Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yanılsamalar Kitabı
Yanılsamalar Kitabı

Yanılsamalar Kitabı

Paul Auster

Karısıyla iki küçük oğlunu bir uçak kazasında yitiren David Zimmer, yaşayan bir ölüye dönüşmüştür; teselliyi alkolde bulduğu günlerini kendine acıyarak geçirmektedir. Bir gece televizyon…

Karısıyla iki küçük oğlunu bir uçak kazasında yitiren David Zimmer, yaşayan bir ölüye dönüşmüştür; teselliyi alkolde bulduğu günlerini kendine acıyarak geçirmektedir. Bir gece televizyon izlerken, sessiz film döneminin komedi oyuncularından Hector Mann üzerine bir belgesele rastlayınca hayata bakışı bir anda değişir. Altmış yıl önce ortadan kaybolan ve o zamandan beri kendisinden haber alınamayan bu gizemli sinemacının filmlerinin peşine düşen, Avrupa ve Amerika’da dolaşan David, sonunda onun hakkında bir kitap yazar. Ama başka bir dünyadan gelmişe benzeyen ilginç bir mektupla hayatı geri dönülmez biçimde değişecektir. Yanılsamalar Kitabı, Amerika’nın en güçlü ve özgün yazarlarından Paul Auster’ın, içeriği en yoğun, duygusal yanı en zengin romanlarından biri.

nsanın bir tek ve hep aynı yaşamı yoktur.
Peş peşe eklenen birçok yaşamı vardır ve
çektiği acıların nedeni de budur.
CHATEAUBRIAND

Bir

Herkes onu ölü biliyordu. Hector Mann’ın filmleri üzerine yazdığım kitap 1988 yılında yayınlandığında kendisinden haber alınmayalı neredeyse altmış yıl olmuştu. Bir avuç tarihçi ve eski film meraklısı dışında öyle bir adamın yaşamış olduğunu bilen de pek yok gibiydi. Sessiz film çağının bitimine yakın çektiği on iki tane iki makaralık komedinin sonuncusu Ya Hep Ya Hiç, 23 Kasım 1928’de gösterime girmişti. Bundan iki ay sonra, arkadaşlarına ya da iş ortaklarına veda etmeden, geride bir mektup bırakmadan ve kimseye planlarından söz etmeden North Orange Drive’da kirayla oturmakta olduğu evden çıkıp gitmiş, bir daha da onu gören olmamıştı. Mavi Desotosu garaja çekilmişti; kira kontratının bitmesine daha üç ay vardı; kirası peşin ödenmişti. Mutfakta yiyecek, içki dolabında içki bulunuyordu, yatak odasındaki çekmecelerde Hector’un bütün giysileri yerli yerinde duruyordu. 18 Ocak 1929 tarihli Los Angeles Herald Express gazetesine göre, görünüşe bakılırsa Hector Mann kısa bir yürüyüş yapmak üzere evden çıkmıştı ve her an geri dönebilirdi. Oysa Hector geri dönmedi ve o andan sonra sanki sırra kadem bastı.

Ortadan kayboluşunu izleyen birkaç yıl boyunca onun başına gelenlerle ilgili çeşitli hikâyeler, söylentiler dolaştı ortalıkta, ama bu lafların hiçbirinden bir şey çıkmadı. Bu anlatılanların en inanılır olanları bile –intihar ettiği ya da tuzağa düştüğü yolunda olanlar– ne kanıtlanabildi ne de çürütülebildi, çünkü ortada ceset filan yoktu. Hector’un kaderiyle ilgili çok daha yaratıcı, çok daha umut dolu, böyle bir olayı romantik bir içerikle yorumlayan başka hikâyeler de vardı. Bunlardan birinde Hector’un doğduğu yer olan Arjantin’e döndüğü ve taşrada küçük bir sirk işlettiği anlatılıyordu. Bir başka söylentiye göre Komünist Parti’ye girmişti ve şimdi takma bir adla New York’a bağlı Utica’daki süt ürünleri işçilerini örgütlemekle meşguldü. Bir başka söylentiye göreyse ekonomik kriz sonucu işsiz kalmıştı ve demiryollarında çalışıyordu. Hector daha ünlü bir yıldız olsaydı bu öyküler sürüp giderdi kuşkusuz. Kendisi hakkında anlatılanlarda yaşar, toplumsal bilincin alt katmanlarında yer edinmiş simgesel kişilerden birine dönüşür, gençliğin, umudun ve kaderin şeytanca oyunlarının temsilcisi haline gelirdi. Ama bunların hiçbiri olmadı, çünkü Hector’un meslek yaşamı sona erdiğinde adı Hollywood’da yeni yeni duyuluyordu. Yeteneklerini sonuna kadar kullanmaya çok geç başlamıştı ve kim olduğuna ya da elinden neler gelebileceğine insanları inandırmak için yeterince zamanı olmamıştı. Aradan birkaç yıl geçince insanlar artık onu düşünmez oldular. 1932 ya da 1933 geldiğinde Hector unutulup gitmişti, ondan geriye bir iz kaldıysa bile, bu artık kimsenin okumayı düşünmediği önemsiz bir kitaptaki bir dipnottan öteye gitmiyordu. Sesli filmler başlamıştı ve eskinin titreyip duran, budalaca filmleri unutulmuştu. Palyaçolar da, pantomimciler de, sesi duyulmayan orkestraların notalarıyla dans eden cici genç kızlar da yoktu. Bunlar ortadan kalkalı üç beş yıl ancak olmuştu, ama taş devrinde yaşamış yaratıklar gibi tarihöncesi çağlara ait olmuşlardı.

Kitabımda Hector’un yaşamıyla ilgili pek fazla bilgi vermedim. Hec­tor Mann’ın Ses­siz Dünyası, onun filmleri üzerine bir araştırmaydı, biyografi değil; Hector’un sinema dışındaki çalışmalarıyla ilgili olarak kitaba kattığım ufak tefek bilgileri, doğrudan doğruya alışıldık kaynaklardan almıştım: sinema ansiklopedileri, anılar, Hollywood’un ilk yıllarına ait öyküler. Hector’un çalışmalarına duyduğum ilgiyi başkalarıyla paylaşmak için yazmıştım o kitabı. Yaşamöyküsü pek önemli değildi benim için; başına neler geldiği ya da gelmediği üzerine kafa yormaktansa bütün dikkatimi filmlerine vermeyi yeğledim. 1900 yılında doğmuş olduğu ve 1929’dan beri kimsenin onu görmediği düşünülürse Hector Mann’ın hâlâ hayatta olduğunu öne sürmek aklıma bile gelmezdi. Ölüler mezarlarından çıkmazlar ve bana kalırsa ancak ölü biri onca zaman bir yerlerde gizlenebilirdi.

Kitap, geçtiğimiz marttan tam on bir yıl önce Pennsylvania Üniversitesi Basımevi tarafından yayınlandı. Üç ay sonra, üç aylık film dergilerinde ve akademik yayınlarda ilk eleştiriler çıkmaya başladığında posta kutumda bir mektup buldum. Zarf, bildik zarflardan daha büyük ve kareydi; kalın, pahalı bir kâğıttan yapılmış olduğundan ilk düşüncem zarfın içinde bir düğün davetiyesi ya da doğum duyurusu olabileceğiydi. Zarfın ön yüzüne adım ve adresim zarif, kıvrımlı bir el yazısıyla yazılmıştı. Eğer yazı profesyonel bir kaligrafa ait değilse, mutlaka zarif yazının erdemlerine inanan, görgü ve davranış kuralları eğitiminden geçmiş birine ait olmalıydı. Pulun üzerinde New Mexico’daki Albuquerque’in damgası vardı, ancak zarfın arkasındaki gönderen adresi, mektubun bir başka yerde yazılmış olduğunu gösteriyordu; tabii ki böyle bir yer olduğunu ve kasabanın adının gerçek olduğunu varsayarsak. İki satırlık adres şöyleydi: Mavi Taş Çiftliği, Tierra del Sueño, New Mexico. Bu sözcükleri gördüğümde belki gülümsemişimdir, ama artık anımsamıyorum. Gönderenin adı yazılı değildi, içindeki kartta ne yazdığını okumak üzere zarfı açtığımda burnuma hafif bir parfüm kokusu geldi, belli belirsiz bir lavanta esansı.

