir dille eşeliyor, bunu yaparken de siz kitabı yere atıp ondan tamamen uzaklaşmadan önce sizi ne kadar zorlayabileceğinizi görmek istiyor. Sahi, ne kadar dayanabileceksiniz?
*
İnsanlar hâlâ iyi niyetli herifin tekinden bahsediyor. Her topluluğun içinde var olan izci ruhlu birinden. Bir papazın yardımcısı, bir öğretmenin gözdesi, sağına soluna bakıp tek eliyle kapattığı ağzından bir şeyler fısıldayarak Güneydoğu Merkez Karakolu’na giriyor. Saat karanlığı geçmiş ve gece yarısını vurmuşken kapüşonu kalkık, kafası eğik, ne hikmetse güneş gözlüğü takan çocuk içeri giriyor. Kendisi Stevie Wonder falan değil. Beyaz sopası da yok yardımcı köpeği de. Fısıldayarak yetkili biriyle görüşüp görüşemeyeceğini soruyor. Nöbetçi polise soruyor. Fısıltıyla “Olacak bir suçu ihbar etmek istiyorum,” diyor. Nöbetçi polis “Kimliğin var mı?” diye soruyor.
Siperliğini olabildiğince aşağı çektiği, kapüşonunu da üzerine geçirdiği bir beyzbol şapkası takmış. Bu keyif kaçıran, endişeli vatandaşın sadece ağzı ve burnu gözüküyor, siyah eşofman üstünün sırtında terden koyu lekeler oluşmuş. Diyor ki: “Bunu sana söyleyecek değilim, tamam mı?” Kafasını iki yana sallıyor. “Hele ki ortalık yerde.”
Bu yüzden Bay Nöbetçi Polis, birilerini çağırıyor. Göstere göstere bir düğmeye basıyor, telefonunu alıyor ve tuşlara dokunuyor; gözlerini güneş gözlüklü çocuktan bir an olsun ayırmıyor, dedektiflerden birinin lobiye inip ifade alıp alamayacağını soruyor. Evet, olası bir ihbar. Memur, çocuğun ellerine bakıyor ama kapüşonlusunun cebine sokmuş olduğu için onları göremiyor. İyiye işaret değil. Memur sürekli kafasını sallıyor. “Ellerini görebileceğim bir yerde tutmak istemez misin?” der gibi çenesiyle işaret ediyor.
Çocuk lütfediyor ama sanki son yüz yıl boyunca işemek hatırından çıkmış gibi ağırlığını bir o ayağına, bir bu ayağına veriyor. Arkasındaki sokaktan içeri birinin girmesini beklermiş gibi boynunu uzatıp duruyor. Çocuk tamamen, “Burada böyle açıkta duramam,” kafasında.
Bu çocuk, kollarını sabit tutarken belden aşağısıyla sürekli hareket ediyor. Riverdance müzikalindeymiş gibi bir hali var ya da porno çekiyormuş gibi. Hani bir porno yıldızı kalçası git gel yaparken kameraya bakan kolunu, o tek kol anlaşılabilir bir utanç duygusuyla olay yerinden kaçmaya uğraşırmışcasına gevşek, geride, felçli gibi tutar ya, öyle. Nöbetçi memur, “Ceplerini boşalt,” diyor. Eliyle işaret edip bu doğrucu davutu, havaalanlarındakine eş metal detektör tüneline yönlendiriyor.
Bu Kartal İzci de cüzdanını ve telefonunu çıkartıp plastik kabın içine koyuyor. Uzun bir tereddütten sonra güneş gözlüklerini de. Sıradan Ulusal Güvenlik prosedürü. Çocuğun bakışları gergin. Baş başa verip endişelenen kaşlarının altında mavi gözleri var. Yüzünü öyle buruşturmuş ki bu ifade günün birinde ona kırışıklıklar bahsedecek.
Karakolda patlamayı, ateş etmeyi andıran bir ses çıkıyor, silah sesi gibi ama boğuk, dışarıdan geliyor olabilir. Çocuk yerinden sıçrıyor. Kesinlikle silah sesi.
Gelen dedektif, “Kafan mı güzel, evlat?” diye soruyor.
