1920’li yıllar. Fransa’nın güneyinde, Bask diyarının enfes sahil beldesi Hendaye’da başlayıp Paris’in gri sonbaharına uzanan bir aşk öyküsü. Bir yanda Birinci Dünya Savaşı’ndan döndükten sonra eski refah ve statüsünü yitirmiş Yves Harteloup; diğer yanda başarılı bir girişimciyle evli, alımlı, duyarlı, incelikli bir burjuva kadını olan Denise Jessaint. Duygusal açıdan sakatlanmış Yves ile ömründe sıkıntı görmemiş, tutkulu, romantik Denise’in aşk öyküsü, okura iki savaş arasındaki çalkantılı dönemde duyguların yerine ilişkin derinlikli bir anlatı sunar. Némirovsky henüz 23 yaşında yazdığı bu ilk romanında, duygular üzerine sarsıcı gözlemleri, erkeğin ve kadının bakışları arasında salınabilen esnek üslubu, aşkın merceğine tüm bir sosyal değişimi sığdırabilmesiyle nadir rastlanan bir edebi yetenek olduğunu kanıtlamıştır.
*
Önsöz
Irène Némirovsky 1903’te o tarihte Rus İmparatorluğu sınırları içinde yer alan Kiev’de Yahudi asıllı zengin bir ailede dünyaya gelir. Némirovsky’nin zengin bir ailede başlayan, daha da zengin bir evlilikle devam eden, edebi şöhretle taçlanan, fakat sonrasında yaşadığı yüzyılın siyasi sancılarıyla bozulup acımasızlaşan ve nihayet Auschwitz imha kampında hazin bir şekilde sonlanan hayatının başlı başına bir roman konusu olabileceğini söylemek yanlış olmaz.
Benmerkezci, baskıcı, güzel fakat uçarı bir anneyle büyürken “küçük anne” yerine koyduğu Fransız mürebbiyesinin etkisiyle Fransız dilini ve kültürünü benimseyen genç Irène, Bolşevik devrimini takiben ailesiyle birlikte Paris’e yerleşti- ğinde kendini âdeta gerçek vatanına dönmüş hisseder. Aile burada Rusya’daki müreffeh hayatını sürdürürken Irène de tahsiline devam eder, Sorbonne’da Rus edebiyatı okur. Yazı alanında ilk adımlarını atarken, 1926’da kendi ailesinden de zengin, yine Yahudi asıllı Rus bankacı olan Michel Epstein’la evlenir. Çift, “çılgın yirmiler”in Paris’inde kaygısız ve rahat bir hayat sürer, iki kızları olur ve Irène ilk romanlarını bu dönemde yazmaya başlar. Yayımlandığı anda çok satanlar arasına giren David Golder adlı romanı 1930’da beyazperde- ye uyarlanır. Bu eseri, aralarında Yalnızlık Şarabı ve Jézabel’in de yer aldığı daha pek çok roman ve öykü takip eder ve Irène, Fransız edebiyat dünyasında kendine sağlam bir yer edinir.
Kendini Fransızların arasında yaşayan bir yabancı olarak değil de, bir Fransız olarak gören Irène’in bu yanılsaması 1938’de Fransız vatandaşlığı başvurusunun reddedilmesiyle ilk darbeyi alır. Fakat pes etmez ve bir yıl sonra Katolik mezhebine geçer. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nda Fransa’nın düş- mesiyle birlikte, Fransızlığını kabul ettirmek için inatla reddettiği Yahudiliği gitgide yetkililerin gözünde bir sorun haline gelir. Kocası bankadaki mevkiini kaybeder, Irène’in kitapları basılmaz olur. Çift, Fransa’nın Alman işgalindeki kuzey bölgesi ile güneydeki kukla Vichy hükümeti bölgesini ayıran sınır çizgisinin hemen kuzeyinde yer alan Issy-L’Evèque’e yerleşir. Irène işgal bölgesinde kalmasının eserlerinin yayımlanmasını kolaylaştıracağına kendini inandırır ve var gücüyle üretmeye devam eder. Antisemit kanunlar kapsamında 1941’de Sarı Davut Yıldızı takmaya zorlanan Irène, ertesi sene 16 ila 45 yaş arasındaki heimatlos Yahudileri hedef alan genel baskın- lar sırasında, muhtemelen ihbar üzerine, Fransız jandarması tarafından tutuklanarak önce Fransa sınırları içinde yer alan transit bir kampa, ardından Auschwitz’e gönderilir ve burada henüz otuz dokuz yaşındayken tifüsten hayatını kaybeder. Kendisinden birkaç ay sonra tutuklanan kocası da Auschwitz’e gönderilir ve trenden iner inmez burada gaz odasında öldürülür.
