Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yanılsamalar Atlası
Yanılsamalar Atlası

Yanılsamalar Atlası

Simon Van Booy

Açlığın kıyısında bir çocuk, ışığı arayan kör bir genç kız, zulme bilenmiş hançerinin gölgesinde bir Alman piyadesi, bir huzurevinin alçakgönüllü hademesi, gökyüzünden düşerken aşktan…

Açlığın kıyısında bir çocuk, ışığı arayan kör bir genç kız, zulme bilenmiş hançerinin gölgesinde bir Alman piyadesi, bir huzurevinin alçakgönüllü hademesi, gökyüzünden düşerken aşktan harflere tutunan bir ABD askeri… Savaşın yıkımıyla harabeye dönen İngiltere’den Nazi işgali altındaki Fransa’ya, 1940’ların New York’undan günümüz Los Angeles’ına uzanan bir hikâye.

Bir adam… Tek bir adam ve onun gösterdiği merhamet, farklı zamanlarda ve farklı yerlerde, yokluk, yalnızlık ve acımasızlık üçgeninde sıkışıp kalmış bir grup insanın yaşamını değiştirebilir mi? Eserleri on dört dilde yayımlanan ödüllü yazar Simon Van Booy, insan ruhunun en çetin sınavlarından birini verdiği İkinci Dünya Savaşı yıllarına dair, gerçek olaylardan ve kişilerden esinlenen sarsıcı bir hikâye anlatıyor Yanılsamalar Atlası’nda.

Sevginin ve merhametin gücünü kelimelere yükleyen Van Booy, insanlığı birbirine bağlayan hayati zinciri, sınırların ve hırsların ötesine uzanan unutulmaz bir romanla görünür kılıyor.

“Scott Fitzgerald ve Marguerite Duras’ın oğulları olsaydı bu, Simon Van Booy olurdu.”
Sisler Evi’nin yazarı Andre Dubus III

“Üslubu, kitabı göklere çıkarıyor.”
Publishers Weekly

“Van Booy’un dili, sizi daha ilk sayfadan etkisi altına alıyor.
Çok yetenekli bir yazar. Daha da önemlisi, söyleyecek bir şeyleri var.”
Portland Press Herald

“Ustaca bir metin…
Van Booy’un minimalist cümleleri, büyük etki yaratıyor.”
Boston Globe

1

Onu düşünmek bile yüreklerine su serperdi. Onun her şeyi yapabileceğine ve kendilerini koruduğuna inanırlardı. Konuşmaksızın dertlerini dinler; görevlerini, onlar uyuduğunda, hayatını, bir çocuğun denize karşı duruşu gibi düşünebildiğinde yerine getirirdi. Günün ilk ışıklarıyla uyanıp kovasını doldurur, sonra çam sabunu ve sıcak suyla koridoru silerdi. Elinin paspasın sopasını kavrayan yerleri nasır tutmuştu. Kova maviydi, dolu olduğunda taşıması güçtü. Su çabucak kirlenirdi fakat bu onu rahatsız etmezdi. Koridordaki işi bittiğinde, paspasını duvara dayar, bahçeye çıkardı. Bazen arabayla Santa Monica’daki iskeleye giderdi. Bu yalnız başına yaptığı bir şeydi. Uzun zaman önce, orada bir kadına evlenme teklif etmişti. Henüz genç olduklarından yaşamları pusluydu, hayatları kendi etraflarında dönerdi. Dalgaların kıyıyı dövdüğünü duyabiliyorlardı fakat hiçbir şey göremiyorlardı.

O günlerde, Martin Café Parisienne’de fırıncıydı. Bıyığı vardı ve sabahın köründe uyanırdı. Evlenme teklif ettiği kadın bir sabah kahve içmeye kafeye gelmiş bir aktristi ve bir daha gidemedi. Kadın, Starlight Huzurevi’ni sevebilirdi. Huzurevi sakinlerinin çoğu filmlerde boy göstermişti. Kahvaltıya, ceplerine adlarının baş harfleri işlenmiş sabahlıklarla gelirlerdi. Fransız ksanı nedeniyle ona Monşer Martin diye seslenirlerdi. Akşam yemeğinden sonra piyanonun çevresine oturur, eski günleri yâd ederlerdi.

Aynı insanları tanıdıkları halde onlara dair farklı hikâyeleri vardı. Burada yaşayanların statüsü ona gelen ziyaretçi sayısıyla ölçülürdü. Martin sık sık huzurevinin bir sakini zannedilirdi. İnsanlar onun tam olarak kaç yaşında olduğunu bilselerdi durumu izah etmek daha kolay olurdu ancak doğumu bir muammaydı. Paris’te büyümüştü. Anne babası bir pastane işletirdi, pastanenin üstündeki üç odada yaşarlardı. Okula başlayacak yaşa geldiğinde, anne babası ona bir bardak süt verip mutfak masasına oturtmuş, birinin onlara bir bebek verdiğine dair bir hikâye anlatmıştı. “Yaz mevsimiydi,” dedi annesi. “Savaş başlamıştı. Adamın nasıl göründüğünü bile hatırlayamıyorum fakat kucağıma birdenbire bir bebek bıraktı. Her şey aniden oluverdi.” Martin öyküyü sevmiş ve daha fazlasını öğrenmek istemişti. “Sonra annen bir şeyler yemesi için çocuğu pastaneme getirdi,” dedi babası. “Aynen öyle oldu,” diye katıldı annesi. “İşte biz böyle tanıştık.” Babası karanlık pencerede dikildi ve oğlunun yansımasına, resmi bir işlem yapmadan evvel nasıl yıllarca beklediklerini itiraf etti. Annesinin gözyaşları masa örtüsünde daireler oluşturdu. Martin annesinin ellerine baktı. Ay şeklinde kesilmiş tırnakları pürüzsüzdü. Annesi yanaklarını okşayınca utançtan kızardı. Bir yabancının sert ellerini ve bir bebeğin kendi kollarındaki ağırlığını düşündü.

Çocuğa ne olduğunu sorduğunda, ailesi açık sözlü davranmak zorunda kaldı. Martin gözlerinden yaş gelene dek süte baktı. Annesi masadan ayrıldı ve bir şişe çikolata şurubuyla geri döndü. Martin’in bardağına birkaç damla damlatıp uzun bir çubukla karıştırdı. “Sana olan sevgimiz,” dedi, “her türlü gerçekten daha güçlü.” Birkaç gün onların yatağında uyumasına izin verildi fakat sonra oyuncaklarını ve rutinini özledi. Kısa bir süre sonra kız kardeşi Yvette doğdu. Yvette altı, Martin ise onlu yaşlardayken pastaneyi kapattılar ve California’ya taşınmak üzere Paris’ten ayrıldılar. Martin evlat edinme belgeleri için neden bu denli beklediklerini hiçbir zaman tam olarak anlamamıştı.

Neden sonra, Chicago’da, küçük bir üniversitedeki ilk yılında sevgilisiyle yatakta sigara içerken sır perdesi birden aralandı. Kar yağıyordu. Çin yemeği sipariş etmişlerdi. Televizyonda iyi bir film başlamak üzereydi. Martin kül tablasına uzanırken çarşaf bedeninden sıyrıldı. Bacakları oldukça kaslıydı. Kız yanağını onlara dayamıştı. Martin kıza, başarı rekoru hâlâ kırılamamış olan West Hollywood Lisesi’nden bahsediyordu. Kız dinledi, sonra Martin’in neden diğer Avrupalı erkekler gibi sünnet edilmediğini merak ettiğini söyledi. Martin derslere girmemeye başladı. Gözleri odaklanamayacak hale gelene dek okudu. Kütüphanenin açılmasını kapıda bekliyor, kapanana kadar çalışıyordu. Müdire Martin’in ne yaptığını öğrenince ona çalışanların buzdolabında bir yer verdi. Kimsenin başlıklarını dahi telaffuz edemeyeceği kitapları istiyordu. Onun için her fotoğraf bir aynaydı. Sömestir sona erdi ve Martin Los Angeles’taki evine döndü.

Ailesi eninde sonunda sırrı çözeceğini biliyordu fakat ona söyleyebilecekleri başka bir şey yoktu. Küçük kıyafetleri saklanamayacak derecede yıpranmıştı. Kız kardeşiyle kumsala gitti ve onun yüzüşünü izledi. Merdivenlerde oturup ailesinin televizyon izleyişini dinledi. Gece yarılarında arabayla uzun uzun gezdi. Aile kafesinde çalıştı. Mavi ve beyaz kurdeleli küçük kutularda kruvasan ve meyveli tartlar satıyorlardı. Bir öğleden sonra, Martin teslimatları yapıp dükkâna döndüğünde giriş kapısının kilitli, panjurların da kapalı olduğunu gördü. Arka kapıdan girdikten sonra, mutfağın karanlık olduğunu fark edince şaşırdı.

Tezgâha ulaştığında aniden ışıklar yandı ve bir oda dolusu insan, “Sürpriz!” diye bağırdı. Herkes giyinip kuşanmış, sandalyelere balonlar bağlanmıştı. İnsanlar yanağına ve alnına öpücük kondurdular. Yıllardır tanıdığı pek çok müşteri oradaydı ve bazı adamlar kippa1 takıyordu. Müzik başlayınca herkes alkış tuttu. Martin’in ağzı bir karış açık kaldı. “Anlamıyorum,” dedi. “Bir şey mi oldu?” “Sana bir tür ergenliğe giriş kutlaması hazırlayalım diye düşündük,” dedi annesi. “Pek çok kültürde böyle bir gelenek vardır,” diye ekledi babası. Ardından, Martin’in hikâyesi Beverly Hills’teki tüm yemek masalarında anlatıla geldi. İnsanlar sadece onunla tanışmak, ona kendi hikâyelerini anlatmak, fotoğraflar göstermek, onu yalnız olmadığına ve asla yalnız kalmayacağına ikna etmek için dükkâna geldiler. Bir gün bir kadın pastaneye girdi ve tezgâhta Martin’in karşısına oturuverdi. Sonra feryat etmeye başladı: “Oğlum! Oğlum! Oğlum!”

Martin’in anne babası kadını dükkânın arkasına götürüp ona sıcak çay verdi. Sonra Martin’in babası onu arabayla evine bıraktı, kadının kız kardeşi yolda bekliyordu. Pazar en meşgul gündü. Martin müşterilere hizmet eder, doğum günü pastalarını dolgun huni biçimli kremayla süslerdi. Her biri ufak bir sesi ve çarpan bir kalbi simgeleyen, fakat şimdi, sessizliklerinde daha gürültülü, daha derinden ve daimi gelen biteviye isim listelerinden başı dönerdi. Martin gerçeğin kâbusunda yeniden doğmuştu. Başkalarının tarihi öteden beri kendininki oluvermişti.

Bunun düşüncesi hazmedebileceğinden fazlaydı. Lağımda saklanan insanlar; karanlıkta, rutubet ve pislik içinde doğum yapan kadınlar; sonra diğerlerini ele vermemesi için bebeklerini boğmaları. Aileler rüzgârda savrulan kâğıt parçaları gibi dağılmıştı. Hepsi ansızın Martin’in yüzüne bir tokat gibi çarpmıştı. Martin üniversiteye geri dönmemeye karar verdiğinden babası ona un, su, ısı ve zamanın sırrını verdi. Ufacık yazıları olan eski kartpostallardaki tarifleri paylaştı. Audrey Hepburn, bazen Martin’in annesiyle birlikte arkada kahve içerdi. Gülümser ve kupayı iki eliyle birden tutardı. Arthur Miller ve kız kardeşi Joan, çay içmek ve çörek yemek için gelirlerdi. Kafe, ürünlerinin erkenden tükenmesiyle ünlenmişti; genellikle öğleden sonra üçte mekânı kapatırlardı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıYanılsamalar Atlası
  • Sayfa Sayısı184
  • YazarSimon Van Booy
  • ISBN9786055060282
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviDelidolu /

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. İpek ve Bakır ~ Tomris Uyarİpek ve Bakır

    İpek ve Bakır

    Tomris Uyar

    Annem saçlarımı bile örmüyor artık. Babamla yalnızlıklarına çekildiler. Birlikte ve ayrı ayrı. Kalorifer borularıyla dolu bu sımsıcak şehir odasında, kullanılmayacak ucuz likör kadehleri, deterjan...

  2. 6.27 Treni ~ Jean-Paul Didierlaurent6.27 Treni

    6.27 Treni

    Jean-Paul Didierlaurent

    36 yaşındaki Guylain Vignolles kâğıt geri dönüşüm fabrikasındaki işinden nefret eden yalnız ve mutsuz bir adamdır. Hayatı, sıkça sohbet ettiği küçük kırmızı balığıyla birlikte...

  3. Wardstone Günlükleri – 12: Hayalet Benim Adım Alice ~ Joseph DelaneyWardstone Günlükleri – 12: Hayalet Benim Adım Alice

    Wardstone Günlükleri – 12: Hayalet Benim Adım Alice

    Joseph Delaney

    Şiirsel anlatımıyla korku edebiyatında bir başyapıta dönüşen Hayalet serisi, başrollerini Julianne Moore ve Jeff Bridges gibi Hollywood yıldızlarının paylaştığı bir filme uyarlanarak çocuk-genç-yetişkin, herkesi...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur