Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yara Defteri
Yara Defteri

Yara Defteri

Burcu Alşan

Yaralı doğuyoruz dünyaya… Anne karnından ayrılmak zorunda kalarak, hayata ağlayarak başlıyoruz. Sonra hep o aynı güvenli, emin, sıcak yeri arıyoruz… Bir ev istiyoruz sığınabileceğimiz,…

Yaralı doğuyoruz dünyaya…

Anne karnından ayrılmak zorunda kalarak, hayata ağlayarak başlıyoruz.

Sonra hep o aynı güvenli, emin, sıcak yeri arıyoruz…

Bir ev istiyoruz sığınabileceğimiz, bir aile istiyoruz hiç terk etmeyen, boş vermeyen, yok olmayan; bir sevgili istiyoruz bir ömürlük tamamlayan…

Oysa hayat doğum yarasının üzerine yeni yaralar eklemeye devam ediyor. Hiç incinmeden, bir kere bile düşmeden, hatta pes edip sonra yola yeniden devam etmeden hayatın günleri geçmiyor. Biz de her yaşadığımızı kalbimizde gizli gizli tuttuğumuz o deftere yazıyoruz:

YARA DEFTERİ’NE…

Ne kadar saklasak da,

İnkâr da etsek,

Eninde sonunda defterimiz kadar oluyor hayattan anladığımız;

‘‘Ona rağmen ve onun yüzünden’’ kararlarla dolu…

*

10.01.2020
İstanbul

Tezahür

“Bir kadınla üç şey yapabilirsin;
ya onu seversin, ya onun için acı çekersin
ya da onu yazarsın.”
–L. Durrell

Araba yavaşça konferans salonunun önünde durdu. İçinden hafif kıvırcık, dağınık kır saçlarıyla orta yaşlarını sürmekte olan iri yarı bir adam indi. Göz kenarlarındaki ince çizgiler ve saçlarına düşen grilikler olmasa spor yaptığı ve modayı takip ettiği her halinden belli görünüşüne aldanır, yaşından daha genç zannederdiniz. Kahverengi tüvit paltosuyla, pırıl pırıl parlayan ayakkabılarıyla kendinden emin ve hoşnuttu. Birkaç adım atmıştı ki bir genç kız ordusu etrafını sardı. Her yaştan dinleyicisi olan, yılların eskitemediği kadife sesli bir şarkıcı ya da çok sevilen bir sinema oyuncusu olduğu düşünülebilirdi fakat kızların ellerinde tuttukları ve adama imzalaması için uzattıkları kitaplardan bir yazar olduğunu tahmin etmek daha akıllıca olurdu.

Dayanılmaz olduğunu bildiği, çalışılmış bir tebessüm koydu adam dudağına; etrafını saranlarla sohbete başladı. Elleri, bir şeyler anlatırken hep hareket eden elleri, garip bir biçimde güven veriyordu; düşersen tutarım der gibiydi. Birkaç kızla göz temasını uzun tutmasından çapkın olduğunu anlayabilirdiniz. Mavi gözlerinin hakkını veren, romantik aşk romanlarının hercai yazarlarından biri olmalıydı; yazdıklarıyla yaşadıkları arasında uçurumlar barındıran… Gözleri, ellerinin tersine, düşersen tutmayanlardan olduğunu söylüyordu. Kendine âşık, yarattıklarına herkesten daha hayran sanatçıları, insan uzaktan bile tanırdı; galiba onlardan biriydi.

Magazin sayfalarından düşmeyecek kadar hareketli, birbirinden güzel kadınlarla çevrili şatafatlı dünyasından, romantik ve naif başka dünyalar yaratabilen; okurunu yazdıklarına inandıran meşhur aşk romanları yazarı Cem Toker, kalabalık konferans salonuna aşk hakkında konuşmaya işte böyle gelmişti.