Bu tarihten sonra Némirovsky ve eserleri tamamen unutulur. Ta ki Epstein-Némirovsky çiftinin hayatta kalan kızları, annelerinden geriye kalan ve babalarının isteği doğrultusunda savaşın sonundan bu yana sakladıkları valizini 1990’ların sonunda nihayet açıp da içinde annelerinin yayımlanmamış el- yazmalarını bulana kadar. Bu elyazmalarının arasında bugün
Némirovsky’yi yeniden meşhur yazarlar arasına sokan Fransız Süiti de vardır. Bu eser 2004’te yayımlandığı anda Fransa’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde çok satanlar listesine girer, yine aynı yıl o zamana kadar sadece hayattaki yazarlara verilen Renaudot Edebiyat Ödülü’ne layık görülür. Kırka yakın dile çevrilen eser 2015’te sinemaya da uyarlanır. Böylece Némirovsky ölümünden sonra da olsa edebiyat dünyasında çoktan hak etmiş olduğu yere nihayet geri döner.
Yanılgı, yazarın henüz yirmi üç yaşındayken, yani 1930’lardaki şöhretine henüz ulaşmamışken yayımlanan ilk eseridir. Flaubert’in izinde satirik bir gerçekçilikle kaleme alınan bu eserdeki psikolojik çözümlemelerin derinliği yazarının edebi geleceği hakkında daha o tarihte sağlam sinyaller vermekte- dir. Epstein-Némirovsky çiftinin Fransa’nın Bask kıyılarında sık sık ziyaret ettiği Hendaye’in sıcak kumlarında açılan roman ilk bakışta savaş gazisi ve hayat yorgunu Yves Harteloup ile ömründe sıkıntı nedir bilmemiş, Yves’in ünlü ve zengin bir dostuyla evli, genç bir anne olan Denise Jessaint arasında yeşeren, sonrasında ise Paris’in yağmurlu ve gri sonbaharında hüzünle noktalanan sıradan bir yaz aşkını anlatır görünür. Ancak Némirovsky’nin gerek psikolojik gerek toplumsal gözlemleri romana henüz yirmi üç yaşındaki bir yazardan beklenmeyecek bir katmanlılık kazandırır. Roman özünde Birinci Dünya Savaşı’nda savaşmış, sefalete ve ölüme tanıklık etmiş, artık duygusal açıdan sakatlanmış genç bir erkek ile “çılgın yirmiler” in paraya para demeyen, umursamaz jet sosyetesi arasındaki aşılmaz bireysel ve toplumsal uçurumu ele alır. Amaç, insanın toplum içinde takındığı maskenin altında yatan ve hemen her zaman dış görünüşle çelişen asıl ruhunu yakalamaktır. Bu açıdan Yanılgı, her ne kadar Büyük Harp sonrası Fransa’sında geçse de, aslında okurun çoğu satırda kendini görebildiği zamansız ve mekânsız bir romandır.
Bugün Némirovsky’nin eserlerinin çevrilip okunması edebi bir kazanım olduğu kadar, tarihi bir hesaplaşmadır da. Yazarın büyük kızı Denise Epstein’ın (1929-2013) Fransız Süiti’nin yakaladığı başarının ardından 2006 yılında BBC’ye verdiği röportajında dediği gibi: “Benim için en büyük sevinç kitabın okunduğunu bilmek. Annemi bu şekilde hayata döndürmüş olmak olağanüstü bir duygu. Bu, Nazilerin onu ger- çek anlamda öldürmeyi başaramadığını gösteriyor. Bu intikam değil, fakat bir zafer.”
Berna Günen
1
Yves tıpkı bir çocuk gibi tüm benliğiyle uykudaydı. Alnını kıvrık kolunun çukuruna gömmüş, eski günlerin derin ve güven dolu uykusuyla birlikte içgüdüsel olarak uykudaki küçük çocukların o masum ve ciddi gülümsemelerine varıncaya dek bütün hareketlerine geri dönmüştü. Rüyasında güneşin altında yanan dümdüz plajı, denizin üstündeki akşam güneşini, ılgınların arasından sızan gün ışınlarını görüyordu.
Oysa on dört seneden uzun bir süredir Hendaye’ı görmemişti. Dün gece vardığında Bask diyarının bu enfes köşesine dair karanlık ve gürültülü bir uçurum -deniz-, ılgın ormanı olduğunu tahmin ettiği daha yoğun bir karanlığın içindeki birkaç ışık ve de eskiden sadece balıkçı sandallarının salın- dığı yerde, dalgaların kıyısındaki daha başka ışıklar -Gazino- dışında hiçbir şey fark etmemişti. Fakat çocukluğunun güneşli cenneti hafızasında olduğu gibi kalmış, düşleri de o cenneti havasının o çok özel lezzetine kadar en küçük ayrıntılarıyla yeniden yaratmıştı.
Yves çocukken en güzel tatillerini Hendaye’da geçirmişti. Burada, büyülenmiş gözlerine dünyanın ilk çağlarındaki gibi yepyeni gözüken bir güneşle güzel meyveler gibi olgunlaşan, yaldızlı ve dolgun günler tatmıştı. O zamandan sonra dünya sanki yavaş yavaş taze renklerini yitirmeye başlamış, güneş bile daha donuk bir hale gelmişti. Fakat bazı rüyalarında zarif ve canlı hayal gücünü muhafaza etmiş genç adamın o günleri bütün o ilkel ihtişamıyla birlikte yeniden hissedebildiği oluyordu. Böyle geceleri takip eden sabahlar âdeta nefis bir hüzünle efsunlanıyordu.
O sabah Yves, Paris’teyken saat her sekizi vurduğunda yaptığı gibi yine sıçrayarak uyandı. Gözlerini açtı ve yataktan fırlamak için bir hareket yaptı. Fakat panjurların yarığından başucuna kadar altın renkli bir ok gibi keskin bir ışığın sızdığını gördü ve aynı anda taşradaki güzel yaz günlerinin komşu bahçelerde tenis oynayanların gürültüleriyle ve başka hiçbir şey olmasa bile bir otelde, aylaklarla dolu büyük bir konutta olduğunu fark etmesini sağlamaya yetecek o özel, neşe dolu patırtılarla -zil sesleri, adım sesleri, yabancı sesler- karışık hafif uğultusunu algıladı.
İşte o zaman Yves yeniden yatağa uzandı ve enfes bir tembellikle dolu tüm hareketlerinin yeniden kavuşulan bir lüksmüşçesine tadını çıkararak gerindi. Nihayet yatağın ba- kır parmaklıklarının arasında asılı duran zili bulup bastı. Biraz sonra içeriye elinde kahvaltı tepsisiyle şarap garsonu girdi. Kepenkleri açtı ve güneş dev bir dalga gibi bütün odayı kapladı.
“Hava çok güzel,” dedi Yves kendi kendine yüksek sesle, sanki hâlâ ortaokullu bir çocukmuş da bütün hazzı ve tasası hava durumuna bağlıymış gibi. Başta büyük hayal kırıklığı yaşadı: Hendaye’ı zamanında balıkçılardan ve kaçakçılar- dan ibaret, biri biraz ötede solda, Bidassoa* tarafında yer alan Pierre Loti’ninki, diğeri hemen sağda, tam da bugün sahte Bask tarzı yirmi kadar evin yükseldiği noktada kendi ebeveynininki olmak üzere sadece iki villası olan küçük bir köy olarak tanımıştı. Deniz kıyısında içine cılız ağaçlar dikilmiş bir bent inşa edildiğini, oraya otomobillerin park edildiğini gördü. Suratını asıp arkasını döndü. Dünyanın tam da sadeliği, huzur veren güzelliği nedeniyle sevdiği bu kutsanmış köşesini niçin bozmuşlardı ki? Yine de açık pencerenin yanında durmaya devam etti ve yavaş yavaş, yılların değiştirdiği bir yüzde eski bir gülümsemeyi, eski bir bakışı tanıyıp, bunların yardımıyla, tereddüt ederek de olsa bir zamanlar sevilen o eski hatları yeniden bulurcasına, yumuşacık bir heyecanla dağların çizgilerini, farklılıklarını, konturlarını, körfezin yansımalı yüzeyini, ılgınların canlı ve hafif salkımlarını yeni baştan keşfetti. Ve havada yeniden Endülüs rüzgârıy- la gelen o tarçın ve çiçek açmış portakal ağaçlarının kokusunu hissedince değişen zamanla tamamen barıştı, gülümsedi ve o eski neşe yüreğini ferahlattı.
Pencereden istemeye istemeye ayrılıp banyoya gitti. Bem- beyaz boyalı ve bembeyaz taşlı banyo güneş içinde parlıyor- du. Yves storları çekti. Bunlar karmaşık desenlerle süslü figürler olduğundan yerde de bir anda aynı desenler beliriverdi ve zemin, perdeler denizin nefesiyle dalgalandığı her seferinde hareketlenen hafif ve zarif bir halıyla kaplandı. Büyülenen Yves gözleriyle bu ışık ve gölge oyununu takip ediyordu. Küçük bir çocukken bunun en sevdiği oyalanma şekli olduğunu hatırladı. Bugün dönüşmüş olduğu adamda o eski çocukça özelliklere rastladığı her defasında, insanın eski portrelerine bakarken hissettiği belli belirsiz bir kaygıyla karışık o hafif yürek sızlamasını hissediyordu.
Gözkapaklarını kaldırdı ve aynada kendini gördü. O sabah ruhu çocukluğunun o ışıltılı sabahlarındakiyle o denli aynıydı ki, aynada yansıyan görüntüsü onda can sıkıcı bir şaşkınlık uyandırdı. Dudağının kenarındaki küçük acı sırıtışıyla o ölesiye bezgin, donuk, mat renkli otuzluk yüzü, mavisi sönmüş gibi görünen gözleri, karanlık halkalarla çevrili, eski ipeksi ve upuzun kirpiklerini artık kaybetmiş gözkapakları… Şüphesiz hâlâ genç, fakat ergen tenin yumuşacık tazeliğinde usul usul, amansızca, âdeta gelecekteki kırışıklıkların sinsi bir taslağını çizercesine hafif bir ağ nakşeden zamanın çoktan değiştirmiş olduğu bir yüzdü bu. Yves eliyle daha şimdiden şakaklarına doğru saçların seyreldiği alnını sıvazladı; ardından mekanik bir hareketle o noktada daha sert çıkmış olan saçların altındaki son yarasını, Belçika’da, o uğursuz, yanmış duvarın yakınında, ölü ağaçların arasında neredeyse canına mal olan havan topu mermisinin bıraktığı yara izini uzun uzun yokladı.
Fakat yemek tepsisini almak üzere içeriye giren şarap garsonu, onu, hani bazı yaz günlerinde fazla mavi gökyüzünün fark ettirmeden fırtınanın siyahımsı grisine dönüşene dek kararması gibi yavaş yavaş kararmakta olan düşüncelerinden kopardı. Yves bez ayakkabılarını ve mayosunu giydi, omzuna bir bornoz atıp plaja indi.
2
Çıplak ayaklarının altında gıcırdayan sıcak kumlara boylu boyunca uzanmış olan Yves, güneşin yaktığı derisinde, ağustos göğünün yoğun, sıcaktan solmuş ışığına dönük yüzünde eksiksiz, neredeyse hayvansı sevinçten kaynaklanan o eşsiz hissin tadını daha iyi çıkarmak için gözlerini kapatıyor, geriniyor, daha da hareketsizleşiyordu.
Etrafında çoğu genç ve güzel, güneşte olağandışı bir koyulukta yanmış, çevik, yarı çıplak kadın ve erkekler hareket edip duruyordu. Gruplar halinde uzanan diğerleri kendisi gibi ıslak vücutlarını güneşte kurutuyordu. Bellerine kadar çıplak ergenler dalgaların kıyısında top oynuyor, berrak plaj boyunca Çin gölge oyunu figürleri gibi koşturuyordu. Fazla uzun süren yüzmenin yorgun düşürdüğü Yves gözlerini kapadı. Öğle vaktinin aydınlığı kapalı gözkapaklarından içeriye giriyor, onu aynı zamanda hem karanlık hem alev alev iri güneşlerin döndüğü ateşten karanlıklara daldırıyordu. Hava güçlü kanat çırpışlarını andıran seslerle kumlara çarpan dalgaların gürültüsüyle doluydu. Yves tiz bir çocuk kahkahasıyla uyuşukluğundan sıyrıldı. Aceleyle koşturan küçük ayaklar hemen yakınından geçti ve akabinde üstüne bir avuç kum atıldı. Yves doğruldu ve dehşete düşmüş bir kadın sesinin şöyle haykırdığını duydu:
Francette, hadi ama Francette, uslu duracak mısın sen? Çabuk buraya gel!..
Artık tamamen uyanmış olan Yves Türk usulü çömelip gözlerini iri iri açtı ve en fazla iki üç yaşında, gürbüz, afacan mi afacan, bir tutum sarı saçı güneşte iyice saman rengine dönmüş, tombul vücudu neredeyse zenci çocukları gibi kapkara kesilmiş küçücük bir kız çocuğunun çekiştirdiği siyah mayolu güzel bir kadın silueti gördü.
Yves onların denize doğru uzaklaşmalarını seyretti. Onları uzun süre annenin güzelliği kadar bebekten de kaynaklanan bilinçsiz bir hazla seyretti. Kadının yüzünü görmemişti; fakat güzel, küçük bir biblo gibiydi. Burada, deniz kenarında böylesine doğal bir şekilde karşısına çıkan bu manzaraya Paris’te rastlamak için gerekecek tesadüfler silsilesini düşününce gülümsemeden edemedi. Bu kadın, esmer ve pembe teniyle, vücudunun bütün çukurlarını ve bütün çizgilerini belli eden hafif mayosuyla bu genç kadın, karşısında en az âşığının karşısındaki kadar çıplak durduğuna göre kendisine de, yani bu meçhul erkeğe de biraz olsun aitti. Belki bu yüzden kadın yüzen kalabalığın arasında gözden kaybolduğunda içinde küçücük, geldiği gibi geçip giden bir endişe, bıçak yarasının yanında iğne batması ne ise büyük ümitsizliklerin yanında öyle kalan o tuhaf hüzünlerden birini hissetti.
Belli belirsiz ve ani bir can sıkıntısıyla yana dönüp uzandı; bir avuç sapsarı kumu parmaklarının arasından bir tutam hafif, ipeksi ve sinir bozucu saçmış gibi dalgın dalgın akıtarak oyalanmaya başladı. Ardından demin hayal meyal gördüğü genç kadını görmek umuduyla yeniden denize baktı. Kapkara ve pespembe kadın figürleri önünden geçiyordu; fakat istediği kadar kızsın, aralarında demin gördüğü kadını göremiyordu. Nihayet onu, ağlaması ve tepinmesi sayesinde dikkatini çeken çocuk sayesinde tanıdı. Şüphesiz bütün bu gürültülü patırtılı itirazlara zavallı yumurcağın bir ağız dolusu yuttuğu tuzlu su neden olmuştu. Anne hafifçe gülüyor, küçük kıza “seni küçük şapşal” deyip onu teselli ediyordu. Birden yere eğildi, çocuğu…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYanılgı
- Sayfa Sayısı144
- YazarIrène Némirovsky
- ISBN9786254296550
- Boyutlar, Kapak12,5 x 20,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kairos ~ Jenny Erpenbeck
Kairos
Jenny Erpenbeck
Aşkı ölümlülerin yüreğine kim düşürür – Eros mu, uğurlu anların tanrısı Kairos mu? Yıl: 1986, Kasım ayı başları. Yer: Doğu Berlin. Otobüste...
- Kazananlar ~ Laetitia Colombani
Kazananlar
Laetitia Colombani
İki kadın. İki dönem. İki hayat. Tek bir amaç: dayanışma! Günümüz, Paris. Solène hukuk kariyeri için hayallerini, arkadaşlıklarını, aşkını feda etmiş bir avukat. Ama...
- Yüreğime Aşk Düştü ~ Eloisa James
Yüreğime Aşk Düştü
Eloisa James
Yakışıklı erkeklerin ve unvan peşindeki genç kızların, bir leydinin namusu gibi büyük kazançlar için oynanan oyunların şehvetli ve şaşaalı dünyasına HOŞ GELDİNİZ… Kasabalı kuzeni...