Sev­gi­li Pro­fesör Zim­mer, yazıyordu kartta. Hector kitabınızı oku­du, si­zin­le tanışmak is­ti­yor. Bi­zi zi­ya­ret et­me­yi düşünür müydünüz? Saygılarımla, Fri­eda Spel­ling (Hec­tor Mann’ın eşi).

Notu altı yedi kez okudum. Sonra elimden bıraktım, odada volta attım. Mektubu yeniden elime alırken o sözcüklerin hâlâ yerinde durduğundan emin değildim. Dursalar bile, aynı sözcükler olacaklarından da emin değildim. Altı yedi kez daha okudum ve hâlâ hiçbir şeyden emin olamadan kartı bir eşek şakası olarak kabul edip bir yana bıraktım. Az sonra içime kuşku doldu, çok geçmeden de bu kuşkularımdan kuşkulanmaya başladım. Bir düşünce karşı düşünceyi getiriyordu aklıma, bu karşı düşünce ilk düşünceyi siler silmez üçüncü bir düşünce oluşup ikinciyi siliyordu. Ne yapacağımı bilemediğimden arabama atlayıp postaneye gittim. Oradaki rehberde Amerika’daki bütün adresleri alan kodlarına göre bulabilirdim ve eğer Tierra del Sueño diye bir yer yoksa kartı çöpe atıp aklımdan çıkarabilirdim. Ama vardı. Onu birinci cildin 1933. sayfasında, Tierra Amarilla ile Tijeras’ın arasında buldum; postanesi, kendine ait beş haneli telefon numaraları olan doğru dürüst bir kasabaydı. Bütün bunlar mektubun gerçek olmasını sağlamıyordu elbette ama hiç değilse ona inanılırlık kazandırıyordu; eve döndüğümde onu yanıtlamam gerektiğini biliyordum. Böyle bir mektup görmezlikten gelinemezdi. Onu okuduktan sonra eğer oturup yanıtlama zahmetine girmezseniz ölene kadar aklınızdan çıkaramazdınız.

Yanıtımın bir kopyasını saklamadım, ama elle yaz­dığımı ve olabildiğince kısa tutmaya çalıştığımı anımsıyorum, bütün söyleyeceğimi birkaç cümleye sığdırmıştım. Hiç farkında olmadan, aldığım mektubun yalın, gizemli üslubuna öykünmüştüm. Böylece kendimi ele vermeyeceğimi, bu eşek şakasını hazırlayan kişi tarafından budala yerine konmayacağımı düşünüyordum; tabii bana yapılan gerçekten eşek şakasıysa. Yanıtım üç aşağı beş yukarı şöyleydi: Sayın Fri­eda Spel­ling. Hec­tor Mann ile el­bet­te tanışmak is­te­rim.Ama ha­yat­ta ol­du­ğu­na nasıl emin ola­bi­li­rim? Bil­di­ğim ka­darıyla yarım yüz­yılı aşkın bir süredir ken­di­si­ni gören ol­mamış. Lütfen ayrıntılı bil­gi ve­rin. Saygılarımla, Da­vid Zim­mer.

Mucizeler olabileceğine kendimizi ikna edebilmek için, sanırım hepimiz hiç olmayacak şeylere inanırız. Hector Mann üzerine yazılmış tek kitabın yazarı olduğum göz önüne alındığında, onun hâlâ hayatta olduğuna inanma fırsatının üzerine balıklama atlayacağımı düşünen biri çıkabilirdi elbette. Ama ben bu fırsatın üstüne atlayacak havada değildim. Ya da en azından o havada olduğumu sanmıyordum. Kitabım büyük bir kederden doğmuştu, kitabı yazıp bitirmiştim ama keder yerli yerinde duruyordu. Komedi konusunda yazmak bir bahaneden başka bir şey değildi, içimdeki ağrıyı belki dindirir diye bir yıl boyunca her gün yuttuğum tuhaf bir ilaçtı. Bir ölçüde dindirdi de. Ama Frieda Spelling (ya da kendini Frieda Spelling olarak tanıtan kişi) bunu bilemezdi. 7 Haziran 1985 günü, evliliğimin onuncu yıldönümünden tam bir hafta önce karımla iki oğlumun bir uçak kazasında öldüklerini bilemezdi. Kitabı onlara ithaf ettiğimi görmüş olabilirdi (He­len, Todd ve Mar­co’nun anısına), ama bu adlar onun için bir anlam ifade etmiş olamazdı, bu adların yazar için taşıdığı önemi tahmin etmiş bile olsa onlar dışında hayatında hiçbir şeyin anlamı olmadığını bilemezdi; otuz altı yaşındaki Helen ile yedi yaşındaki Todd ve dört yaşındaki Marco’nun ölümüyle birlikte o yazarın önemli bir bölümünün ölüp gittiğini de.

Helen’in ailesini ziyaret etmek üzere Milwaukee’ye gidiyorlardı. Ben, sınav kâğıtlarını düzeltmek ve yeni biten yarıyılın notlarını vermek amacıyla Vermont’ta kalmıştım. Vermont’taki Hampton Yüksek Okulu’nda karşılaştırmalı edebiyat hocasıydım ve işimi yapmak zorundaydım. Normal olarak ayın yirmi dört ya da yirmi beşinde hepimiz birlikte giderdik, ama Helen’in babası bacağındaki tümör nedeniyle ameliyat olmuştu ve ailece, Helen’le çocukların hiç gecikmeden oraya gitmesine karar vermiştik. İkinci sınıftaki Todd’a derslerin bitimine iki hafta kala izin alabilmek için okuluyla son dakikada uzun uzadıya görüşmemiz gerekmişti. Müdür önce buna pek yanaşmasa da anlayış göstermiş, sonunda razı olmuştu. Uçak kazasından sonra aklımdan çıkmayan şeylerden biri de bu konu olmuştu. Müdür ricamızı geri çevirmiş olsaydı Todd benimle birlikte evde kalmak zorunda olacak ve ölmeyecekti. Böyle olsaydı hiç olmazsa biri hayatta olacaktı. Hiç olmazsa biri, gökten yedi mil aşağı düşmeyecek ve ben de içinde dört kişi yaşaması gereken bir evde tek başıma kalmayacaktım. Başka şeyler de vardı elbette, üzerinde kafa yoracağım ve kendime işkence edeceğim başka rastlantılar da; aynı çıkmaz sokaklarda dönüp durmaktan bıkmıyordum sanki. Her şeyin parmağı vardı bu olayda, sebep sonuç zincirindeki her bir halka yaşadığım dehşetin önemli bir parçasıydı: kayınpederimin bacağındaki kanserden o hafta Orta Batı’daki hava durumuna, uçak biletlerini ayırmış olan seyahat acentesinin telefon numarasına kadar. Hepsinden kötüsü, aktarmasız bir uçağa binebilmeleri için benim onları Boston’a bizzat arabayla götürmekteki ısrarımdı.

Uçağa Burlington’dan binmelerini istememiştim. Binselerdi, on sekiz yolcu alan bir pırpır uçakla New York’a gidecekler, oradan da aktarma yapıp Milwaukee’ye uçacaklardı; o küçük uçaklardan hoşlanmadığımı Helen’e söylemiştim. Çok tehlikeliler, demiştim, ben yanlarında olmadan Helen’le çocukların o uçaklardan birine binmeleri düşüncesine tahammülüm olmadığını da. Onlar da ben kaygılanmayayım diye binmemişlerdi. Daha büyük bir uçakla gitmişlerdi, işin en korkunç yanı da onları o uçağa yetiştirmek için koşturmam olmuştu. O sabah yoğun bir trafik vardı, sonunda Springfield’e varıp Mass Pike’a çıktıktan sonra Logan’a zamanında ulaşabilmek için hız sınırını oldukça aştım.

O yazı nasıl geçirdiğimi pek anımsamıyorum. Aylarca, alkolün bulandırdığı bir kederle, kendime acıyarak yaşamıştım, evden pek çıkmıyordum, yemek yemek, tıraş olmak ya da üstümü değiştirmek umurumda değildi. Meslektaşlarımın çoğu ağustosun ortasına kadar yoktular, bu yüzden fazla ziyaretçim olmadı, toplumun yas konusundaki acı veren protokolüne katlanmak zorunda kalmadım. İyi niyetliydi herkes elbette, arkadaşlarımdan uğrayan olursa içeri davet ediyordum, ama onların gözyaşları içinde sarılmalarının ve uzun, şaşkın suskunluklarının bana pek yararı olmuyordu. Yalnız kalmamın, günlerimi kendi içimdeki karanlıkta geçirmemin daha iyi olduğunu anlamıştım. Sarhoş olmadığım ya da oturma odasındaki kanepeye serilip televizyon seyretmediğim zamanlarda evin içinde dolaşıyordum; oğlanların odasına giriyor, yere oturuyor, onların eşyalarını çevreme topluyordum. Doğrudan düşünemiyordum çocukları ya da bilinçli olarak aklıma getiremiyordum; ama onların yapbozlarını birleştirip legolarıyla her seferinde daha da karmaşık ve abartılı yapılar kurarken geçici olarak yeniden onların içinde yaşadığımı hissediyordum; henüz ha­yattayken yaptıkları elkol hareketlerini yineleyerek onların küçük hayalet yaşamlarını onlar adına sürdürüyordum. Todd’un masal kitaplarını okuyor, beyzbol kartlarını düzene sokuyordum. Marco’nun bez hayvanlarını türlerine, renklerine ve büyüklüklerine göre ayırıyor, odaya her girişimde yöntemi değiştiriyordum. Bu yolla saatler geçiyor, upuzun günler geçmişe gömülüyordu; bütün bunları midem artık kaldırmadığında oturma odasına geri dönüyor ve kendime bir içki daha dolduruyordum. Kanepenin üzerinde sızıp kalmadığım ender gecelerde genellikle Todd’un yatağında uyuyordum. Kendi yatağımda yattığımda Helen’in yanımda olduğunu hayal ediyor ve ne zaman onu tutmak için elimi uzatsam ansızın, sarsılarak uyanıyordum, çırpınıp titriyordum, ciğerlerim soluk alabilmek için çabalıyor, sanki suda boğulacakmış gibi oluyordum. Karanlık bastıktan sonra yatak odamıza giremiyor, ama gündüzleri orada epeyce vakit geçiriyordum; Helen’in gardırop bölmesinin içinde duruyor, elbiselerine dokunuyor, ceketlerinin ve kazaklarının yerlerini değiştiriyor, elbiselerini askılarından çıkarıp yere yayıyordum. Bir keresinde, birini üstüme geçirdim, bir başka sefer de iç çamaşırlarını giyip yüzümü makyaj malzemeleriyle boyadım. Bu beni fazlasıyla tatmin eden bir deneyim oldu, ama birkaç denemeden sonra, parfümün, rujdan ya da rimelden daha etkili olduğunu keşfettim. Parfüm, Helen’i daha canlı olarak anımsatıyordu bana, onun varlığını daha uzun süreli yaşatıyordu. Şans eseri Helen’e marttaki doğum gününde yeni bir şişe Chanel 5 hediye etmiştim. Günde iki kez azar azar kullanarak o şişeyi yaz sonuna kadar idare edebildim.

Sonbahar dönemi için okuldan izin aldım, ama bir yerlere gitmek ya da psikolojik yardıma başvurmak yerine evde kaldım ve çökmeye devam ettim. Eylül sonu ya da ekim başı civarında her gece yarım şişeden fazla viski devirir olmuştum. Çok fazla şey hissetmekten alıkoyuyordu bu beni ama aynı zamanda geleceğe yönelik duyularımı da köreltiyordu; insanın gelecekten hiçbir beklentisi yoksa ölse de fark etmez. Uyku hapları ya da karbon monoksit gazı üzerine derin hayaller kurarken yakalıyordum kendimi. Bu hayallerimi uygulamaya koymadım ama ne zaman o günleri aklıma getirsem harekete geçmeme ramak kalmış olduğunu anlıyorum. Haplar ecza dolabındaydı, ben de şişeyi üç dört kez raftan almıştım; hatta hapları şişeden avucuma boşaltmıştım. İçinde bulunduğum durum daha uzun sürmüş olsaydı buna karşı koyacak gücü bulmuş olacağımdan kuşkuluyum.

İşte Hector Mann beklenmedik bir anda hayatıma girdiğinde durum bu merkezdeydi. Onun kim olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu, hatta adının kulağıma çalındığı bile olmamıştı. Ama bir gece, kış başlamak üzereyken, ağaçlar yapraklarını döküp ilk kar geleceğini duyurduktan hemen sonra televizyonda onun eski filmlerinden birinin parçasını gördüm tesadüfen, gördüğüm şey beni güldürdü. Bu söylediğim kulağa pek önemli bir şey gibi gelmeyebilir ama hazirandan beri ilk kez bir şeye gülüyordum, o beklenmedik kasılma göğsümden yukarı çıkıp ciğerlerimde yankılanmaya başladığında henüz sıfırı tüketmemiş olduğumu anladım, bir yanım yaşamaya devam etmek istiyordu. Bütün bu olay birkaç saniye içinde başlayıp bitti. Attığım kahkahanın bir özelliği yoktu, özellikle gürültülü ya da bastırılmış değildi, ama boş bulunmuştum, böyle olunca da onu tutmaya çalışmadım, Hector Mann’ın ekranda göründüğü o birkaç saniye boyunca kederimi unutmuş olduğum için kendimden utanmadım, içimde, daha önce hayal etmediğim bir şey, katıksız ölüm dışında bir şey bulunduğuna emin oldum. Belli belirsiz bir sezgiden ya da neler olabilirdi diye duygusal bir özlem duymaktan söz ediyor de­ğilim. Çok önemli bir keşifte bulunmuştum ve bu keşif, matematiksel bir kanıt kadar sağlamdı. Eğer içimden gülmek gelebiliyorsa demek ki tümüyle dumura uğramamıştım. Demek ki içime hiçbir şey sızamayacak biçimde bir duvar örmemiştim çevreme.

Saat onu biraz geçiyordu herhalde. Kanepede her zamanki yerime mıhlanmıştım, bir elimde bir kadeh viski, ötekinde uzaktan kumanda aleti, kanallar arasında dolaşıp duruyordum. O programa geldiğimde başlayalı birkaç dakika olmuştu, ama sessiz film dönemi komedyenleri üzerine bir belgesel olduğunu anlamam uzun sürmedi. Bütün tanıdık yüzler ekrandaydı: Chaplin, Keaton, Lloyd… ama aralarında daha önce adını bile duymadığım komedyenler de vardı, John Bunny, Lerry Semon, Lupino Lane ve Raymond Griffith gibi daha az tanınan oyuncular. Komedyenleri kendimi pek kaptırmadan izledim, fazla dikkat etmiyordum ama başka kanala da geçmiyordum. Hector’un sırası, programın sonuna doğru geldi, ekrana gelince de bir tek klibini oynattılar: Vez­ne­dar’ın Öykü­sü’nden iki dakikalık bir bölümdü gösterdikleri; film bir bankada çekilmişti, Hector çok çalışkan bir banka görevlisi rolündeydi. Film beni neden sardı bilemiyorum, ama karşımda beyaz tiril tiril elbisesi, incecik siyah bıyığıyla, bir masanın başına oturmuş deste deste paraları sayan Hector vardı, öyle bir coşku ve şevkle, yıldırım gibi ve delice bir dikkatle çalışıyordu ki gözlerimi ondan alamıyordum. Bankanın üst katında ustalar, banka müdürünün odasının zemininin parkelerini yeniliyorlardı. Odanın karşı tarafında, çıtı pıtı bir sekreter masasında oturuyor, büyükçe bir daktilonun arkasında tırnaklarını törpülüyordu. İlk başta hiçbir şey Hector’un görevini rekor sayılacak hızda tamamlamasına engel olamaz gibi görünüyordu. Sonra, yavaş yavaş ceketinin üzerine talaş tozları dökülmeye başladı, bundan birkaç saniye sonra da  Hector’un gözüne sekreter kız ilişti. Özneler birken üç olmuştu, o andan başlayarak olay bu üçü arasında, iş, gösteriş ve şehvet üçgeninde dönmeye başladı: Hector bir yandan önündeki paraları saymaya devam ediyor, bir yandan en sevdiği elbiseyi kurtarmaya çabalıyor, bir yandan da kızla göz göze gelmek istiyordu. Hector’un bıyığı ara sıra hayretle titriyor, sanki ufak ufak homurdanarak ya da bıyık altından söylenerek bütün bunlara nokta koymak istiyordu. Seyrettiğim, sopalamalı, kavgalı dövüşlü bir film değil, kişilikli, tempolu bir oyundu; nesneler, bedenler ve zihinlerin ahenkli bir karışımıydı. Hector sayarken şaşırınca baştan başlıyordu, bu yüzden de öncekinden iki kat hızlı çalışmak zorunda kalıyordu. Tozun nereden geldiğini görmek için başını ne zaman tavana doğru kaldırsa işçiler tam o sırada deliğe yeni bir tahta yerleştirmiş oluyorlardı. Kıza ne zaman göz atsa kız başka yöne bakıyor oluyordu. Yine de bütün bunlar olurken Hector soğukkanlılığını kaybetmemeyi başarıyor, bu küçük çaplı hayal kırıklıklarının amacını engellemesine ya da kendine güvenini sarsmasına izin vermiyordu. Gördüğüm en olağanüstü komedi filmi olmayabilir ama beni kendine bağladı, sonunda kendimi iyice kaptırdım; Hector bıyığını ikinci ya da üçüncü kez oynattığında gülmeye başlamıştım, hem de kahkahalarla.

Film oynarken bir anlatıcı konuşuyordu, ama kendimi izlediklerime öylesine vermiştim ki adamın söylediklerini dinleyemiyordum. Galiba Hector’un film işinden gizemli bir biçimde ayrılmasını, onun iki makaralık film dönemi komedyenlerinin önde gelenlerinin sonuncusu olarak görüldüğünü filan anlatıyordu. 1920’lere gelindiğinde en başarılı ve yetenekli komikler çoktan uzun metrajlı filmlere geçmişler ve kısa komedi filmlerinin kalitesinde önemli bir düşüş olmuştu. Hector Mann komedi türüne bir yenilik getirmemişti, diyordu anlatıcı, ama o, bedenine olağanüstü söz geçiren bir komedyendi, bu işe geç başlamasına rağmen, meslek yaşamı böyle apansız sona ermeseydi önemli işler yapmayı sürdürebilecek, kayda değer biriydi. Bu sözlerle birlikte sahne sona erdi, ben de anlatıcının yorumuna dikkat etmeye başladım. Ekranda onlarca komedyenin sessiz fotoğrafı geçiyordu ve anlatıcı, sessiz film döneminden pek çok film kayboldu diye yakınıyordu. Sesli filmler başlayınca sessiz filmler dolaplarda çürümeye terk edilmiş, yangınlarda kül olmuş, çöpe atılmış ve yüzlerce çekim yok olup gitmişti. Ama umut kesilmez, diyordu anlatıcı. Eski filmler ara sıra ortaya çıkıyordu, son yıllarda pek çok ilginç keşiflerde bulunulmuştu. Hector Mann örneğini ele alın, diyordu ses. 1981 yılına kadar bütün dünyada yalnızca üç filmi bulunuyordu. Öteki dokuz filminden kalan üç beş belge, çeşit çeşit önemsiz malzemenin içine gömülmüştü: basın raporları, günümüzde yazılan eleştiriler, yapım fotoğrafları, sinopsisler; ama filmlerin asıllarının kaybolmuş olduğu sanılıyordu. Sonra, o yılın haziran ayında, Paris’teki Cinémathèque Française’nin bürosuna kimin gönderdiği bilinmeyen bir paket ulaştı. Los Angeles’tan postaya verildiği anlaşılan bu pakette Hector Mann’ın çevirdiği on iki filmden yedincisi olan Kuk­la­lar’ın asıl kopyası olması gereken bir kopya vardı. O tarihi izleyen üç yıl boyunca, düzensiz aralıklarla, dünyanın değişik yerlerindeki film arşivlerine buna benzer sekiz paket yollandı: New York’taki Çağdaş Sanat Müzesi’ne, Londra’daki İngiliz Film Enstitüsü’ne, Rochester’daki Eastman Binası’na, Washington’daki Amerikan Film Enstitüsü’ne, Berkeley’deki Pasifik Film Arşivi’ne ve yine Paris’teki Cinémathèque’e. 1984 yılı geldiğinde Hector Mann’ın elinden çıkan her şey, bu altı kuruluşa dağıtılmıştı. Her paket farklı bir kentten postaya verilmişti, birbirine son derece uzak olan Cleveland ile San Diego, Philadelphia ile Austin, New Orleans ile Seattle gibi yerlerden yollanmışlardı; filmlerin yanına bir mektup ya da not eklenmediğinden gönderenin kim olduğunu belirlemek, hatta kim olduğu ya da nerede oturduğu üzerine varsayımlar üretmek bile olanaksızdı. Gizemli Hector Mann’ın yaşamına ve kariyerine bir başka muamma daha eklenmişti, diye anlatıyordu ses, ama büyük bir hizmette bulunulmuştu ve film sanayii buna müteşekkirdi.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Timbuktu ~ Paul AusterTimbuktu