Tevafuk

“Kâinatta, tesadüfe tesadüf etmek imkânsızdır.”
–Sokrates

Çoğu insan aşktan bahsetmeyi kolay zannederdi. Hafife alırdı entelektüeller ve bazı edebiyatçılar kendisini; ince bir dudak bükmeyle burun kıvırırlar ve yazdıklarını küçümserlerdi. Oysa dinlerken basit görünen sözler ağızdan dökülmeye kalksa o eleştirmenlerin çoğunun dilinde taş olur kalırdı. Ama işin kuralı, çok beğenilmenin bedeli, çoksatan olmanın faturasıydı bu; farkındaydı Cem. Eleştirenlere ve tumturaklı ağır roman yazarlarının burun kıvırmalarına rağmen salon yine doluydu. Merdivenlerden sahneye doğru yavaş yavaş inerken kuvvetli bir alkış koptu. Ne olursa olsun insanlığın en eski meselesi aşktı. Dünyada kol gezen kötülüğe, onca yıkıma, bunca zorbalığa rağmen insan hiçbir dönemde aşk romanları okumaktan ve aşktan söz etmekten vazgeçmemişti. Şimdi yine elinden geldiğince, inandığı kadar aşkı bulabilme ve koruyabilme ihtimallerini anlatacaktı Cem. Kaleminden o güne dek dökülenler, ağzından birazdan dökülecekler, kalbinden gerçekten geçenlerdi. Sahte değildi; barındırmadığı incelikleri, hissetmediği duyguları karşısındakilere geçirebileceğine hiçbir zaman inanmamıştı. Romanlarının da çok satmasının sebebi buydu; kalple yazardı. Satıp satmayacağını, eleştirmenlerin beğenip beğenmeyeceğini hiç düşünmezdi. Yayınevinin dayatmalarına, reklamcıların dediklerine kulaklarını tıkardı. Bazıları gibi popüler dönem olaylarını, bildik kronik Türkiye sorunlarını ille de hikâyenin bir yerine sıkıştırmaya çalışmaz, bilakis kaçardı satış rekorları kırmak için yapılan hesap kitaplardan, reklam kampanyalarından… Belki de buydu minik sırrı, sadece kendi kalbini tedavi etmek için çıktığı yolun tüm kırık kalplere değebilmesinin sebebi.

Tek bir kusuru vardı bu yolda: Yazdıklarını kendi hayatında uygulayamamak…

Yıllar önce hayatını ikiye ayıran o meşhur dönemeçte bir Cem’i öldürmüş, sahneye bir başkasını buyur etmişti. Korunmak için kabuğunu sertleştiren bir deniz canlısı gibi tanıştığı tüm kalplere taş muamelesi yapan yeni bir adam yaratmıştı. İçinde sakladığı o naif Cem artık sadece romanların dünyasında yaşıyor, satırlara sığınan sözcüklerle roman kahramanlarının ağzından konuşabiliyordu. O adam hiç onaylamıyordu bu yeni halini ama artık sözüne pek itibar edilmiyordu. Sanki eskisi kalpte, yenisi beyinde yuvalanmış; aynı bedende kiracı iki ayrı adamlardı. Yeni Cem’in hoyratlıklarına aldırmayan eskisi, kendi dünyasında yaşıyor, vitrindeki yazarın kaleminden taşan satırları dur durak bilmeden yazıyordu. Belki de esas sır buydu: O kitapları kalpte yuvalanmış başka bir adam yazıyordu. Ve elbette içinde başka bir ben taşıyanlar, kalpleri acıyanlar, yaralı ve yorgun olanlar birbirlerini kelimelerden tanıyordu. Yazar, okuru ile böyle buluşuyordu.

Moderatör koltuğundaki ünlü gazeteci, şatafatlı bir girişle konuşmasına başlayınca Cem düşüncelerinden sıyrıldı. Salondaki katılımcıların sorularını almaya başlamadan önce, kadın klasik sorularını illa da sormak istiyordu: Son kitabın gördüğü ilgiden memnun muydu, karakterlerini gerçek hayattan mı seçiyordu –en çok bu soruya ifrit olurdu; yazarların sadece tanıdıklarının hayatlarını ya da kendi başlarından geçenleri yazsalar birer ayaklı sosyopata dönüşeceklerini nasıl görmezlerdi–, en üretken zamanlarını mı yaşıyordu, vesaire vesaire… Bu ısınma sorularıyla fazla vakit kaybetmek istemeyen Cem sözü bir an önce gençlere vermek istiyordu. Ülkenin en eski üniversitelerinden birinin edebiyat fakültesindeydiler; bu pırıl pırıl yüzlerden çıkacak soruları duymaya can atıyordu.