Çocuk hiç olmayacak birini çırılçıplak bisiklet sürerken arkadan görmüş gibi bakıyor. Sesi uçurumdan aşağı yuvarlanıyor, dibe inerken tizleşiyor. “Cüzdanımı geri alabilir miyim?” diyor. Dedektif “Her şeyin bir sırası var.” Devam ediyor: “Yaklaşan suikastlar için mi geldin?” diyor.
Çocuk, “Biliyor muydunuz?” diye soruyor.
Dedektif, çocuğa olayı başka kime anlattığını soruyor. Toplumun faydalı bir ferdi olan bu çocuk ise “Sadece aileme,” diyor.
Dedektif çocuğa cüzdanını, anahtarlarını, gözlüklerini ve telefonunu veriyor ve telefonla veya mesajla ailesini derhal buraya, karakola gelmeye ikna edebilir mi diye soruyor.
Dedektif gülümsüyor. “Vaktin varsa bütün sorularını cevaplayabilirim.” Kafasını tavandaki kameraya çeviriyor. “Burada değil.” Çocuğu, Amerika’nın bu yeni kahramanını betonarme bir koridora yönlendirip yangın merdiveninden indirerek üzerinde Yetkili Personel Harici Girilmez yazan metal birkaç kapıdan geçiriyor. Metal bir kapıya doğru götürüyor. Dedektif anahtarını kilidin içinde çeviriyor ve kapıyı iterek açıyor.
Çocuğun ailesi, yardımına geliyoruz, diye mesaj atıyor. Korkmamasını yazıyorlar. Metal kapının ardı karanlık ve pis kokuyor. Tıkanmış tuvalet kokusu. Çocuk, dedektifin peşinden gidiyor. Ailesi mesajla karakolun girişinde olduklarını söylüyor.
Burası en iyi kısmı. Dedektif ışıkları açıyor. Bu ispikçi, bu gammaz odanın ortasına yığılmış halde bir tomar kanlı kıyafet görüyor. Hemen ardından her kıyafetin kol kısmına bağlı birer el olduğunu görüyor. Sadece kıyafetler, ayakkabılar ve eller var çünkü kafalar ve yüzler yok edilmiş. Uzaklardan, başka bir odadan boğuk bir ses, “Bizi gerçekten birleştiren tek nitelik, birlik olma arzumuzdur…” diyor.
O vakit papaz yardımcımız yardım istemek için dedektife dönüyor ve tek gördüğü suratına doğrultulmuş bir namlu oluyor.
Tespit tertibatı, boruları ve gömülü elektrik kablolarını tarar taramaz kazmaları için talimatı veriyor. Spencer’ın Kiralık Kamyonları’nın kazıcı yükleyicisiyle, kepçesi en büyük olanıyla.
Kazma işlemleri ancak yarılanmışken talim alanından öğrenci olamayacak kadar büyük biri salına salına geliyor. Kadrolu biri. Hint desenleriyle süslü, belden büzgülü pamuk pantolonlardan giyen işgüzar biri. Deri sandaletlerin içine çorap giymiş. Üzerindeki kapüşonluda “Feminist Dediğin Böyle Olur” yazıyor. Bir şeyi kıvırıp koltuğunun altına kıstırmış. Alışılageldik kırlaşmış sakalları ve gözlükleri var. Kır sakallı bağırarak sesini duyurabilecek kadar yakına geldiğinde kolunu kaldırıp el sallıyor. “Bu iş için güzel bir gün,” diye de bağırıyor.
Evet, bir de atkuyruğu var. Futbol sahası boyunca aylak aylak ilerliyor. Sırtının yarısına kadar inen atkuyruğunu saymazsak kel. Güneşte parlayan tek bir küpesi var. Göz alıcı elmas bir küpe.
Şartname doksan metreye dokuz metre dikdörtgen bir çukurun kazılmasını gerekli kılıyor. Derinlik üç buçuk metre olmalı, zemin düzlenip altmış santim kalınlığında su geçirmez kille döşenmeli. Üzerine, taban suyuna doğru gelecek olası kaçağı yavaşlatmak için polietilen plakalardan oluşan boşluksuz bir bariyer yerleştirilmeli. Bu alan, suyu içilebilir herhangi bir kuyu ya da açık su yoluna en az dört yüz elli metre mesafede olmalı. Bunlar ülke genelinde kullandıkları değerlere eş, bir değirmende yer alan sıvı muhafaza göletlerindeki değerlere eş, yalnızca Birleşik Devletler Çevre Koruma Ajansı]* normalde zorunlu kılacağı sıkıştırılmış killi toprak eksik.
Kır sakallının koltuğunun altına kıvrılmış olan şey ne mi? Yoga mati. “Ne üzerinde çalışıyorsunuz, beyler?” diye soruyor kır sakallı. Kendisinden aşağı işçilerle vakit geçiren bir profesör o. Rufus diyor ki: “Kampüs düzenlemesi.” Bunu gülmeden söylemeyi nasıl başardı kim bilir ama “Fakülte için uzun vadeli bir yeraltı otoparkı,” da diyor.
Naylor kahkaha atacakken son anda elini yumruk yapıp ağzına götürerek öksürüyor ayağına yatıyor. Ostermann ona sert bir bakış fırlatıyor.
Profesör, “Bana Brolly deyin. Dr. Brolly,” diyor. Tokalaşmak için elini uzatıyor ama ilk anda hiçbirinden karşılık alamıyor. Naylor, Weise’a bakıyor. Rufus elindeki not panosunu kaldırıp üzerindeki kâğıt tomarını karıştırıyor. Ostermann sıkana kadar profesörün eli havada asılı kalıyor.
Rufus, “Brolly… Brolly…” diyerek elindeki kâğıtları karıştırıyor. Parmaklarıyla bir listeyi tararken şöyle diyor, “Siz, ‘Ayrıcalıklı Sömürgeci Avrupa’nın Getirdiği Kültürel Emperyalizmin Küstah Mirası’ diye bir ders mi veriyorsunuz?”
Profesör adamın elindeki not panosunu işaret edecek şekilde başını sallıyor ve “Neye atıf yaptığınızı sorabilir miyim?” diyor. Rufus, hiç sektirmeden “Çevresel etki çalışmaları,” diye cevap veriyor.
Naylor ve Weise sinir bozucu kahkahalar atıyor. Hıyar herifler. Sakinleşip profesyonel bir görünüme kavuşana dek diğer herkese sırtlarını dönüyorlar. Ostermann, “Götlük yapmayın!” diyene kadar kıkırdamaya devam ediyorlar.
Profesörün sakalının ardında kalan yüzü kızarıyor. Yoga matini bir o kolunun bir bu kolunun altına alırken, “Yalnızca üniversitenin Dünya’yı Yaralama Karşıtı Komite’si için çalıştığımdan dolayı soruyorum,” diyor.
Elindeki listeye bakan Rufus, “Burada başkan yardımcısı olduğunuz yazıyor,” diyor.
Naylor müsaade isteyerek kazıcı yükleyicinin operatörünü, damperli kamyonlar çukuru o taraftan dolduracağı için batı cephesine eğim vermesi gerektiği konusunda bilgilendirmeye gidiyor. Kimse çukurun öyle bir ağırlık altında çökmesini istemez. Weise, elindeki küreğe yaslanıp profesörün dikkatini çekmek için kafasıyla işaret ederek “Kapüşonlunuz güzelmiş,” diyor.
Kolunu kaldırıp saati görünecek şekilde bileğini sıyıran profesör göstere göstere saatin kaç olduğuna bakıyor. “Hâlâ amacınızı bilmek istiyorum,” falan diyor.
Burnu elindeki kâğıtlara gömülü durmayı sürdüren Rufus, “Ofisiniz hâlâ Prens Lucien Campbell binasında mı? Altıncı kat mıydı?” diye soruyor.
Profesör sarsılmış gözüküyor.
Weise sözü devralıyor, “Gerçek elmas mi?” Profesörün sol kulağına cuk oturmuş, mükemmel duruyor.
Futbol sahasının çimleri, kazının sınırına dek uzanıyor. Çimlerin altında koyu kahverengi yüzey toprağından bir boşluk görünüyor. Onun da altında aha bu kadar bir toprak altı kesiti var, onun altı ise tarih öncesine, dinozorlara falan uzanıyor. İdare binasının oradaki saat kulesinin çanları, saatin dört olduğunu bildirmek için çalmaya başlıyor.
Profesör, çukurun hemen kenarında tek dizinin üzerine çöküyor. Çukur bir yüzme havuzundan derin ve içinde ham çamurdan başka bir şey yok. Bir bodrum katından daha derin. Çamur ve solucanlar var. Dik kenarlar kepçenin dişleri tarafından tırmalanıp çizgi çizgi olmuş. Toprak parçaları kopup kopup çukurun dibine yuvarlanıyor.
Diz çökmüş profesör, çukura doğru eğiliyor. Anlayamayacağı şeye kafa yoruyor, fosil arıyor olabilir. Mezbahaya giden bir domuz kadar aptal, bariz olanı görmeyip yok olmuş bir medeniyetin son kalıntılarını tespit etmeye çalışıyor. Her ne olursa olsun, bütün ömrünü yokmuş gibi davranarak geçirdiği o kapkaranlık her şeye iyice, ağır ağır bakıyor.
Kahvaltılık gevrek kırıntıları, meyve aromalı yara kabukları gibi derisine yapışmıştı. Kırmızılardan bir tanesini tırnağıyla yolup ağzına attı. Gevrek parçası, kalktığı yerde küçük, yuvarlak bir dövme gibi kırmızı bir iz bıraktı. Oğlan gökkuşağı renklerinde bir leopara dönüşecekti sanki.
O sabah Nick, yatağa dökülüp sırtına yapışmış Froot Loops marka meyveli mısır gevreği parçalarıyla uyanıyor. Rengarenk yuvarlak lekeler yüzünden çarşafı Bonibon paketi gibi görünüyor. Önceki gece neler olduğunu hatırlamak için yere uzanıp telefonunu alıyor.
Ekranda, “Vereceğiniz bilgiler ödüllendirilir,” yazıyor. Bu, gece yarısından birkaç dakika sonra gelmiş bir mesaj. Cevap vermek istediğinde numaranın yanıta kapalı olduğunu fark ediyor. Telefon çaldığında hâlâ yatakta. Arayan kısmında “Özel Numara” yazıyor. Nick parmağıyla ekrana dokunuyor. “Konuş benimle,” der gibi bir hali var.
“Nicolas?” diye bir ses geliyor. Erkek sesi ama Walter’ın sesi değil. Babasınınki de değil. Kulak tırmalıyor, hırıltılı ama terbiyeli. Tanıdığı hiç kimse ona Nicolas diye seslenmez.
Yalan söylüyor. “Hayır, ben Nick’in arkadaşıyım.” Çişe gitmesi gerek. Telefondakine, “Nick dışarı çıktı,” diyor.
Telefondaki adam, “Kendimi tanıtmama izin verin,” diyor. Kulak tırmalayan sesiyle, “Adım Talbott Reynolds. Bayan Shasta Sanchez’in nerede olduğunu biliyor musunuz acaba?” Hırıltıyla konuşmayı sürdürüyor. “Kendisi var olan en çekici ve güzel yaratıktır.”
Nick yine yalan söylüyor. “Yardımcı olamayacağım.”
Telefondaki ses, “Büyüleyici Bayan Sanchez’i tanıyorsunuz, değil mi?” diyor.
“Hayır.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYargı Günü
- Sayfa Sayısı320
- YazarChuck Palahniuk
- ISBN9786257425506
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDüşbaz / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Üç Köşeli Dünya ~ Natsume Soseki
Üç Köşeli Dünya
Natsume Soseki
“Sadece aklın istikametinde hareket edersen insanlardan uzaklaşırsın. Duygularınla hareket edersen sürüklenirsin. Ruhunu açarsan ve dilediğin gibi yaşamazsan sıkışırsın. Nasıl bakarsan bak, insanlarla yaşamak zordur.”...
- Kayıp Zamanlar ~ Peter Hobbs
Kayıp Zamanlar
Peter Hobbs
Charles Wenmoth, İngiltere’nin güneybatısında hem vaaz veriyor hem de demirci olarak çalışıyor. Olay 1870’li yıllarda geçiyor ve o zamanlar Wenmoth gibi vaizler haftanın her...
- Karasevdalılar ~ Javier Marías
Karasevdalılar
Javier Marías
María Dolz her sabah işe gitmeden önce kahvaltı ettiği kafede adeta onun için bir mutluluk timsaline dönüşen evli bir çifti gözlemlemeye başlar. Bu, onun...