Yetiştirme yurdunda büyüyen Sedef, bir gece kimsesiz yirmi dokuz çocukla
birlikte “damgalanır”.Artık bu kimsesiz çocukların tamamı Yarasa’dırve damgacıyı gören tek çocuk Sedef’tir.Sedef, o gece yaşananlardan sonra yurttankaçarak sokaklarda yaşamaya başlamış ancakkötü şans peşini bir türlü bırakmamıştır.
Düştüğü bu çukurdan çıkması için elinebir fırsat geçen Sedef’in iki seçeneği vardır:
Ya kaçıp kurtulacak ya da bundan sonrakihayatına sokaklarda devam edecektir.
Ancak beklenmedik bir olay her şeyi alt üst eder:Damgacı yıllar sonra ortaya çıkmış ve
damgaladığı otuz Yarasa’nın peşine düşmüştür.
*
1. BÖLÜM
Eylül yağmurları toprakla buluşurken, ellerini paltosunun cebine koyarak ıslak zemine bastı. Başındaki şapkası karanlık yüzünü gölgede bırakırken, eski binayı görüp adım atmayı bırakmıştı. Menekşe Çocuk Yurdu. Taş duvarlara monte edilmiş tabelaya uzun uzun bakmaktan kendini alamıyordu. Dudakları kıvrıldığında içini tarifi olmayan bir heyecan sardı, sonunda beklediği gece gelmişti. İlk kurbanını öldürdüğünde aldığı hazdan ve tatmin olma duygusundan fazlasıydı bu. Yeni bir şey deneme fikri tıpkı bir yılan gibi zihnine sızmış, ölümcül planlarının ilkini çocukların bedenine kazımak için buraya gelmişti.
Demir kapıyı ittiğinde kulübedeki adamın sandalyesinde uyuduğunu görünce keyfi yerine geldi. Anlaşılan, Müdire Hanım aldığı paranın karşılığını fazlasıyla vermişti. Çamurlu yoldan geçerek yurdun aralık bırakılmış kapısından içeri girdiğinde ışıkları yakmadan merdivenlere yöneldi. Geleceğini önceden bilen yaşlı kadın, elindeki şamdanla onu merdivenlerin yukarısında bekliyordu. Eski, beyaz geceliğinin üzerindeki ipleri sökülmüş, siyah şalına sıkıca sarılan kadın, onu görünce korkudan yutkundu fakat bazı şeyleri artık değiştiremeyeceğini o da biliyordu. Çocuklar zarar görmeyecekti, sürekli kendisine bunu hatırlatıyordu. Belki de bu, onun kendini kandırma şekliydi fakat bu yalana ihtiyacı vardı. Emekliliğini rahatça geçirecek kadar para ve çocukların güvende olacağının sözünü almıştı. Tüm hayatı, ailelerinin sokaklara attığı çocuklara bakmakla geçmişti. Şimdi ise yaşlanıyordu. Ona bakacak kimsesi olmadığı için en azından aldığı parayla emekliliğini rahatça geçirebilirdi, değil mi? Hem çocukların hiçbirine bir şey olmayacaktı ki. Onlar bu geceyi hatırlamayacaktı bile. Hayır, diye geçirdi içinden. Onlar iyi olacak, bu yaptığım yanlış değil. Her bir çocuğun geleceğini yaktığını bilmeden çıktı vicdanının muhasebesinden.
Yurda aldığı yabancının asıl planının korkutucu detayları aklına bile gelmezdi.
“Bu taraftan.” Müdire Hanım’ı takip ederek koridorda dümdüz ilerlediler. Dikkat çekmemek için loş ışıkta attıkları her adım, ayaklarının altındaki eski fayanslarda küçük tıkırtılar çıkartıyor, bu da yaşlı kadını daha çok tedirgin ediyordu. Nihayet duraksadıklarında çocukların koruyuculuğunu yapmayı bu gecelik bırakan kadın yatakhanenin büyük, ahşap kapısını gıcırdatarak açtı. Ondan aldığı ilacı buradaki tüm çalışanlara bir şekilde içirdiği için etrafta kimse yoktu. Çocuklar bile ilacın etkisiyle ağır bir uykuya dalmıştı. Derin bir nefes alarak yabancının içeri girmesi için kenara çekilirken son bir kez daha sığındı kendisine söylediği yalana: Onlara bir şey olmayacak.