“Hep sorulur, sorgulanır ama bir kere de edebiyat kulübü olarak biz soralım,” dedi sözcükleri aceleyle seçen şirin bir kız. “Mutlu aşk var mıdır sizce?”

“Sizce mutluluk var mıdır?” diye soruya soruyla cevap verdi Cem gülerek.

“Ya da nedir mutluluk? Varılacak bir nokta mıdır? Bir hedef midir tam on ikiden vurulacak? Belki de en büyük hatayı mutluluğu ve mutlu aşkları arayarak yapıyoruz, kim bilir?” dedi ve kısa bir es verip gözlerine baktı birkaç öğrencinin. Sonra devam etti. “Aşkın kendisini sevebilsek, içinde barındırdığı mutluluk ve mutsuzluklarla, inişler ve çıkışlarla… Kavuşmalar ve ayrılıklar arasında bir yerde asılı kalabilsek… Doya doya yaşayabilsek; korkmasak üzülme ihtimalinden, bitmesinden, ayrılmaktan… Bu korkularla aşklarını daha başlamadan bitiren kaç kişi görmüşsünüzdür şimdiye dek bir düşünün; belki bizzat siz, sırf korktuğunuz için, sırt çevirdiniz bir aşk ihtimaline? Oysa biraz bıraksak kendimizi aşkın kollarına, derinliklerine… O zaman göreceğiz zaten aşk da mümkün, âşıkken mutlu olmak da!”

Ne kadar buğuluydu sesi, eskiden de böyle miydi? Yoksa acılar ve yaşanmışlıklar zamanla sesteki neşe tınılarını kadife bir perde gibi örtüyor muydu? Çatallı, derinden gelen bir sesle aşk hakkında konuşan bu adam, ne biliyordu ki aslında aşk hakkında?

Gülümsedi birkaç yüz kendisine, bazı kafalar sallandı evet anlamında; derken salonun arka kapısı açıldı ve birisi paldır küldür, düşercesine içeriye girdi. Bu kadar gürültülü bir giriş yapacağını tahmin edemeyen genç kız; bütün başlar kendisine çevrilince, şaşkınlıkla ilk iki basamakta bir daha takıldı. Neyse ki düşmeden toparladı.

“Çok pardon, özür dilerim,” diye kıpırdandı dudakları, kendisine çevrilmiş başlara.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıYara Defteri
  • Sayfa Sayısı288
  • YazarBurcu Alşan
  • ISBN9786256162266
  • Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviDoğan Kitap / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Derinde Saklı ~ Burcu AlşanDerinde Saklı

    Derinde Saklı

    Burcu Alşan

    Aşkın araladığı bir kapıdan, hayatın anlamını bulmaya doğru… “Hayat bazen yapardı böyle, alır ve atardı birbirini sevenleri uzaklara. Mesafeler sokardı araya, büyük küçük sorunlar,...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Sesini Kaybeden Adam ~ Enver AyseverSesini Kaybeden Adam

    Sesini Kaybeden Adam

    Enver Aysever

    Sesim şiirsiz bir dünyada kayboldu. Dünyaya hangi dönemde, hangi coğrafyada, ne tür koşullarda geleceğimize karar veremeyiz. Ancak nasıl yaşam süreceğimize, geçen süreci nasıl dolduracağımıza...

  2. Dünyanın En Pis Sokağı ~ Tarık BuğraDünyanın En Pis Sokağı

    Dünyanın En Pis Sokağı

    Tarık Buğra

    Türk romancılığının usta yazarlarından biri olan Tarık Buğra, romanı, “kâinatı ve insanları bir mizaca göre yeniden yaratmak” şeklinde tanımlar. İnsanı, en gerçek ve inkâr...

  3. Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur ~ Faruk DumanVe Bir Pars, Hüzünle Kaybolur

    Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur

    Faruk Duman

    “Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur” masalların ve geleneksel anlatıların izini süren ve doğadaki senfoniyi aktararak özgün bir anlatı dili geliştiren Faruk Duman romancılığında önemli...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur