Tek bir söz bile, zihnimi şiddetli ve gaddar bir karmaşa içine sürükleyebiliyor ve bu sözümona minicik ve önemsiz şeyin düşüncesi giderek tüm benliğimi tepeden tırnağa ele geçirirken, şimdiki zamanın hayhuyunu anlamaktan âciz kalıyorum.
Joseph Marti, uzun süren işsizlik döneminden sonra, mühendis ve mucit Carl Tobler’in yanında iş bulur. Ne var ki tüm sermayesini kimsenin ilgilenmediği tuhaf icatlarına yatıran Tobler, aslında iflasın eşiğindedir.
Okuru 20. yüzyıl modernizminin ilk kriz yıllarına götüren bu romanda Walser aidiyet ve düzen gibi insani ihtiyaçların gitgide lüks halini almaya başladığı bir dönemin toplumsal ilişkilerini, unutulmaz Joseph Marti karakteri üzerinden anlatır. Salt maddi olarak değil, manevi değerleriyle de hızla kaçınılmaz iflasa doğru sürüklenen bir burjuva ailesini bu toplumsal ilişkilerin merkezine yerleştirirken, çöküşü hazırlayan nedenleri sorgulamaz. Onu ilgilendiren insandır. Yardımcı, modern zamanların yeni toplumsal düzeninde, eskinin çöküşünü yaşayan, ona maruz kalan ve ağırlığı altında ezilen sıradan insanı anlatır, onun duygularını dile getirir.
“Walser, masalın bittiği yerde devreye girer.”
Walter Benjamin
Bir sabah saat sekizde, genç bir adam şirin görünen, müstakil bir evin kapısı önünde durdu. Yağmur yağıyordu. “Yanımda bir şemsiye taşıdığıma,” diye düşündü orada duran adam, “neredeyse hayret edesim geliyor.” Zira önceki yıllarda asla bir şemsiyesi olmamıştı. Yere doğru dümdüz sarkan elinde kahverengi bir valiz tutuyordu; en ucuz cinsinden. Göründüğü kadarıyla bir seyahatten dönmekte olan adamın hemen gözü önündeki emaye levhada şunlar yazılıydı:
Teknik Büro / C. Tobler. Adam, kesinlikle çok alakasız bir şeyler üzerine kafa yorar gibi bir tavırla kısa bir süre daha oyalandı, ardından elektrikli kapı zilinin düğmesine bastı; bunun üzerine bir şahıs –ki her halinden hizmetçi kız olduğu anlaşılıyordu– kendisini içeriye almak üzere geldi. “Ben yeni memurum,” dedi Joseph, çünkü adamın adı buydu. Hizmetçi kız, adama içeriye girmesini ve hemen şuradan –eliyle yolu gösterdi– inerek büroya gitmesini söyledi. Beyefendi de birazdan gelecekti. Joseph, insanlardan ziyade tavuklar için yapılmış gibi görünen bir merdivenden indi ve hemen sağ kolda bulunan teknik büroya girdi. Bir süre beklemişti ki, kapı açıldı. Bekleyen adam, tahta basamaklardan inen sert adımlardan ve kapının açılış tarzından, gelenin beyefendi olduğunu derhal anlamıştı. Karşısında beliren görüntü, önden gelen bu kanıyı doğruladı sadece; gerçekten de evin reisinden, Sayın Mühendis Tobler’den başkası değildi bu. Tobler’in gözleri fal taşı gibi açılmıştı; öfkeli görünüyordu ve öyleydi de zaten. “Neden,” dedi, cezalandıran bakışlarını Joseph’e dikerek, “daha bugünden geldiniz ki? Ben sizi çarşamba gününe bekliyordum. Hazırlıklarımı tamamlamış değilim henüz. Çok mu aceleniz vardı? Ha!” Cümlenin sonunda gelen yarım yamalak bu hitapta, Joseph’e aşağılayıcı gelen bir şeyler vardı.
Bunun gibi kötürüm bir sözcük hiç de öyle dostça bir okşama gibi gelmiyordu kulağa. İş Bulma Kurumu’nda göreve pazartesi sabahı, yani bugün başlaması gerektiğinin kendisine iletildiğini söyleyerek karşılık verdi. Eğer burada bir hata olmuşsa o halde özür diliyordu, ancak bu konuda gerçekten de kendisinin yapabileceği hiçbir şey yoktu. “Bak hele, ne kadar da kibarım!” diye düşündü genç adam ve bu tavrına içten içe gülümsemekten alamadı kendini. Tobler öyle hemen affetmeye razı gibi görünmüyordu. Bu meselenin etrafında bir süre daha söylenip durdu, öyle ki zaten kırmızı olan kafası hiddetten giderek daha da kızarmaya başladı. Hiç “anlamıyor”du; bazı şeyler onu “hayret”lere düşürüyordu, vs. vs. Ortaya çıkan hatanın yarattığı şaşkınlık nihayet yatışmaya başladığında, Joseph’e hiç bakmadan, kalabileceğini söyledi. “Şimdi sizi gerisingeri gönderemem ya.” – “Aç mısınız?” diye de ekledi. Joseph, oldukça sakin bir tavırla aç olduğunu belirtti. Ama aynı anda cevabındaki sükûnete kendisi de şaşırdı. “Çok değil, altı ay önce olsa,” diye düşündü hemen, “böyle bir sorunun çetrefilliği gözümü korkuturdu, hem de nasıl!” “Gelin benimle,” dedi mühendis.
Bu sözlerle, yeni işe aldığı memurunu zemin katta bulunan yemek odasına çıkardı. Çünkü büro toprak seviyesinin altında, bodrum katında bulunuyordu. Oturma ve yemek odasında beyefendi şunları söyledi: “Oturun. Nereye isterseniz; fark etmez. Ve karnınız doyuncaya kadar yiyin. Ekmek burada. İstediğiniz kadar kesin kendinize. Çekinmenize hiç gerek yok. Fincanınıza bol bol kahve doldurun. Yeterince kahvemiz var. İşte tereyağı da burada. Gördüğünüz gibi, tereyağı yenilmeyi bekliyor. Ve burada reçel de var; reçele düşkünseniz eğer. Bunların yanına kızarmış patates de ister misiniz?” “Ah evet, neden olmasın, zevkle,” diyecek cesareti buldu Joseph. Bunun üzerine Herr Tobler, hizmetçi kız Pauline’yi çağırdı ve istenenleri geciktirmeden hazırlamasını buyurdu. Kahvaltı bittiğinde, aşağıdaki büroda, çizim masalarının, pergellerin ve etrafa dağılmış kurşunkalemlerin ortasında, iki adam arasında yaklaşık şöyle bir konuşma geçti: Tobler, kaba bir ses tonuyla, onun yanında çalışan biri olarak Joseph’in aklını kullanması gerektiğini belirtti. Bir makinenin kendisine bir hayrı dokunmazdı. Eğer Joseph işini aklı bir karış havada, gayesizce yürütmeyi düşünüyorsa bunu hemen oracıkta söylemesi yerinde olurdu; böylece Tobler de ondan ne beklenebileceğini bilirdi.
Tobler, çalışanlarından akıllıca ve bağımsız kararlar almalarını bekliyordu. Eğer Joseph kendisinin bu özellikleri taşımadığını düşünüyorsa o halde nezaket gösterip yol yakınken vs. Mucit bu noktada kendini tekrarlayıp duruyordu. “Ah,” dedi Joseph, “neden aklımı kullanamayacakmışım ki, Herr Tobler? Kendi adıma, benden isteyebileceğinizi düşündüğünüz şeyi, her zaman yerine getirebileceğime dair inancım ve umudum tamdır: Ayrıca bu tepede (Tobler’in evi bir tepenin üzerindeydi) şimdilik zaten sadece denenmek üzere bulunduğumu düşünüyorum. Karşılıklı anlaşmamız uyarınca gerekli gördüğünüz anda, işime derhal son vermenizi engelleyen hiçbir şey yok.” Herr Tobler, işin o raddeye varmasını beklemediğini belirtmeyi uygun buldu. “Joseph,” diye devam etti, onun, yani Tobler’in, biraz önce söylediği sözlere gücenmemeliydi. Sadece tatsız meseleleri daha yolun başındayken konuşmak gerektiğine inanıyordu ve bunun her iki tarafın da yararına olacağını düşünüyordu. Böylece herkes diğerinden ne bekleyeceğini bilirdi, ki en doğrusu da buydu. “Şüphesiz,” diyerek ona hak verdi Joseph. Amir, bu görüş alışverişinin ardından, kâtibine “yazışmaları yürütebileceği” yeri gösterdi. İçinde bir pul kutusu ve birkaç küçük kitapçığın bulunduğu bir çekmecesi olan, epeyce dar, ince ve fazlasıyla alçak yapılmış bir masaydı bu. Tezgâh –çünkü bu kesinlikle gerçek bir yazı masası değil, bir tezgâhtı sadece– bir pencerenin ve bahçe zemininin hemen dibindeydi. Toprağın üzerinden aşağıdaki engin göl ve uzaktaki karşı sahil göze çarpıyordu.
Tüm bunlar o gün çok bulanık görünüyordu, çünkü hâlâ yağmur yağıyordu. “Gelin benimle,” dedi Tobler ansızın, ve bunu söylerken yüzünde yakışıksız bir tebessüm belirmiş gibi geldi Joseph’e, “artık karım da bir görsün bakalım sizi. Gelin, sizi onunla tanıştıracağım. Hem daha sonra yatacağınız odayı da görmelisiniz.” Joseph’i birinci kata çıkardı; orada ince, uzun boylu bir kadın karşıladı onları. Bu “o kadın”dı. “Sıradan bir kadın,” oldu genç kâtibin aklından çabucak geçiveren düşünce, ama hemen ardından ekledi: “ama bir yandan da değil.” Hanımefendi bu “yeni” delikanlıyı alaycı ve aldırışsız bir ifadeyle inceledi; ama tavrı kasıtlı değildi. Hem soğukluğu hem de alaycılığı sanki doğuştan gelir gibiydi.
Kayıtsız, hatta uyuşuk bir hareketle uzattı elini, Joseph bu eli tuttu ve “evin hanımı” karşısında eğildi. İçinden bu unvanı vermişti ona; kendisini daha güzel bir mertebeye yükseltmek üzere değil, tam tersine onu gizliden gizliye bir an önce kırmak isteğiyle. Bu kadının davranışları, Joseph’in gözünde kesinlikle fazla kibirliydi. “Umarım burada bizimle birlikte olmaktan hoşlanırsınız,” dedi kadın, tuhaf bir biçimde kulak tırmalayan tiz bir sesle ve bu sırada ağzını hafifçe çarpıttı. “Tabii ya, ne demezsin. Çok tatlı. Bakın hele, ne kadar da dost canlısı. Göreceğiz bakalım.” Kadının iyi niyetli sözlerini dinlerken Joseph’in aklından bu tür düşünceler geçiyordu.
Sonra ona bakır kulenin tepesinde bulunan odasını gösterdiler; bir bakıma romantik ve seçkin bir odaydı bu. Ayrıca aydınlık, havadar ve sevimli görünüyordu. Yatak temizdi; evet ya, böyle bir odada gayet güzel yaşanırdı işte. Hiç fena değildi. Ve Joseph Marti, ki buydu tam adı, yukarıya çıkarken yanına almış olduğu valizi parke zemine bıraktı. Daha sonra Tobler’in ticari girişimleri konusunda kısaca bilgilendirildi ve yerine getirmesi gereken görevler hakkında kabaca aydınlatıldı. Dinlerken bir tuhaf hissediyordu kendisini; söylenenlerin ancak yarısını anlamıştı. Kendine neler olduğunu düşündü ve halini ayıpladı: “Bir düzenbaz mıyım ben; gevezenin teki miyim? Herr Tobler’i dolandırmaya mı çalışıyorum? O benden ‘kafa’ bekliyor; ama ben, ben bugün hepten kafasızım. Ama belki de işler yarın sabaha ya da hatta bu akşama kadar düzelir.” Verdikleri öğle yemeğini mükemmel buldu. Bir kez daha kaygıya kapılarak düşündü: “Nasıl? Burada oturmuşum, belki de aylardan beri hiç tatmadığım kadar lezzetli bir yemek yiyorum, ve Tobler’in girişimlerinin girdisinden çıktısından hiçbir şey anlamıyorum, öyle mi? Hırsızlık değilse nedir bu? Yemek olağanüstü; bana her bakımdan evi hatırlatıyor. Annem yapardı böyle çorbaları. Sebzeler ne kadar diri ve sulu, et de öyle. Bunun gibisini büyük şehirde nereden bulacaksın?” “Yiyin, yiyin,” diyerek teşvik ediyordu onu Tobler, “benim evimde iştahla yenir, anladınız mı? Ama sonra da çalışılır.”
“Beyefendinin gördüğü gibi, zaten yiyorum,” diyerek öylesine mahcup bir karşılık verdi ki Joseph, bu onu neredeyse öfkelendirdi. Düşündü: “Sekiz gün sonra da beni böyle yemeğe zorlayacak mı acaba? Bu yabancıların yemeğine böylesine bayılmam ne kadar utanç verici bir his. Bu arsız iştihamı eşit büyüklükte bir verimlilikle mazur gösterebilecek miyim?” Tüm yemeklerden ikinci bir tabak daha doldurdu. Evet, o toplumun ta dibinden, büyük şehrin loş, suskun, yoksul köşelerinden çıkıp gelmişti. Aylardan beri kötü besleniyordu. Bunu fark etmişler miydi yoksa; düşününce kızardı. Evet, Toblerler, birazcık da olsa bunu mutlaka fark etmişlerdi. Kadın neredeyse acıyan bir ifadeyle defalarca bakmıştı ona. İkisi kız ve ikisi oğlan dört çocuk, onu aşırı yabani ve tuhaf bir yaratık gibi gözucuyla izliyorlardı.
Hiç çekinmeden sorgulayan ve soruşturan bu bakışlar, Joseph’in cesaretini kırmıştı. Bunun gibi bakışlar, insanın yabancı bir ortama düştüğünü; ötekiler için bir yurt olmuş bu yabancı ortamın sıcaklığını ve şimdi orada öylece oturan ve mümkün olan en kısa zamanda bu rahat, yabancı tabloya hevesle eklenmesi beklenen kişinin yurtsuzluğunu hatırlatır. Böylesi bakışlar yanan güneşin altındaki kişiyi bile dondurur, soğukluklarıyla ruha işler, orada bir an için buz gibi donar ve sonra yine geldikleri gibi gider. “Haydi bakalım. Şimdi iş başına,” diye bağırdı Tobler. İkisi de masadan kalktı ve emredildiği gibi çalışmak üzere, beyefendi önde, aşağıdaki büroya geçtiler. “Tütün kullanıyor musunuz?” Evet, Joseph tütün kullanmayı severdi.
“Oradaki mavi paketten bir puro alın kendinize. Çalışırken çekinmeden tütün kullanabilirsiniz. Ben de kullanıyorum zaten. Pekâlâ. Ve şimdi buraya bir bakın, bunlar; ama dikkatle bakın, ‘Reklam-Saati’ için gereken evraklar. İyi hesap yapabilir misiniz? Çok iyi öyleyse. Burada söz konusu olan öncelikle –Siz ne yapıyorsunuz orada? Delikanlı, küllerin yeri kül tablasıdır. Bana ait bu dört duvarın içinde düzen isterim ben– evet; öncelikle söz konusu olan; bir kurşunkalem alın elinize; şimdi; söz konusu olan, bir toplama işlemi diyelim; bu işletmenin kesin bir kazanç hesabını çıkarmamız gerekiyor. Şuraya oturun, gerekli bilgileri hemen şimdi vereceğim. Ve dikkatinizi bana verin lütfen, çünkü aynı şeyleri iki kere söylemekten hoşlanmam.” “İşe yarayacak mıyım?” diye düşündü Joseph. En azından, böylesine zorlu bir işi yerine getirirken tütün kullanmasına izin çıkması iyi bir şeydi. Purosu olmasa kafasına güvenebileceği konusunda ciddi bir kuşkuya düşerdi. Şimdi kâtip yazmayı sürdürürken Müdür de zaman zaman omzunun üzerinden eğilip ortaya çıkan işe bakıyor, bir yandan da göz kamaştıracak kadar beyaz, güzel dişlerinin arasına uzun, kıvrık bir puro sıkıştırmış, büronun içinde aşağı yukarı dolaşarak, şimdilik henüz bir parça deneyimsiz bir kâtip eliyle kâğıda aktarılan bir sürü rakam sıralıyordu. Maviye çalan duman çok geçmeden çalışan bu iki simayı bütünüyle örttü; dışarıda, pencerelerin önünde hava açıyor gibi görünüyordu; Joseph arada sırada camdan dışarıya bir göz atıyor ve gökyüzünde usulca gerçekleşen değişimin farkına varıyordu. Bir ara kapının önündeki köpek havladı. Tobler, hayvanı sakinleştirmek üzere, kısa bir süre için dışarıya çıktı. İki saatlik bir çalışmanın ardından Frau Tobler, çocuklardan birini göndererek onları ikindi kahvesine çağırdı. Hava düzelmiş olduğu için, sofra dışarıya, bahçedeki kameriyeye kurulmuştu. Şef, şapkasını kaptı ve Joseph’e, şimdi kahve içmeye gitmesini ve sonra da çalakalem yazdıklarını temize çekmesini söyledi; bu işi bitirene dek muhtemelen akşam olurdu zaten.
Ardından yürüyüp gitti. Joseph onun eğimli bahçeden geçerek tepeden aşağıya doğru yürüdüğünü gördü. “Boyu bosu ne kadar da heybetli,” diye düşündü; uzunca bir süre daha olduğu yerde kaldı ve ardından kahve içmek üzere, bahçedeki yeşil boyalı, sevimli kameriyeye geçti. Hafif bir şeyler atıştırırlarken kadın, Joseph’e sordu: “Daha önce işsiz miydiniz?” “Evet,” diye cevap verdi Joseph. “Uzun süredir mi?” Joseph ona öğrenmek istediklerini anlattı; acınacak durumdaki bazı insanlardan ve insan ilişkilerinden söz açtığı her seferinde, kadın derinden bir iç geçiriyordu. Bunu büyük bir kolaylıkla ve üstünkörü bir tavırla yapıyor, üstelik inlemelerini, sanki her defasında bu sesin ve duyumun tadını çıkarıyormuş gibi, ağzında gerektiğinden daha uzun bir süre yayıyordu. “Üzücü şeyler düşünmek,” diye düşündü Joseph, “bazı insanlara zevk veriyor anlaşılan. Başka insanlar nasıl gülüyorlarsa bu kadın da öyle iç geçiriyor; tıpkı onlar kadar neşeli. Bu mu şimdi benim hizmetine girdiğim hanım?” Daha sonra temize çekme işinin başına çöktü. Akşam oldu. Ertesi sabah kendisinin bir güç mü, yoksa bir sıfır mı; bir zekâ mı yoksa bir makine mi; bir beyin mi yoksa boş bir kafa mı olduğu görülecekti nasıl olsa. Joseph’in kanaatine göre, bugünlük bu kadarı yeterliydi. İşlerini toparladı ve kısa bir süre için de olsa yalnız kalabileceğine sevinerek odasına gitti. Valizini, yani sahip olduğu her şeyi bir hüzün içinde ağır ağır boşaltmaya başladı; bu sırada aklından şimdiye dek hep bu küçük valizi kullanarak gerçekleştirdiği sayısız taşınmalar geçiyordu.
Gösterişsiz nesneler insanın gözünde değer kazanır; bunu hissediyordu genç memur. Az sayıdaki çamaşırını, alabildiğine özenli bir tavırla dolaba yerleştirirken burada, Tobler’in yanında, kendini nasıl hissedeceğini sordu kendi kendine: “İyi ya da kötü, nasıl hissedersem edeyim, bir kez geldim artık.” Eski ipliklerden, paket iplerinden, boyun bağlarından, düğmelerden, dikiş iğnelerinden ve yırtılmış bez parçalarından oluşan yumağı yere fırlatarak, gayret göstereceğine dair kendi kendine söz verdi. “Eğer yemeğimi burada yiyecek ve burada uyuyacaksam artık, bunun karşılığında çaba göstereceğim,” diye mırıldanmayı sürdürdü: “Kaç yaşındayım şimdi? Yirmi dört! Artık gençlik çağı denilebilecek bir yaş değil bu; hayatta geri kaldım ben.” Valizini boşaltmıştı ve onu bir köşeye bıraktı.
Aşağı yukarı vaktin geldiğine karar verince akşam yemeğine indi, ardından köydeki postaneye, daha sonra da yatmaya gitti. Ertesi gün, bu kârlı girişimin Herr Tobler tarafından demiryolu işletmecilerine, lokanta sahiplerine, otelcilere vs. kiralanması düşünülen dekoratif bir saat olduğunu anlayan Joseph, bu sayede “Reklam-Saati”nin ayırt edici özelliğini de kavradığını düşündü. “Gerçekten de son derecede alımlı görünen böyle bir saat,” diye hesap yaptı aklından, “Bir veya birden fazla tramvay vagonuna, hem de özellikle herkesin gözüne çarpacak bir noktaya asılır; böylelikle yolda olan ve yolculuk eden insanlar, kendi cep saatlerini bu saate göre ayarlayabilir ve vaktin ne kadar geç ya da erken olduğunu her an bilirler. Bu saat gerçekten de hiç fena değil,” diye düşündü büyük bir ciddiyet içinde, özellikle de reklamcılık sektörüyle bağlantılı olması bakımından. Zaten bu amaçla saate, gümüş, hatta altından yapılmış gibi görünen bir ya da iki çift kartal kanadı eklenmiş; zarif bezemelerle donatılsınlar diye. Ve bu kanatlar ya da teknik ifadeyle öyle söylendiği gibi– bu alanlar, onları kazançlı ilanlar için kullanacak firmaların ayrıntılı adreslerinden başka neyle bezenebilir ki?
“Böyle bir alan pahalıya patlar; dolayısıyla, amirimin, yani Herr Tobler’in çok doğru bir biçimde vurguladığı gibi, sadece birinci sınıf ticaret ve imalat şirketlerini hedeflemek gerekecektir. İlan fiyatları peşin olarak ve yapılacak sözleşme uyarınca aylık taksitler halinde ödenir. Ayrıca bu saatleri, yurtiçinde ve yurtdışında, neredeyse istenilen her yere yerleştirmek mümkün. Bana öyle geliyor ki Tobler, en büyük umutlarını bu saatlere bağlamış. Elbette bu saatleri ve bunların bakır ve kalay süslemelerini üretmek çok paraya mal olur; bezeme ustası da parasını isteyecek tabii ama buna karşılık ilan ücretleri de muhtemelen ve umarız ki düzenli bir biçimde akacaktır. Bu sabah ne demişti Herr Tobler? Oldukça büyük miktarda bir para miras kalmış kendisine, ama o şimdiden bütün servetini bu ‘Reklam-Saati’ne dökmüş. On ya da yirmi bin mark civarında bir parayı saatlere dökmek ne tuhaf bir zevk. Bu ‘dökmek’ kelimesini aklımın bir köşesine yazdığım iyi oldu; yaygın bir biçimde kullanılan, üstelik çok yakında sürdüreceğim yazışmalarda yararlanmak zorunda kalacağım bir kelime gibi geliyor bana.” Joseph kendine bir puro yaktı. “Aslında bir süre kalmak için çok hoş bir yer, bu teknik büro. Bununla birlikte burada işlerin nasıl yürüdüğü, benim için birçok bakımdan hâlâ tam bir muamma. Yeni ve yabancı şeyleri kavramakta daima güçlük çekmişimdir. Bunun farkındayım, hem de nasıl! İnsanlar beni genellikle olduğumdan daha akıllı görüyorlar; bazen de görmüyorlar. Tüm bunlar ne kadar garip.” Joseph eline boş bir kâğıt aldı, kâğıdın tepesindeki firma antetini birkaç kalem darbesiyle karaladı ve çabucak şunları yazdı:
Sevgili Frau Weiß! Bulunduğum bu tepeden yazdığım ilk insan sizsiniz gerçekten. Sizinle ilgili düşüncelerim, şu sırada kafamın içinde uğuldayıp duran tüm düşüncelerden daha öncelikli, daha rahat ve daha doğal geliyor bana. Kiracınız olarak yanınızda geçirdiğim süre içinde, davranışlarım sizi sık sık şaşkınlığa düşürmüştü şüphesiz. Beni o donuk, münzevi varlığımdan, tüm o kötü alışkanlıklarımdan sıklıkla silkeleyerek nasıl uyandırmak zorunda kaldığınızı hatırlıyor musunuz hâlâ? Sevecen, iyi, sade bir kadınsınız siz ve belki sizi sevmeme izin verirsiniz. Ne büyük bir sıklıkla, açıkçası neredeyse her dört haftada bir, lafı fazla dolaştırmadan aylık kiram konusunda sabır göstermenizi rica etmek üzere odanıza girerdim. Beni asla utandırmadınız; daha doğrusu daima utandırdınız; ama iyiliğinizle. Size nasıl minnettar kaldığımı ve bunu size söyleyebildiğim için nasıl mutlu olduğumu bilemezsiniz. Saygıdeğer kızlarınız ne yapıyorlar ve nasıl yaşıyorlar şimdi? Büyüğü pek yakında evlenmiş olacaktır muhtemelen. Ya küçükhanım Hedwig? Hâlâ hayat sigortası yapan o şirkette mi çalışıyor kendisi? Neler soruyorum böyle! Yanınızdan daha ancak iki gün önce ayrıldığım düşünülürse pek aptalca sorular değil mi bunlar? Bana öyle geliyor ki sevgili, saygıdeğer Frau Weiß, sizin yanınızda sanki yıllar, yıllar ve yıllar boyunca kaldım; sizin-yanınızda-kalmış-olmak düşüncesi, içimi öylesine güzel, huzur dolu ve kalıcı bir hisle dolduruyor ki. Sizinle tanışmış bir insanın sizi sevmemesi mümkün olabilir mi?
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYardımcı
- Sayfa Sayısı280
- YazarRobert Walser
- ISBN9789750763922
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Olağanüstü Bir Gece ~ Stefan Zweig
Olağanüstü Bir Gece
Stefan Zweig
Olağanüstü Bir Gece, seçkin bir burjuva olarak rahat ve tasasız varoluşunu sürdürürken giderek duyarsızlaşan bir adamın hayatındaki dönüştürücü deneyimin hikâyesidir. Sıradan bir Pazar gününü...
- Harun ile Öyküler Denizi ~ Salman Rushdie
Harun ile Öyküler Denizi
Salman Rushdie
Öyküler, en karanlık sessizliklerin bile üstesinden gelebilir. Reşit Halifa, eşi Süreyya ve oğlu Harun’la birlikte Elifbaye ülkesinin “en hüzünlüden bile daha hüzünlü bir kent”inde...
- Disk Dünya 40: Buhar Kaldırmak ~ Terry Pratchett
Disk Dünya 40: Buhar Kaldırmak
Terry Pratchett
Geleceğin rotasını çizen “demir yollar”… Hayalî evrenlerin azametli mucidi Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya”nın ilk kez Türkçeye çevrilen kırkıncı kitabı Buhar Kaldırmak, Disk’i...