Yabancı, peşindeki yaşlı kadınla içeri girdiğinde ranzalarında uyuyan çocukları görmek dudaklarının kıvrılmasını sağladı. Bulunduğu yerden her birini izlerken, geleceğe yönelik korkunç planının temelini atacak olmasının heyecanı vardı üzerinde. Gözleri yanan şömineyle buluşunca, hiç vakit kaybetmeden şömineye yaklaştı. Cebinde duran demir mührü çıkardı. Her hareketi aceleciydi. Mührü yukarı kaldırıp ucundaki yuvarlak sembole bakınca keyfi iyice yerine geldi, bu bir yarasaydı. Kanatlarını iki yana açmış, özgürlüğüne doğru uçmak ister gibi orada duruyordu. Kabartmalı yarasa simgesinin tasarımı, çok önceden bu gece için hazırlanmıştı. Fazla oyalandığını fark edince, bir parmak uzunluğundaki mührün uç kısmını kor ateşin közüne bastırdı. Mühür ısındıkça, deri eldivenin içindeki elinde de bir sıcaklık hissediyordu fakat amaçladığı haz, şu anda yaşadığı bu hafif acıdan çok daha fazlaydı. “Yaşları kaç?” Çatallı sesi gırtlağından hırıltılar şeklinde çıkarken yaşlı kadın ikinci kez yutkundu. “Buradaki çocuklar biraz daha büyük. Hepsi yedi ile on iki yaş arasında ve otuz çocuk var.” Otuz mu? Güldü, onlar gerçekten onun Yarasaları olmak için yaratılmışlardı.
Isınan demir mührün uç kısmı kırmızılaşınca, diz çöktüğü yerden doğrularak ona en yakın yatağa yaklaştı. Ranzasında uyuyan sıska çocuğun tişörtünün sol kolunu boştaki eliyle sıyırarak aşı izi olan yerine elindeki yarasa mührünü acımasızca bastırdı. Kızgın mühür çocuğun teniyle buluşunca cızırtılı sesler çıktı ve yanık et kokusu yükselmeye başladı. Ağır bir ilacın etkisinde olan çocuğun dudaklarından birkaç inilti çıksa da bu, onu uyandırmaya yetmedi. Bu gece aldığı ilaçlar acısını gizliyordu fakat yarın sabah kolundaki yarayı fazlasıyla hissedecekti. Havaya yayılan yanık et kokusu yaşlı kadını rahatsız ederken onu, sadece daha fazla tatmin etti. Canavarlara özgü bir içgüdüyle bundan zevk aldığını gizleyen tek şey, yüzünün yarısını kapatan şapkasıydı. Lakin kıvrılan dudakları, yine de onu ele veriyordu. Mühür soğumadan eğildiği ranzadan uzaklaştı. Arkasında bıraktığı siyah saçlı çocuğun kolu kızarmış, damganın yuvarlak çemberi teninde dikkat çeken bir yara oluşturmuştu. Acıyla kaşlarını çatıp, huysuzca yatağında mırıldanırken çektiği acı rüyasına yansıyor olacak ki dudaklarından belli belirsiz bir inilti döküldü: “Sedef…”
Kimsesiz çocuklara yaptığı ilk işkence o çocukla sınırlı kalmamış, neredeyse yarım saat boyunca tıpkı bir karabasan gibi sırasıyla her çocuğu ziyaret etmişti. Her beş çocuktan sonra mührü tekrar ısıtıp kor haline getiriyor, yaptığı işe ara vermeksizin kızgın mührü çocukların tenine basıyordu. Böylece yarasa mührünü sürekli kızgın ateşte ısıtarak tüm kurbanlarını sol kolundan damgalamıştı. İçerideki ağır yanık kokusundan dolayı yaşlı kadın kusmamak için kendisini zor tutarken o, şömineden çıkardığı mühürle son yatağın yanına gelmişti. Dağılmış saçları yastığa dökülmüş küçük kız çocuğunun üzerindeki ince askılı atlet sayesinde kolunu açmakla uğraşmadı. Onun üzerine eğilip sol koluna baktı ve tıpkı diğer çocuklara yaptığı gibi kızgın mührü onun koluna da bastırdı. Ancak mühür yatakta uyuyan çocuğun teniyle buluştuğu anda küçük kız çığlık atarak gözlerini açınca afallamıştı. Bu çocuğun ilacın etkisinde olması gerekiyordu fakat mavi gözlerini irice açan kız, onu tekmeleyerek kendisini ondan kurtarmaya çalışıyordu. Ağlıyor, minik elleriyle onu itmeye çalışarak avaz avaz bağırıyordu. Burada yanlış olan bir şeyler vardı, onun da uyuyor olması gerekiyordu.
Henüz yedi yaşında olan Sedef, kolundaki keskin acıyla gözlerini açtı. Üzerine eğilmiş bir gölgenin varlığını hissetti. O an tenindeki acıdan daha büyük olan bir şey varsa o da yatağının başucunda duran yabancıya karşı hissettiği korkuydu. Nefes nefese bağırarak ona acı çektiren adamı itmeye çalışıyordu lakin küçük bedeninde düşmanını savuşturacak gücü bulamıyordu. Canı çok yanıyordu, gözyaşları içinde çırpınarak ağlayıp hıçkırması bu korkunç yabancıyı durdurmuyordu. Islak kirpileri arasından ona işkence eden kişiyi bulanık görürken kaçmaya çalıştığı esnada kapının yanında gördüğü yaşlı kadın, korkusunu bir nebze de olsa hafifletti. Ona yardım ederdi, değil mi? Onu kurtarmak için gelmişti. “Müdire anne!” Onu çivilenmiş gibi tutan kollardan kurtulmaya çalışırken hıçkırıklar içinde, “Mü-müdire anne, yardım et!” diye yalvardı. Ağlayarak bir köşede durmuş onu izleyen kadından yardım istiyor, ona doğru gitmek için öne atılıyordu fakat müdire annesi sadece izliyordu. Neden izliyordu? Neden gelip onu kurtarmıyordu? Korktuğunu, acı çektiğini görmüyor muydu? Sedef korkunun kollarında boğuşurken ıslak gözlerle hâlâ müdire annesine bakıyor, gözyaşları içinde ondan yardım istiyordu ama müdire annesi sadece izliyordu.
Küçük, çelimsiz kız her ne kadar onun ellerini tırmalayıp ona güçsüz tekmeler savursa da bunların hiçbiri kesinlikle bir işe yaramamıştı. Kız çocuğunun hareketleri yavaşladı, yavaş yavaş çırpınmayı bıraktı, artık direnemeyecek kadar yorgun düştüğünü anlaması da uzun sürmedi. Onu bırakıp mavi gözlerine baktığında küçük kızın attığı çığlık kulaklarında yankılanıp durdu. Çığlığı öylesine gürdü ki bu ses yatakhanenin duvarlarına çarpıyor, onun kulaklarında yankılanıyordu. Çığlığı kesildi, yuvarlak yüzü solgun bir renk aldı ve küçük kız çektiği acıya daha fazla dayanamamış olacak ki bitkince yatağına yığıldı. Rüyasında gördüğü öcülerden birinin kendisini ziyaret ettiğini düşünüyordu. Fakat bilinci kapanmadan hemen önce konuşulanları duymuştu.
“Adı ne?”
“Sedef. İlaçlara karşı bağışıklığı çok güçlü, uyanacağını tahmin etmeliydim.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Annesi onu doğurmak istemediği için dokuz ay boyunca ağır ilaçlar kullanmış ancak Sedef, tuhaf bir şekilde bu ilaçlardan etkilenmemiş. İlaçlar ona hiç zarar vermemiş. Doğduğunda annesi biberondaki sütünün içine bir kutu uyku hapı koyarak ona içirmiş fakat Sedef, iki gün uyumak dışında ilaçlardan yine olumsuz anlamda etkilenmemiş. Altı aylık olduğunda ise annesi ondan kurtulmak için onu bir çöp poşetinin içine koyarak, poşetin ağzını sıkıca bağlayıp çöp kutusuna atmış. Onu havasız bırakarak öldürmeye çalışmış ancak birileri Sedef’in boğuk çığlığını duyarak onu kurtarmış. O günden beri Sedef burada.” Müdire, buradaki her çocuğun hikâyesini biliyor, hepsi adına üzülüyordu. Evet, belki para karşılığında çocukların damgalanmasına izin vermişti ama hepsi hâlâ yaşıyordu. Duyduğu vicdan azabını gidermek için yaralarıyla bizzat ilgilenip onları iyileştirecekti. Onlar en fazla bir hafta içinde toparlanıp eskisi gibi iyi olacaktı. Yarın sabah herkes çocukların nasıl damgalandığını merak edecek ama bu gerçeği kimse bilmeyecekti.
Biraz soğuyan mührün kapağını kapatan yabancının gözleri yataktaki kızı bulunca, “Yankı,” diye fısıldadı. “Bundan sonra onun adı Yankı,” dedi ve buradaki işini bitirerek çıkıp gitti. Sedef, onu duymuş ve gözlerini yorgunca kapatmıştı.
O gece soğukkanlı bir cani, gelecekte tüm kurbanlarını bulabilmek için damgalamıştı. Bu durum onun için bu oyunu daha zevkli kılacaktı. Büyümelerine ve yaşamalarına izin vermişti, ta ki zamanı gelene kadar!
Doğru zamanda, hepsi nerede olursa olsun onları bulacaktı çünkü mühürlü çocukların her biri artık onun kurbanıydı.
Sedef, o yağmurlu gecede, kolunda yarasa mührüyle yurttan kaçmıştı.