    Timbuktu

    Paul Auster

    “İşte ben bunun hayalini kurdum Kemik Bey. Dünyayı daha iyi bir yer haline getirmenin hayalini. Ruhun kasvetli, karanlık kuytularına biraz olsun güzellik katmak istedim....

  2. Brooklyn Çılgınlıkları ~ Paul AusterBrooklyn Çılgınlıkları

    Brooklyn Çılgınlıkları

    Paul Auster

    Eski hayat sigortacısı Nathan Glass, yakalandığı hastalıktan ötürü ölüme gün saymaktadır. Karısından boşanmış, emekli olmuş, tek kızından kopmuştur. Bir başına kalmak için, kimsenin kendisini...

  3. Ay Sarayı ~ Paul AusterAy Sarayı

    Ay Sarayı

    Paul Auster

    “Ay Sarayı”, yeni Amerikan romanının en ilginç, en yetenekli yazarlarından biri sayılan “Paul Auster”ın en beğenilen romanı. Romanın başkişisi olan “Marco Stanley Fogg”, artık...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Bataklığın Kayıp Tanrıları ~ Elly GriffithsBataklığın Kayıp Tanrıları

    Bataklığın Kayıp Tanrıları

    Elly Griffiths

    Geçmiş ölmüştü, bunu biliyordu. Ama aynı zamanda geçmişin karşı konulmaz olduğunu da biliyordu. Ruth, kendi halinde bir yaşam süren bir arkeoloji uzmanıdır. Ta ki...

  2. Bir Yazarın Güncesi ~ Virginia WoolfBir Yazarın Güncesi

    Bir Yazarın Güncesi

    Virginia Woolf

    Virginia Woolf öldüğünde, ardında kendi elyazısıyla doldurulmuş 26 defter bıraktı. Woolf 27 yıl boyunca bu defterlerde, neler yaptığını, kimleri gördüğünü, özellikle bu insanlar hakkında,...

  3. Bataklık ~ Cuniçiro TanizakiBataklık

    Bataklık

    Cuniçiro Tanizaki

    “Merak ediyordum, acaba bu adamın kalbinde tutku denen bir şey var mıydı? Diğer insanlar gibi bu adam da hiç ağlamış, öfkelenmiş ve şaşırmış mıydı?...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur