İnsanlar arasındaki fiziksel veya düşünsel her temasın zihindeki karmaşık örgüde nasıl iz bıraktığını ve duyguların hem biyolojik hem de evrimsel kökenlerini klinik hikâyelerle aydınlatan nefes kesici bir zihin yolculuğu.
Ünlü klinik psikiyatr ve nörobilimci Karl Deisseroth hayatını insan zihni hakkındaki gerçeklerin peşinde koşarak geçirdi. Beyne dair bildiklerini hastalarına duyduğu derin empatiyle birleştiren Deisseroth, Her Temas’ta “bozukluklarımız sağlam yanlarımız hakkında ne söyler?” sorusunun peşine takılarak ilginç zıtlıkların izini sürüyor.
Güncel araştırmalar ve birlikte çalıştığı hastalarına ait hikâyeler aracılığıyla kendi evrimsel tarihimiz ile gündelik hayatımızdaki sancılı anlar arasında köprü kuruyor: Yeme bozukluğu yaşayan genç bir kadın, beynin en ilkel dürtüsü olan açlığa karşı zihnin nasıl direnebildiğini gözler önüne sererken depresyon ve demans yüzünden sessizliğe gömülmüş yaşlı bir adam, insanların yalnızca mutluluğu değil, mutsuzluğu da hissedecek şekilde nasıl evrimleştiğini gösteriyor.
Her Temas, doğamızdan gelen bağ kurma ve anlam bulma özlemimizi zarafet dolu bir dille resmederek yalnızca beyne değil, tüm benliğimize dair anlayışımızı değiştiriyor.
“Deisseroth, heyecanlandırmak ve aydınlatmak gibi iki zor işi aynı anda başarıyor.” -GUARDIAN
“Gerçek ile kurgunun, hakikat ile hayal gücünün, yıkım ile arzunun bir karışımı.” -SCIENCE
“İnsan beynine dair bilgilerimiz bir devrim sürecinde ve Karl Deisseroth bu ilerlemede başı çekiyor. Şimdi maharetli bir yazar ve anlatıcı da olduğunu gösteriyor.” -NEIL SHUBIN, Canlılığın Tarihi’nin yazarı
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ 1
1. BÖLÜM
GÖZYAŞI DEPOSU 1 9
2. BÖLÜM
İLK KRİZ 5 7
3. BÖLÜM
TAŞIMA KAPASİTESİ 7 7
4. BÖLÜM
KESİK YARA 119
5. BÖLÜM
FARADAY KAFESİ 147
6. BÖLÜM
DOYGUNLUK 187
7. BÖLÜM
MORO 225
SONSÖZ 248
TEŞEKKÜR 267
NOTLAR 269
İZİNLER / HAKLAR 281
YAZAR HAKKINDA 282
ÖNSÖZ
Ses, ışık ve ısı sonrası
hafıza, istek ve kavrayış.
—James Joyce, Finnegan Uyanması
Dokuma sanatında çözgü iplikleri yapısal ve güçlüdür; başlangıç noktasından sıkıca sabitlenerek, kumaş dokunurken kesişen lifler için bir çerçeve oluştururlar. İlerleyen kenardan boşluğa doğru uzanıp örülü geçmişi karman çorman bugüne ve henüz şekillenmemiş geleceğe bağlarlar. İnsan öyküsünü işleyen dokuma tablonun kendine has çözgü iplikleri vardır. Kökeni Doğu Afrika boğazlarının derinliklerinde yatan ve milyonlarca yıl insan hayatının değişen dokularını birbirine bağlayan bu iplikler, fonda buz yarıklarının, eğimli ormanların, taşın, çeliğin ve ışıldayan nadir toprak elementlerinin yer aldığı uçsuz bucaksız piktograflar (resimyazılar) oluşturur. Zihnin iç işleyişi bu ipliklere şekil vererek içimizde her bireyin öyküsünün vücut bulabileceği bir çerçeve kurar. Kişiye özgü dokular ve renkler, anılarımız ve deneyimlerimizden oluşan ipliklerin kesişiminden doğar. Hayatı oluşturan bu ince atkı iplikleri, alttaki iskeleyi karmaşık ve bazen de güzel detaylarla sarmalayıp gizler. Buradaki hikâyeler, hastalarda bu kumaşın nasıl yıprandığını, zihinlerinde çözgünün olanca haliyle nasıl açığa çıktığını anlatıyor.
Acil psikiyatrinin akıllara durgunluk veren yoğunluğu, bu kitaptaki tüm hikâyelere bir bağlam sağlıyor. Sahnemiz insan zihninin ortak kumaşına ışık tutacaksa bozuk ruh hallerinin sayfalara mümkün olduğunca sadık kalınarak yansıtılması gereklidir. Bu nedenle hastalardan gelen belirti tanımları, bu deneyimlerin esas doğasını, gerçek tınısı ve ruhunu yansıtmak amacıyla değiştirilmeden, gerçek haliyle verilmiştir. Ancak mahremiyeti korumak için diğer pek çok detay değiştirilmiştir. Keza beyne farklı bir bakış açısı sunarak psikiyatriyi tamamlayan güçlü nörobilim teknolojileri de bazen bilimkurguyu andıran ve kuşkusuz tedirgin eden niteliklerine rağmen tamamıyla gerçektir. Burada tasvir edildiği gibi, bu yöntemler benimki de dahil dünya çapındaki laboratuvarlardan gelen hakemli makalelerden alınmış ve hiçbir değişikliğe uğramamıştır. Ancak tıp ve bilim bile insanın içsel yaşam deneyimini tarif etmekte tek başlarına yetersizdir. Dolayısıyla bu hikâyelerden bazıları bir doktor veya biliminsanının gözünden değil, hastanın perspektifinden, bazen birinci veya üçüncü şahıs olarak, bazen de başkalaşmış bir dilin yansıttığı başkalaşmış bilinç halleriyle anlatılmaktadır. Başka birinin iç derinliklerinin –düşünceleri, duyguları ya da anılarının– bu şekilde betimlendiği kısımlardaki cümleler ne bilimi ne de tıbbı yansıtmaktadır. Aslında hiç duymadığım, yalnızca yankısını hissettiğim seslerle sohbet kurmak için kendi hayal gücümden özenle, saygıyla ve tevazuyla çıkan sözlerden ibarettir. Alışılmadık gerçeklikleri hastanın gözünden algılamaya ve deneyimlemeye çalışma mücadelesi psikiyatrinin özünü oluşturur; hem gözlemcinin hem de gözlemlenen kişinin çarpıtmaları etraflıca ele alınır. Ancak terkidiyar edenlerin ve susturulanların, acı çekenlerin ve kaybolanların gerçek içsesleri ister istemez gizli kalır.
Burada hayal gücünün değeri belirsizdir ve herhangi bir değer iddiası da yoktur; ancak deneyimler, modern nörobilim ve psikiyatrinin birçok sınırlamasını ayrı ayrı ortaya çıkarmıştır. Hastaları anlama konusunda edebiyattan fikirler de uzun zamandır bana bir o kadar önemli geliyor. Bazen beyinde, mikroskop objektifinden daha fazla bilgi veren bir pencere açıyorlar. Zihin hakkında düşünürken edebiyata hâlâ en az bilim kadar değer veriyorum ve ömür boyu süren yazarlık aşkıma fırsat buldukça geri dönüyorum. Ancak bu aşk yıllardır üzeri bilim ve tıpla, kül ve kar misali örtülü bir köz parçasından ibaretti. Birbirinden bağımsız üç bakış açısı –psikiyatri, hayal gücü ve teknoloji ihtiyacımız olan kavramsal alanı bir şekilde birlikte şekillendirebilir; bunun sebebi, belki de ortak noktalarının çok az olmasıdır.
İlk boyutta, her biri bir ya da iki kişiye odaklanan klinik deneyimler serisiyle anlatılan bir psikiyatrın hikâyesi var. Tıpkı bir kumaş yıprandığında onu oluşturan gizli ipliklerin açığa çıkabilmesi (ya da bir DNA parçası mutasyona uğradığında hasarlı genin asıl işlevlerinin anlaşılabilmesi) gibi, bozuk olan şey, bozulmamış olanı tanımlar. Dolayısıyla her hikâye, sağlıklı insanların –hatta belki de bir doktorun– gizli içsel deneyimlerinin, psikiyatrik hastaların çok daha gizemli ve gölgeli deneyimleriyle nasıl açığa çıkarılabileceğini vurguluyor.
Aynı zamanda her hikâye, günümüz dünyasında ve binlerce yıldır süren adım adım yolculuğumuzda, yolumuzdaki ödün vermeden aşılamayacak engelleri aştıktan sonra ortaya çıkan içsel insani duygu deneyimini tahayyül ediyor. Bu ikinci seri, yalnızca hayatta olmayı sağlayan basit ve kadim devrelerin, nefes almaya, kasları kullanarak hareket etmeye ya da ben ile başkası arasındaki temel bariyeri oluşturmaya yönelik hücrelerin hikâyeleriyle başlıyor. Her birimizle dünya arasındaki bu en eski, en ilkel sınıra ektoderm adı verilir. Tek bir hücre kadar ince olan yalnız ve kırılgan ektoderm tabakası hem deriyi hem de beyni meydana getirir. Fiziksel veya psikolojik her şekliyle insanlar arasındaki temas sağlıklı sosyal durumlardan bozuk olanlara kadar spektrumun tamamında– bu antik sınır çizgisi sayesinde hissedilir. Hikâyeler, insan ilişkilerindeki evrensel kayıp ve yas duygularından mani ve psikoz eşliğinde gelen temel dış gerçeklik deneyimindeki derin çatlaklara ve sonunda iç benliğe kadar el uzatan bozulmalara uzanıyor: depresyonda görülebileceği üzere yaşamdan zevk alma yetisinin kaybı, yeme bozukluklarında olduğu gibi kendimizi besleme motivasyonunun kaybı, hatta hayatın sonunda demans ile benliğin kendisinin kaybı. Öznel iç dünyanın duygularından oluşan bu ikinci boyutta hayal gücüyle başlar, hayal gücüyle sona ereriz. Bu hem tarihöncesi hikâyelerde (duygular geride fosil bırakmaz; geçmişte hissedilenleri bilemeyeceğimiz için evrimsel psikolog olmaya kalkışmıyoruz) hem de günümüz hikâyelerinde geçerlidir (bugün bile başka bir insanın içsel deneyimini doğrudan gözlemleyemiyoruz).
Ama duyguların ölçülebilir etkilerinin bireyler arasında tutarlı olduğu durumlarda dikkatle uygulanan teknolojiyle söyleyebildiğimiz kadarıyla– beynin iç işleyişine yönelik deneysel içgörü elde etmek mümkündür. Üçüncü boyutta her hikâye, deneylerle destekli ve verilere dayalı bu hızla gelişen bilimsel anlayışı hem sağlıklı hem de bozuk ruh hallerinden ipuçları eşliğinde ortaya koyuyor. Her hikâyenin bilimsel arka planına yönelik kısa referanslar, kitabın sonundaki Notlar bölümünde yer alıyor. Meraklı okuyucular dilerlerse kişisel ilgi alanlarına göre buradaki çeşitli yollarda gezinebilirler. Bu bağlantıların her birinde birçok önemli ek katkıya referans veriliyor (yani bu bağlantılar aslında daha ileri araştırmayı destekleyen ilk basamak taşlarıdır) ama herkesin erişebilmesi adına bu kitapta yalnızca açık kaynak formatındaki alıntılar listelenmiştir. Dolayısıyla sonuncu boyut, bilimsel eğitimi olmayan, ancak buradaki her fikri ve konsepti kavrayıp sahiplenmeyi hak eden insanlara rehberlik etmek üzere çizilmiş bir bilimsel eksendir. Haliyle bu metin yalnızca bir psikiyatrın deneyimleriyle, insan duygularının nasıl ortaya çıktığını hayal etmekle, hatta en son nöro teknolojiyle ilgili değil. Bu üç bakış açısı sadece birer mercek görevi görüyor; her biri zihindeki duyguların ana gizemine farklı bir şekilde odaklı ve her biri aynı sahnenin farklı bir manzarasını sunuyor.
Birbiriyle tamamen alakasız bu üç bakış açısını tek bir görüntüde birleştirmek kolay değil ama insan olmak ya da insanlığa dönüşmek de kolay değil– ve sonuçta bu kitap, tamamen berrak olmasa da bir tür çözünürlük sunmayı başarabilir. Burada, yaşadıkları zorluklarla bize bu bakış açısını kazandıran hastalarıma ve içinde taşıdığı bilinen ya da bilinmeyen acıları, ortak yolculuğumuza ait uzun, karanlık, çaresiz, belirsiz ve bazen de güzel dokuma tablonun ayrılmaz bir parçası olan herkese– en içten saygılarımı ve şükranlarımı sunuyorum. Anlatıcının çarpıtmaları daha iyi anlaşılabilsin diye biraz kendimden ve izlediğim yoldan bahsetmek faydalı olabilir. Hepimiz gibi ben de nesnelden çok, öznelim ve insani bakış mekanizmasının kusurlu bir parçasından ibaretim. Küçükken yolumun psikiyatriye çıkacağına, hatta bu yolculuğun daha da alakasız mühendislik dünyasından geçeceğine dair hiçbir ipucu yoktu. Çocukluğum, yerinde duramayan ailemin tıpkı benim gibi kitap okumaya her şeyden çok önem veren annem, babam ve iki kız kardeşimin peşinde, küçük kasabalardan büyük şehirlere, Doğu’dan Batı’ya, oradan Kuzey Amerika kıtasının ortasına ve sonra tekrar geriye, devamlı yer değiştirerek geçti.
Birkaç senede bir yeni bir eve taşınıyorduk. Bir keresinde, Maryland’den Kaliforniya’ya kadar ülkeyi bir uçtan bir uca katederken babama arabada her gün saatlerce kitap okuduğumu hatırlıyorum. Boş zamanlarımda genellikle öykü ve şiir okurdum; bisikletle okula gidip gelirken bile o sırada okuduğum kitap gidonların üzerinde tehlikeli bir şekilde dururdu. Tarih ve biyoloji de okumama rağmen dilin yaratıcı kullanımları bana daha ilginç geliyordu; ta ki yolumda pusu kurmuş bekleyen, farklı türden bir fikirle çarpışana kadar.
Üniversitede ilk kaydolduğum ders, yaratıcı yazarlıktı ama o yıl diğer öğrencilerle sohbetlerde ve derslerde beklenmedik bir şey öğrendim: Yaşam bilimine yönelik belirli bir yaklaşım tarzı en karmaşık büyük ölçekli sistemleri sorgularken bile işe tek hücreleri anlamakla başlamak biyolojideki en derin gizemlerden bazılarını çözmeye yardımcı oluyordu. Tek bir hücreden nasıl vücut oluşabileceği, kan damarları boyunca sürüklenen dağınık tekil hücre gruplarında karmaşık bağışıklık belleklerinin nasıl oluşturulabileceği, muhafaza edilebileceği ve uyandırılabileceği ya da genlerden toksinlere ve virüslere kadar kanserin farklı sebeplerinin tek hücreye dayalı bir konseptte faydalı ve önemli olacak şekilde nasıl birleştirilebileceği gibi sorular uzun zamandır inatla cevap bekliyordu Büyük ölçekli karmaşık sistemlere küçük ölçekli basit anlayışın getirilmesi, birbirinden farklı bu alanların tamamında devrim yaratmıştı.
Bana biyolojinin ortak sırrı, bir yandan tüm sisteme, tüm vücuda dair bakış açısını korurken diğer yandan hücrelerin ve moleküler ilkelerinin düzeyine inmekmiş gibi geliyordu. Bu basit hücresel fikri, zihnin farkındalığın, duyguların, dil sayesinde canlanan hislerin– gizemlerine yayma ihtimaliyle birlikte içimde saf ve güçlü bir zevk uyanmış, Toni Morrison’ın “gerçekleşeceğinden emin olduğun çapkın beklenti”si gibi, birdenbire önünde bir yol görünce insanın içinde canlanan o evrensel kıpır kıpır sevinç haline kapılmıştım. Yurttaki arkadaşlarımla (ne tesadüf ki hepsi teorik fizikçiydi) yemek yerken yaptığımız sohbetlerde, bu duygunun astronomik uzay ve zaman ölçeklerinde gerçekleşen olguları araştıran kozmologlarla ortak olduğunu keşfettim. Onlar da ilk önce maddenin en küçük ve en temel biçimlerini, aynı zamanda ufacık mesafelerdeki etkileşimleri yönlendiren temel kuvvetleri düşünerek başlamışlardı ve sonuçta hem semavi hem de kişisel bir süreç ortaya çıkmıştı.
Sentez ve analiz duygusu birbirine eşlik ediyordu. Aşağı yukarı aynı zamanlarda, geleceğe dair çok önemli bir şey oldu ve nöral ağlarla tanıştım. Bilgisayar biliminin hızla büyüyen bu dalında, her biri hücreye benzeyen temel birimlerin bir araya gelmesiyle hiçbir yönlendirme ya da denetime ihtiyaç duymayan gerçek bellek depolanabiliyordu.1 Bu birimler kod içinde var olan basit soyut varlıklardan ibaret olsalar da programın çalışmasıyla sanal olarak birbirlerine bağlanıyorlardı.
İsminden anlaşılacağı gibi, nöral ağlar nörobiyolojiden esinlenmişti fakat söz konusu fikirler öyle güçlüydü ki bu bilgi işlem alanı daha sonradan makine zekâsı alanında derin öğrenme adı verilen bir devrim yaratacaktı. Derin öğrenme günümüzde insan araştırması ve bilgisinin neredeyse her alanını –yaptığı iyiliğe cevaben nörobiyoloji dahil yeniden şekillendirmek amacıyla hücre benzeri elementlerden oluşan büyük gruplardan faydalanıyor. Görünüşe göre, birbirine bağlı ufak şeylerden oluşan büyük gruplar doğru şekilde bağlanırlarsa hemen hemen her şeyi başarabiliyorlar.
Böylece duygu gibi gizemli bir konuyu hücre düzeyinde anlamak mümkün olabilir mi, diye düşünmeye başladım. Sağlıklı ya da hasta insanlarda uyumsal veya uyumsal olmayan güçlü duygulara ne sebep olur? Daha doğrudan sormak gerekirse: Hücreler ve bağlantıları düzeyinden bakınca bu duygular fiziksel olarak nedir? Bu benim için belki de evrendeki en derin gizeme dönüşmüştü; tek rakibi, evrenin kökeninin neye dayandığı, varlık sebebinin ne olduğu sorusuydu. Yalnızca insanlar duygularını yeterince tarif edebildiğinden, bu zorlu konuya yaklaşımda insan beyni elbette önemli olacaktı.
O zamanki fikrime göre insan beynine en fiziksel ve ayrıcalıklı erişime sahip olanlar, nörocerrahlardı; dolayısıyla benim için mantıklı olan yol, yani insan beynine yardımcı olmaya, onu iyileştirmeye ve incelemeye yönelik en doğrudan yaklaşımı sağlamanın yolu, nörocerrahi gibi görünüyordu. Bu sebeple yüksek lisans ve tıp eğitimim boyunca bu yönde ilerledim. Ancak tıp eğitimimin son yılına gelirken, tüm tıp öğrencileri gibi mezun olabilmek için psikiyatride kısa bir rotasyon tamamlamam gerekiyordu. O zamana dek psikiyatriye özel bir ilgim olmamıştı, hatta alanı tedirgin edici buluyordum. Sorun belki mevcut teşhis araçlarının öznel görünmesiydi ya da belki içimde bilinmeyen, henüz ele almadığım daha da derin bir mesele vardı. Sebebi ne olursa olsun psikiyatri, seçeceğim en son uzmanlık dalıydı. Öte yandan, nörocerrahideki ilk deneyimlerim bana güç vermişti: Ameliyathaneyi, titiz hassasiyet ve detaylara gösterilen özenin ölüm kalım meselelerinin getirdiği duygusallıkla yan yana gelişini, yüksek tansiyonlu ortamda dikiş atmanın odaklanma halini, yoğunluğunu ve ritmini seviyordum. Dolayısıyla cerrahi yerine psikiyatriyi seçerek ailem ve dostlarım kadar kendimi de şaşırttım.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYaratıcı Eylem: Bir Var Olma Biçimi
- Sayfa Sayısı292
- YazarKarl Deisseroth
- ISBN9786051983189
- Boyutlar, Kapak14 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDomingo Yayınevi / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Suçlu Zevkler – Anita Blake Vampir Avcısı ~ Laurell K. Hamilton
Suçlu Zevkler – Anita Blake Vampir Avcısı
Laurell K. Hamilton
Kimse ruhun karanlık arzularını New York Times çoksatan yazar Laurell K. Hamilton kadar iyi bilemez. Hamilton, Suçlu Zevkler’de bizleri Vampir Avcısı Anita Blake’le tanıştırıyor....
- Birimiz Ölmek Üzere ~ Karen M. McManus
Birimiz Ölmek Üzere
Karen M. McManus
Yeni bir oyuna hazır mısın, Bayview? Simon’ın ölümünden sonra bir sürü taklitçi türese de, Bayview Lisesi’nin dedikodu açlığı bitecek gibi değildi çünkü kimse gerçek...
- Dünya Sonu Savaşı ~ Mario Vargas Llosa
Dünya Sonu Savaşı
Mario Vargas Llosa
On dokuzuncu yüzyıl Brezilya’sının derinliklerinde Canudos adlı bir yer vardır; dünyanın bütün lanetlilerinin; hayat kadınları, dilenciler, haydutlar ve her tür paryanın evidir burası. Tarih...