2. BÖLÜM
Gözyaşlarım hızla akarken, burnumu çekerek elimdeki işi bitirmeye çalıştım. Buram buram soğan kokan mutfakta, alnımdaki teri elimin tersiyle silerek derin bir nefes almak istedim fakat burnumun direğini sızlatan soğan kokusu gözyaşı kanallarımı açmıştı ve beni ağlatıyordu. Tahtanın üzerindeki her bir soğanı doğramam sadece otuz saniyemi alıyor olsa da bu sebzeden nefret etmeden duramıyordum. Ağlamaya devam ettikçe elimdeki keskin bıçağı daha hızlı kullanıyor, beni ağlatan soğanlardan kendimce intikam alıyordum. Her ne kadar arada bunu yapsam da hiçbir zaman ağlamaktan hoşlanmadım. Kimse gözyaşı dökmeyi sevmez ama ben gereksiz yere döktüğüm gözyaşına sebep olan her şeyden otomatik olarak nefret ediyorum, tıpkı soğanlardan nefret ettiğim olduğu gibi. Tamam, soğan yemeklerin tadı tuzu ama beni ağlatıyorsa o olmadan da bir yemek çok lezzetli olabilir. Ayrıca bu soğan doğrama işi neden her defasında bana veriliyor ki? Bu insanların küçük olanı daima ezmek gibi bir alışkanlığı olmalı. Kendimi evin en küçük çocuğu gibi hissediyorum. Tek fark, normal bir aile en fazla on kişi olurken burada bir hayli kalabalık olmamızdı. Son soğanı da doğramayı bitirdiğimde hepsini büyük cam kâsenin içine koyup musluğun altında ellerimi yıkadım. Şükürler olsun ki sonunda bitti!
“Yankı, buraya gel.” Ocağın başındaki Oya abla bana seslenince, ayaklarımı vura vura isteksizce ona doğru yürüdüm. Bu durum, Oya ablanın bana sitem etmesine sebep oldu. “Bu yaştaki bir kız için fazla tembelsin.” Karıştırdığı patates püresinin başına beni geçirip büyük tahta kaşığı elime tutuşturdu. “İyice karıştır, dibi tutmasın.” Yemeklerin buharı yüzünden alnına yapışan birkaç tutam saçı bonesinin altına sıkıştırdı. Benden daha fazla yemesine rağmen her geçen gün yüzü daha da zayıflıyor, bedeni küçülüyordu. “Hadi, Yankı.” Aldığım yeni bir uyarıyla başımı eğip iyice sertleşen püreyi karıştırmaya başladım. O da koşarak makarna tenceresine doğru gitti. İyi, en azından yine tepemde dikilerek doğru yap şu işi diyerek beni süründürmeyecekti.
Kaşığı tutan bileğim karıştırma işini yapmaktan ağrıyınca, “Oya abla, bu oldu sanki,” diyerek ocağın altını kapatmayı düşündüğüm esnada, Oya ablanın yerine yemekhanenin mutfağında farklı bir ses yankılanmıştı. “Mahkûm Yankı Sarmaşık!” Evet, uzun zamandır ismimin önüne koyulan bir sıfattı bu.
Gardiyan ismimi söylediğinde başımı kaldırınca, kapının önünde bana sert bir şekilde bakan adamı gördüm. Gardiyan üniformasının koyu lacivert rengi karanlık kişiliğiyle bütünleşmişçesine korkunç bir görüntü sunuyordu ve ben, yıllar geçmesine rağmen hâlâ onlardan birine bakarken ürperiyordum. Saygı duruşuna geçmiş gibi ellerini iki yanına sarkıttı, böbürlenir gibi omuzlarını dikleştirerek göğsünü havayla doldurdu. Ona göre bu, mahkûmları sindirmek için iyi bir gizlenme şekli olabilirdi ama buradan bakınca kocaman göbeğinden kurtulmak için onu içine çeken bir adamı anımsatıyordu. Hadi dercesine hafifçe kaşlarını çattı, istediğim son şey bir gardiyanı kızdırmaktı. “Oya abla, sen devam eder misin?” Sol tarafımdaki kadına dönünce her ne kadar başını sallayarak kabul etmiş olsa da tıpkı mutfakta çalışan birkaç kişi gibi o da aylar sonra İlyas gardiyanın beni neden çağırdığını merak ediyordu.
Üzerimdeki önlüğü ve saçlarımdaki boneyi çıkararak yemekhanenin kapısının önünde beni bekleyen gardiyana doğru yürüdüm. Tuba teyze, merakına yenik düşmüş olmalı ki salata için domates doğramayı bırakıp İlyas gardiyana döndü. “Kızı nereye götüreceksin?” Burada beni koruyan, bana sahip çıkan sayılı kişilerden biriydi. Toplasan beş kişiyi bulmazdı koğuştaki sevenlerim.
“Müdür çağırıyor!” Kaşlarını çatan gardiyan, genelde bize karşı çok kaba ve kırıcıydı.
“Neden?” Ilgaz ağzındaki sakızı patlatarak yanımdaki yerini aldı, burada belki de gerçek anlamda değer verdiğim tek kişiydi. “Yıllardır burada ama bugüne dek tek bir ziyaretçisi bile olmadı, yani ziyaretçi için çağırmış olamaz.” Eliyle beni göstererek mutfaktakilerin dikkatini üzerime çekti. “Yankı’nın en kötü huyu sakarlığı, onun dışında buradaki kimseye zararı yok, ceza için de olamaz. Geriye sadece beraat etmesi kalıyor ama buna da daha iki yıl var. Bu müdür yıllar sonra niye çağırıyor onu?” Ilgaz sadece benden iki yaş büyük olsa da geldiği ilk günden beri bir abla gibi bana sahip çıkmıştı. O, gerçekten karşılıksız seven nadir insanlardandı.
İyice sabrı tükenen gardiyan bana doğru yürüyünce onu kızdırmayı başardığımızı anladım. “Yeter!” Kolumu sertçe kavrayıp tırnaklarını geçirirken mutfaktakilere uyarı dolu gözlerle bakıyordu. Elini kolumdan çekmeliydi! “Dönünce ne olduğunu öğrenirsiniz. Şimdi çekilin yoldan, daha fazla canımı sıkmayın!” Kimseye itiraz etme fırsatı tanımadan koluma işkence eden pençeleriyle apar topar beni peşinden sürükledi.
Yemekhaneden çıktığımızda kolumu çekerek ondan kurtardım. “Yolu göstersen yeter.” İnsanların bana dokunmasına dayanamıyordum. Bu, her defasında beni rahatsız ediyor, sinir krizi geçirmeme neden oluyordu.
Ben istemediğim sürece kimse bana dokunmamalı!
Rutubetli, loş koridoru geçip merdivenleri çıkınca daha temiz bir koridora girmiştik. Burada ışıklar hep gri, renkler fazla soluktu. Dört duvarın karanlığıyla geçiyordu hayatımız, cezaevinin kirli duvarları arasına asla canlı renkler uğramıyordu. Günün belirli saatlerinde avluya çıkardık ama bu çok kısa sürüyordu ve cezaevinin tel örgülü uzun duvarları arasında arzuladığımız temiz havaya ulaşamıyorduk. Etrafına bakıyorsun, her yerde uzun duvarlar… Boğuluyor gibi oluyorsun ve gökyüzünü görmek istiyorsun ama gökyüzü bile tüm renklerini yitirmişçesine kasvetli bulutlarla kuşanıyor. Bir köşeye çekiliyorsun, belki de bir duvar dibine… Sonra uzun uzun bakıyorsun gökyüzüne. Bulutların ötesinde bir ışık görmek istercesine bakıyorsun ancak ne kadar bakarsan bak, hep aynı kasveti görüyorsun. Nefret saklandığı yerden çıkıyor, kuşatıyor seni. Özlemini çektiğin her şeye duyduğun büyük, yakıcı bir nefretten bahsediyorum. Bir süre sonra kabullenip asla güzel şeylere sahip olamayacağını anlayarak hayattan beklentilerin düşüyordu. Geriye kalan tek şey ise sana dayanma gücü veren yaşanmışlıklara olan nefretin oluyordu. Sahip olduklarımıza ve asla sahip olamayacağımız şeylere duyduğumuz nefretti bize kalan. Burada hiçbir şey yoktu; ne bir çimen kokusu vardı ne de çıplak ayaklarla üzerinde yürüyeceğiniz bir avuç toprak. Bir seferinde Ilgaz, yalvar yakar küçük bir saksı begonyayı koğuşa aldırmayı başarmıştı ama tüm çabalarına rağmen onu yaşatamamıştı, solmuştu çiçekleri. Oysaki koğuşa geldiğinde ne kadar da canlı ve güzeldi… Lakin bir ay içinde boynunu bükmüş, taç yapraklarını usul usul dökmüştü.
O gün ağlamıştı Ilgaz. “Ölüyor Yankı, buraya giren her şey tıpkı bizim gibi ölüyor!” demişti. O gün Ilgaz’ı ağlattığı için bir kez daha çiçeklerden nefret etmiştim ama haklıydı, burası içine aldığı her şeyi öldürüyordu.
Etraftaki gardiyanları umursamadan İlyas’ı takip etmeye devam ettim, bir kapının önünde durup kapıyı hafifçe tıklattı. Bedeninin üst kısmını aralık kapıdan içeriye doğru uzatarak, “Mahkûm Yankı Sarmaşık geldi, efendim,” dediğinde kısa sürede içeriden farklı bir ses duymuştum: “İçeri al.” İlyas kenara çekilerek geçmem için bana yol verince derin nefesler eşliğinde içeri girdim. Gardiyan ise peşimden kapıyı kapatarak gitmişti.
Ayaklarımı hareket ettirerek odanın içine doğru yürüdüm. Uzun zaman sonra kaldığım koğuş dışında bir yere gelmiş olmanın tedirginliği vardı üzerimde. Ahşap eşyaların çoğunlukta olduğu odayı yabancı gözlerle süzerken buldum kendimi. İnsan, yabancısı olduğu bir yerde gördüğü her şeye merakla bakardı, bundan dolayıydı sol taraftaki metal dolabın üzerinde duran mavi dosyalara uzun uzun bakışım. Hemen sonrasında tam karşımdaki masanın üzerindeki dağınık kâğıtlar dikkatimi çekmişti. Sandalyesinde oturan müdürün bir eli masadaki kâğıt yığınının üzerinde duruyor, diğer eli siyah takım elbisesiyle uyumsuz duran sarı kravatını çekiştiriyordu. Aylardan sonra ilk kez gördüğüm müdürün adının Faruk Tarcan olduğunu, her an masadan düşecekmiş gibi duran küçük, dikdörtgen isimlik sayesinde anlamıştım. Oval yüzü fazla sıkıntılıydı, saçsız başındaki terler alnına doğru süzülüyordu. Koyu siyah gözleri sürekli sağ tarafa kayıyordu, bu durum endişesini daha çok büyütüyor gibiydi. Bir şeyler onu tedirgin ediyor veya korkutuyor olmalıydı çünkü aldığı hızlı solukların havaya karışan seslerini duyabiliyordum.
Sürekli kaçamak bakışlar attığı yerde ne var diye merak ederek başımı çevirince, pencerenin yanında, ayakta sırtı bize dönük birinin dışarıya baktığını gördüm. Bize doğru dönmediği için yüzünü göremesem de koyu kahverengi uzun saçlarının gür ve parlak oluşu göz kamaştırıcıydı. Sırtıyla bakışıyordum lakin buraya ait olmadığı öyle belliydi ki sanki geçerken uğramış veya adres sormak için yolu mecburi bir şekilde bu cehennem çukuruna düşmüş gibiydi. Uzundu, evet gerçekten çok uzun bir boyu vardı. Sanki dünyaya yukarıdan bakmak için doğmuş gibi bir his yaratıyordu insanda. Beyaz tişörtünün altında bile sırt kasları kendisini belli ediyordu, dik duruşuna güçlü omuzları da eklenince merak duygum arşa kadar yükselmişti. Bacaklarını saran kot pantolonunda tek bir kırışık yoktu. Pahalı olduğu her halinden belli olan ayakkabıları, burada ne sıfatla bulunduğunu sorgulatıyordu. Elleri ceplerindeydi, bir kez bile olsun başını çevirip ne bana ne de müdüre bakmıştı. Sanki biz burada yokmuşuz gibi rahat bir tavır takınmıştı, bu da bende daha fazla merak uyandırıyordu.
“Otur, Yankı.” Müdürün titrek sesiyle bakışlarımı pencereden dışarıyı izleyen adamdan çekerek müdürün eliyle gösterdiği masasının önündeki koltuğa oturdum. Fazla paniklemiş olması dikkatimden kaçmıyordu. Onu korkutan şey, odadaki üçüncü kişi olabilir miydi?
Oturuşumu düzelterek nihayet ecel terleri döken müdüre döndüm ve merak ettiğim soruyu sorma fırsatı bulabildim: “Beni neden çağırdınız?” Sorumu duymamış gibi endişeli gözleri o gizemli adamı bulmuş, hafif öksürerek yeniden bana dönmüştü. Allah aşkına, bu adamın nesi vardı?
Ondan gerçekten korkuyor gibiydi.
Nihayet bir dakikanın ardından masasının çekmecesinden birkaç evrak çıkartarak bir kalemle birlikte önüme koydu. “Mahkeme kararıyla beraat ettin. Dosyanı imzaladıktan sonra gidip eşyalarını topla çünkü çıkıyorsun.” Ne? Çıkıyor muyum? Şaşkınlığım bakışlarıma yansırken, gözlerimi irice açarak şoka girmiş bir halde ona bakıyordum. Ne demişti öyle? Beraat mı ettim? Şaka yapıyor olmalıydı çünkü bu dediği şeyin oluru yoktu. Buraya gelirken aklımda birçok senaryo ürettiğim doğruydu hatta beni Ilgaz’dan ayırmak için farklı bir koğuşa gönderecekleri bile ihtimallerimin arasındaydı lakin beraat etmek… Yok artık! Bir yanlışlık olmalı, cezamın bitmesine daha var.
“Ama daha iki yılım var.” Bu sefer sesi titreyen bendim çünkü bu, beklemediğim bir şeydi. Beş yıl boyunca tutsak olmak bazı alışkanlıkları kendisiyle beraber getiriyordu. Hiç çıkamayacağımı düşünmek gibi kötü alışkanlıkları…
On dört yaşımda, hüküm giymiş çocukların gittiği ıslahevine mahkûm edilmiştim. Dört yıl boyunca buradan bir farkı olmayan o yerde kalmıştım. İstanbul’un gözden çıkarılan semtlerinden olan Nizam’daki ıslahevi benden dört yılımı almıştı. On sekizimde çıktığım ilk mahkemeden sonra kendimi aynı semtte olan bu kapalı cezaevinde bulmuştum. İki yılım da burada heba oldu, evet, şu anda kayıtlarda on dokuz görünüyorum ama yirmi olmama sadece birkaç ay kaldı, yani bir nevi burada iki yılım geçti diyebilirim. Ne ıslahevinde ne de burada tutuklu geçirdiğim günlerde bir Allah’ın kulu bile ziyaretime gelmişti. Yıllar sonra ilk kez çağırılıyordum ve bana beraat ettiğim mi söyleniyordu? Hayır, kesinlikle bunda bir yanlışlık olmalıydı.
“Öyleydi, daha iki yılın vardı.” Başını sallayarak beni onayladı. “Ancak davanda bir gelişme oldu. Lehine kanıtlar bulan avukatın bunu mahkemeye sununca, mahkemeye bile çıkmana gerek kalmadan beraat kararın onaylandı.” Bu adam benimle dalga mı geçiyor, mahkemeye çıkmadığım halde beraat kararım nasıl onaylanır? Bu tür yerlerde her şey prosedürüne uygun yapılırken buna kim inanır? Aptal biri değildim, sözlerindeki tutarsızlık göz ardı edebileceğim bir şey değildi. Burada benim bilmemi istemediği bir şeyler dönüyordu.
“İyi ama bildiğim kadarıyla benim hiçbir zaman avukatım olmadı. Zaten mahkemede özellikle beni savunacak bir avukat talebinde bulunmadım.” Ellerini ceplerinden çıkaran gizemli kişinin dışarıda dikkate değer ne bulduğunu merak ediyordum.
“Bir avukatın var.” Müdürün sesiyle tekrar ona döndüm. “Seni savunmak isteyen ve işinde çok iyi olan gönüllü bir avukatın var. Şimdi gereken evrakları imzala.” Kafam karışmış bir şekilde ona bakıp duruyordum. Avukatımın kim olduğunu sorsam eminim bunu bana söylemeyecekti. Hiç param yokken kimin beni savunduğunu merak ediyordum. Üstelik mahkemeye bile gitmediğim halde o avukat nasıl serbest kalmamı sağlamıştı? Avukatın güçlü bağlantıları olduğu kesindi, bunun karşılığında ne isteyeceği ise beni endişelendiriyordu.
Dosyaları müdüre doğru ittim. “İmzalamıyorum.” Adımlarımı etraflıca düşünmeden atmamayı uzun zaman önce öğrenmiştim. Bu işin altında yatan gerçeği öğrenmeden beni buradan zor çıkarırlar!
Şimdi aynı şaşkınlıkla o bana bakıyordu. “Anlamadım?” Yüz ifadesinden dolayı gülmemek için kendimi zor tuttum. Nesini anlamadı acaba? Oysaki az önce çok açık konuştum.
“O avukat beni serbest bıraktırırken bana sordu mu özgür kalmak ister misin diye?” Kaşlarımı çattım. “Ben çıkmak istemiyorum. Daha iki yılım var ve bitmeden hiçbir yere gitmiyorum.” Özellikle dosyamda avukat istemediğimi belirtmişken böyle bir şeyi beklemiyordum. Bu plansız özgürlük, benim için güzel bir haber değildi. Dışarıdaki cehennemin buradan bir farkı yoktu. Allah aşkına, bu nasıl bir iş böyle? Acaba serbest kaldığımda nereye gideceğimi de düşündünüz mü?
Söylediklerimle gizemli yabancı bir an bana dönecek gibi olmuştu ancak son anda kontrolünü sağlamış olmalı ki bunu yapmadı. Sırtı bana dönük olabilirdi, dışarıya da bakıyor olabilirdi ama tüm dikkati konuştuklarımızdaydı. “Evladım, sen iyi misin?” Müdür gözlerini büyütmüş, afallamış bir vaziyette bana bakıyordu. “Buradan kurtulmak için mahkûmlar her gün adak adayarak yalvarıp duruyor, sen bana çıkmak istemediğini mi söylüyorsun?” Bunda şaşılacak ne var? Çıkmak istemiyorum, cezamı bitirdiğimde çıkınca ne yapacağımı düşünürüm.
“Onların gidecek bir yeri var, Faruk Bey.” Beni anlamak zorundaydı. “Ziyaret günlerinde gelen yakınları, evde yollarını bekleyen sevdikleri var ama benim kimsem yok. Altı yıldır mahkûmum, siz de iyi biliyorsunuz ki ne bir arayanım ne de soranım var.” Çıkmak istemiyordum, o şeyleri yeniden yaşamaktan ölesiye korkuyordum fakat burada tutsak kalmak da istemiyordum. Tek istediğim, kalacak bir yer ve çöplerden toplayacak da olsam bir kuru ekmekti.
Sözlerim bittiğinde odadaki gizemli yabancının iki yanında hareketsizce duran ellerinin bir an yumruk olduğunu gördüm ama bu çok kısa sürdü. Belki de anlattıklarım onun için basit bir yakarış olduğu için canı sıkılmıştır ancak yedi yaşından beri sokaklarda olan kimsesiz biri için bunlar basit şeyler değildi. “Üzgünüm.” Müdür dosyaları tekrar önüme koydu. “Mahkeme kararıyla özgür kalan birini, burada bir gün bile fazladan tutmak suç sayılır. Şimdi imzala ve toparlan. Hemen bugün çıkıyorsun.”
“Nereye gideceğimi de söyledi mi o mahkeme kararı?” Kucağımdaki ellerimi sinirden dizlerime bastırırken bu yaptıkları şeyin fazla aptalca olduğunu düşündüm. “Sabıkalıyım diyorum, en azından mahkûmlar için kalacak yer veya bir iş bulmaları gerekmiyor mu?” Genelde buradan çıkan kimsesizler için kalacak bir yer ayarladıklarını duymuştum. Birkaç aylık kirasını ödüyorlardı ve serbest kalan kimsesiz mahkûm da o zamana kadar bir iş bularak gerisini bir şekilde hallediyordu. Bunu daha önce birkaç kişi için yapmışlardı, aynı şeyleri talep etmeye hakkım olduğunu düşündüm.
Kendisine zorluk çıkardığım için boynundaki kravatı biraz daha çekiştiren adam, benden fazlasıyla sıkılmış gibi görünüyordu. “Senin için bu söz konusu değil.” Peki, benim onlardan ne farkım vardı? Birinin bana yardım edeceğini düşünmek asıl aptallıktı. Ayrıca neden sadece benim için böyle bir şeyin söz konusu olmadığı da ayrı bir soru işaretiydi.
Öfkeli olsam da ısrarımın bir işe yaramayacağını anlayınca, on dakika boyunca dosyamda yazanların hepsini okudum ve sonunda imzaladım. Daha sonra ayağa kalkarak dosyaları müdüre geri uzattım, bu odada işim kalmadığı için gitmeye yeltenince beni durdurdu: “Daha bitmedi.” Ayakta durarak kollarımı göğsümde birleştirdim. “Ne kaldı ki? Zaten iki gün sonra yine görüşeceğiz.” Benden bu kadar kolay kurtulamayacaklarını bilmeleri gerekiyordu.
Kaşlarını merakla yukarı kaldırdı. “Ne demek istiyorsun?” Alnındaki kırışıkların belirginleşmesi beni güldürdü. “Sokaklara dönüyorum, Faruk Bey. Yirmi yaşındaki bir kızın olmaması gereken bir yere ya da hak ettiğim yere. Her neyse, bir şekilde buraya geri geleceğimi biliyorum.” Belki bu sefer farklı olurdu ancak artık bir sabıka kaydım varken değişen bir şey olacağını sanmıyordum.
Beni ciddiye almayan müdür protokolü hızla anlatmaya başlayınca onu dinlemek pek içimden gelmedi. “Tutuksuz yargılandığın için her hafta karakola giderek imza vermen gerekiyor. Şimdilik ülke dışına çıkamazsın ve bir suça karışırsan tekrar içeri girersin. Böyle bir şey olursa cezan kaldığı yerden devam eder.” Her söylediği beni deli ettiği için sinirden güldüm. “Bu harika çünkü önüme çıkan ilk kişiye yumruk atacağım, sonra yine koğuşuma döneceğim.” Dişlerimi göstererek sevimlice sırıttım. “Bu bilgi için size minnettarım, Faruk Bey.” Gülerek söylediklerim yüzünden adamcağız bilmem kaçıncı şokunu yaşıyordu ama umurumda değildi. Bana sormadan beni özgür bırakmak onların hatasıydı.
Keyfim yerine geldiği için put gibi hiç kıpırdamayan yabancıya son kez bakarak odadan çıktım. Kapıyı peşimden kapatarak beni bekleyen gardiyana doğru yürürken dudaklarımdan çıkan cümle kesinlikle mutluluktan kaynaklanmıyordu. “Yaşasın özgürlük!”
Şu yumruk işini mutlaka dikkate alacağım.
*****
“Yaralasar 1” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıYaralasar 1
- Sayfa Sayısı448
- YazarMaral Atmaca
- ISBN9786257077859
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviEphesus / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Tilki, Baykuş, Bakire ~ Yaprak Öz
Tilki, Baykuş, Bakire
Yaprak Öz
Ağızları bantlanmış çocukların elleri arkadan bağlanmıştı, ayaklarıysa bileklerinden birbirine bağlıydı. İkisi de bilinçsizdi. Sidik ve dışkı kokuyorlardı. İçeride aynı zamanda, laboratuvarlarda ya da hastanelerde...
- Şık ~ Hüseyin Rahmi Gürpınar
Şık
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Ey okur! Şık’ın bu cehaletini, bu eblehliğini romancının hayal gücünde vücut bulmuş bir mübalağa olarak kabul etmeyiniz. Ben bu satırları sırf hayalimden yazmıyorum. Modelim...
- Alparslan – Çift Başlı Kartallar ~ Okay Tiryakioğlu
Alparslan – Çift Başlı Kartallar
Okay Tiryakioğlu
Tarihi romanlarıyla Osmanlı sultanlarının birbirinden değerli hayat hikâyelerini günümüz okuruna aktaran Okay Tiryakioğlu bu defa Selçuklu topraklarına uzanarak atalarımızın atası Alparslan‘ı konuk ediyor sayfalarına....
Devami nerde ??